Avrupa'nın İsrail'in Savaş Suçlarını Görmezden Gelmesi "Kurallara Dayalı Düzen"in Acımasız Bir Maskaralık Olduğunu Gösteriyor
Jouke Huijzer soruyor: "Sıklıkla ahlaki üstünlük iddiasında bulunmalarıyla bilinen Batılı hükümetler, İsrail savaş suçları işlediğinde neden bu kadar sessiz?"
Çevirmen Notu;
“Batılı güçlerin liberal düzenlerini meşrulaştırmak için artık kurallara dayalı bir mantığa başvurmadıkları, gücün kurallardan daha önemli olduğu küstah bir neoemperyalist retoriği benimsedikleri yeni bir dönem” olarak tanımlıyor Jacobin dergisinin yardımcı editörlerinden Jouke Huijzer makalesinde bugünün Avrupasını. Brüksel Vrije Üniversitesi'nde siyaset bilimi alanında doktora adayı olan Huijzer’in saptamasına göre:
“Avrupa siyaseti artık yasalara uyma odaklı değil, daha çok Avrupa imparatorluğunun müttefiklerini desteklemeye odaklanan bir dostluk-düşmanlık saplantısı içinde yönetiliyor.”
Tarihi karanlık izler ve yüz kızartıcı suçlarla dolu Avrupa’yı bugün yönetenlerin geldikleri nokta, bütün geçmişine rahmet okutacak cinsten ahlakî, insanî ve aklî değerlerin ayaklar altına alındığı bir seviye. Şöyle biraz geriye çekilip uzaktan baktığınızda, gerçekten de had hudud tanımaz bir pervasızlığın ve kötücüllüğün hüküm sürdüğü, kendi halklarını bile isyana sürükleyen bir akıl, mantık ve edep yitimi.
Egemenliklerini Atlantik’e teslim etmiş Avrupalı liderlerin hem kendi halkları ve hem de Dünya halklarına verecekleri hesapların tutulduğu defter her geçen gün kabarıyor ve görünen o ki bu defterin açılacağı yer Lahey olacak: insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş, soykırım, haksız saldırı suçlarına bakan Uluslararası Ceza Mahkemesi.
Avrupa'nın İsrail'in Savaş Suçlarını Görmezden Gelmesi “Kurallara Dayalı Düzen”in Acımasız Bir Maskaralık Olduğunu Gösteriyor
Orijinal Adı; “Europe’s Blind Eye to Israel’s War Crimes Shows the “Rules-Based Order” Is a Cruel Farce” ⑊ Jouke Huijzer ⑊ 25 Ekim 2023, Jacobin
İsrail'in Gazze'ye yönelik toplu cezalandırma politikasına Avrupalı liderler kayıtsız şartsız destek verdi. Uluslararası hukuku savunma konusundaki ilgisizlikleri “kurallara dayalı düzen” diye bir şeyin olmadığını gösteriyor - sadece emperyal güçler ve onların seçilmiş müttefikleri.
Ekim 2012'de Norveç Nobel Komitesi, Nobel Barış Ödülü'nün “altmış yılı aşkın bir süredir Avrupa'da barış ve uzlaşının, demokrasi ve insan haklarının ilerlemesine katkıda bulunduğu” için Avrupa Birliği'ne verileceğini açıkladı. On yıl sonra kıtada yeni bir savaş Avrupa'yı böldü ve Rusya sivil hedefleri bombalamaya başladı.
Ekim 2022'de Rusya'nın Ukrayna vatandaşlarına yönelik bu yeni saldırı dalgasına yanıt veren Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen kesin bir dille şunları söyledi: “Rusya'nın başta elektrik olmak üzere sivil altyapıya yönelik saldırıları savaş suçudur. Kış yaklaşırken erkekleri, kadınları, çocukları sudan, elektrikten ve ısınmadan mahrum bırakmak saf terör eylemleridir. Ve biz bunu böyle adlandırmak zorundayız.”
Ukrayna'daki sivil hedeflere yönelik saldırının üzerinden bir yıl geçtikten sonra, 7 Ekim'de Hamas'ın Gazze'den şiddet kullanarak dışarı çıkması ve binden fazla İsrailli sivili öldürmesi ya da rehin almasıyla bir başka çatışma patlak verdi. Hamas'ın saldırılarına yanıt olarak İsrail Enerji Bakanı, “kaçırılanlar” serbest bırakılana kadar Gazze'de “hiçbir elektrik düğmesinin çalışmayacağını, hiçbir musluktan su akmayacağını ve hiçbir yakıt kamyonunun girmeyeceğini” ilan etti. İsrail hükümeti de bu doğrultuda hareket etti. Gazze'ye yönelik bu “tam kuşatma”, Birleşmiş Milletler'in savaş suçu olarak kabul ettiği “toplu cezalandırma”nın ta kendisidir.
İsrail'in Dostları
Von der Leyen bu kez “erkeklerin, kadınların, çocukların su, elektrik ve ısınmalarının” kesilmesini kınamaya gerek görmedi. Bunun yerine İsrail Cumhurbaşkanı ile şahsen görüşmek üzere bir geziye çıktı ve şunları söyledi:
“Biz İsrail'in dostuyuz. Dostlarımız saldırıya uğradığında onların yanında yer alırız. İsrail'in Hamas'ın savaş eylemine karşılık verme hakkı ve görevi vardır. Hamas tarafından alıkonulan tüm rehinelerin derhal serbest bırakılması çağrısında bulunuyoruz.”
Başta siyasi sol olmak üzere pek çok uzman ve siyasetçi Von der Leyen'in herhangi bir itidal çağrısında bulunmayarak İsrail'e istediğini yapması için açık çek verdiği yorumunda bulundu. Yunanistan'ın eski maliye bakanı Yanis Varoufakis tarafından kurulan DiEM25 adlı örgüt şu paylaşımda bulundu: “O seçilmedi. AB devletlerinden İsrail'e gitmesi için hiçbir yetki almadı. Bir kez bile itidal ya da uluslararası hukuka saygı çağrısında bulunmadı.” Varoufakis'in kendisi de “Hamas'ı ya da İsrailli yerleşimcileri kınamayı” reddetti ancak “İsrail-Filistin çatışmasında yaşanan mezalimlerin suçluları biz Avrupalılar ve Amerikalılardır” fikrinde olduğunu ısrarla vurguladı.
Ne var ki, Batılı çevrelerde Von der Leyen ve Biden bu tutumlarında yalnız değillerdi. Hamas'ın saldırılarının hemen ardından, İsrail Gazze'yi bombalarken, Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron'dan Hollanda Başbakanı Mark Rutte'ye kadar en deneyimli Avrupalı liberal hükümet liderlerinden bazıları Hamas'ın şiddetini kınadı ve İsrail'in kendini savunmaya hakkı olduğunu ilan ederken, Gazze'deki bombardımanlardan kaynaklanan Filistinli kayıplar konusunda sessiz kaldı. Bu yaklaşım Polonya, Macaristan ve İtalya'nın aşırı sağcı hükümetleri tarafından yapılan açıklamalardan pek de farklı değildi. Fransa, Almanya ve İtalya liderlerinin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte yayınladıkları ortak bildiriden de pek farkı yoktu: “İsrail'in kendini savunabilmesini sağlamak için müttefikler ve İsrail'in ortak dostları olarak birlik ve koordinasyon içinde kalacağız.”
Düşünceli Tepkiler
Dikkat çekici bir şekilde, diğer hükümetlerin tepkileri çok daha düşünceli görünüyordu. İnsan hakları ihlalleriyle bilinen ve şu anda Yemen'i kasıp kavuran ölümcül savaşta askeri bir koalisyona liderlik eden Suudi Arabistan, "işgalin devam etmesi, Filistin halkının meşru haklarından mahrum bırakılması ve kutsallarına karşı sistematik provokasyonların tekrarlanması sonucunda ortaya çıkan durumun tehlikeleri" konusunda defalarca yaptığı uyarıları hatırlatarak tepki verdi. Uygur ve Tibet halkına karşı insanlık suçu işlediğini duymuş olduğumuz Çin, "İsrail'in eylemlerinin meşru müdafaanın ötesine geçtiğini ve uluslararası toplumun çağrısına kulak vermesi gerektiğini" belirtti.
Bu kez itidal, barış ve insan ya da bölge haklarına saygı çağrısında bulunanlar Avrupa ya da Amerika Birleşik Devletleri değildi. Bunun yerine Çin, Suudi Arabistan ve Rusya gibi ülkeler her iki tarafı da "derhal ateşkes yapmaya, şiddetten vazgeçmeye, itidalli davranmaya ve ... bir müzakere süreci başlatmaya" çağırdı. Bu durum, sıklıkla ahlaki üstünlük iddiasında bulunmalarıyla bilinen Batılı hükümetlerin İsrail savaş suçları işlediğinde neden bu kadar sessiz kaldıkları sorusunu gündeme getiriyor. Nasıl oluyor da uluslararası alanda insan hakları ihlalleri, savaş ve şiddet içeren saldırganlıklarıyla tanınan hükümetler itidal telkin ederken, Batı Filistin'deki her türlü zulmü görmezden geliyor?
Savaşların Karşılaştırması
Şu anda Batı'da iki askeri çatışma -tam anlamıyla bir savaş olmasa da- dikkatimizi çekiyor. Bunlardan biri Gazze'de Hamas güçleri tarafından gerçekleştirilen, İsrail vatandaşlarına yönelik acımasız şiddet ve cinayetleri de içeren ve İsrail hükümetinin de bundan aşağı kalmayan bir acımasızlıkla karşılık vermesine neden olan şiddet olaylarıdır. Diğeri ise Ukrayna'da devam ediyor ve yaz boyunca ciddi kayıplar vermiş olmalarına rağmen, her iki taraf için de daha fazla insan kaybından başka bir yöne doğru ilerliyor gibi görünmüyor. Bu savaşın uzamasından sadece silah endüstrileri fayda sağlıyor.
Ancak bu iki savaş aynı zamanda Rusya'nın gerçekleştirdiği terör eylemlerine verilen tepkiler ile İsrail'in gerçekleştirdiği benzer eylemler arasında acı bir karşılaştırma yapılmasına da olanak sağlıyor. Birinde Batılı liderler Rusya tarafından işlenen savaş suçlarını kınamak için bir sürü ifade kullandılar. Diğer durumda ise aynı hükümet liderleri İsrail'e desteklerini ifade etmeye can atıyorlardı.
Von der Leyen “İsrail'in nasıl karşılık vereceğinin onun bir demokrasi olduğunu göstereceğini biliyorum” diyecek kadar ileri gitti. Von der Leyen'in Mayıs 2021'deki gerilime cevaben attığı tweet'ten çok farklı bir açıklama: “İsrail ve Gazze'deki durumdan büyük endişe duyuyorum. Hamas'ın İsrail'e yönelik ayrım gözetmeksizin gerçekleştirdiği saldırıları kınıyorum. Tüm taraflardaki siviller korunmalıdır. Şiddet artık sona ermelidir.”
İlişki Tabanlı Bir Mantık
Bu, Batılı güçlerin liberal düzenlerini meşrulaştırmak için artık kurallara dayalı bir mantığa başvurmadıkları, gücün kurallardan daha önemli olduğu küstah bir neoemperyalist retoriği benimsedikleri yeni bir döneme işaret ediyor. Avrupa siyaseti artık yasalara uyma odaklı değil, daha çok Avrupa imparatorluğunun müttefiklerini desteklemeye odaklanan bir dostluk-düşmanlık saplantısı içinde yönetiliyor. İki hafta boyunca Von der Leyen'in Twitter'da yaptığı açıklamalarda ne bir itidal çağrısı ne de uluslararası hukuka ya da temel insan haklarına atıf vardı. Normalde teknokrat olan Avrupa Komisyonu hiç bu kadar Trumpçı olmamıştı.
Hem Avrupa'da hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde mantık silsilesi şu şekildedir: biz "İsrail'in ortak dostlarıyız"; İsrail "saldırı altındadır"; "karşılık verme hakkı ve görevi vardır"; desteğimiz "kararlı", "birleşik" ve "tereddütsüzdür"; ve bu "kışkırtılmamış" saldırıdan "yalnızca Hamas sorumludur". Diğer hükümet liderleri tarafından uluslararası hukuka yapılan atıflar çok azdır ve genellikle oldukça geç gelmiştir. İsrail'in devam eden insan hakları ihlallerinin sadece Norveç, İrlanda ve Belçika gibi küçük ülkelerdeki hükümet liderleri tarafından kınandığını görüyoruz. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin yerleşimci-sömürgeci İsrail projesinin bir apartheid rejimine dönüşmesine izin vermesinin sorumluluğunu kimse üstlenmeye cesaret edemiyor.
Normatif Güç
Avrupa siyaseti lisans öğrencileri AB'nin “normatif” veya “dönüştürücü gücü” hakkında ders alırlar. Burada anlatılanlara göre, komşu ülkeler, Avrupa ile güçlü ekonomik bağlar kurmanın cazibesi ve hatta bazen AB'ye katılım olasılığı nedeniyle, siyasi ve ekonomik sistemlerini dönüştürmeye, yolsuzlukla mücadele etmeye, demokrasiyi geliştirmeye ve liberal hak ve özgürlüklere saygı göstermeye meyilli olurlar. Klasik anlatılar bize AB'nin “normatif bir güç” haline geldiğini vaaz etmektedir:
“… dış ilişkilerini, dünya siyasetindeki diğer aktörlerin çoğundan daha fazla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin (İHEB) normlarına yaklaşan bir normlar kataloğuna dayandırmakta ve bu normlara bağlı kılmaktadır.”
Ancak Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail-Filistin çatışmasındaki çifte standartlar, "normatif bir güç" olarak Avrupa'nın bu tür kavramlarının ne kadar ideolojik olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ukrayna'dan Filistin'e, Kosova ve Bosna-Hersek'ten (eski?) Ermeni bölgesi Dağlık Karabağ'a kadar, Avrupa Komisyonu demokrasiyi geliştirmektense istikrarı tercih ediyor (genel olarak bilinen adıyla "stabilitokrasi"). Ekonomik ve jeopolitik ilişkilerini güçlendirmeyi, insan haklarını güvence altına almaya tercih ediyor.
Bunu yaparken de Avrupalıların çok değer verdiği hak ve özgürlüklerin dayanıklılığını potansiyel olarak zayıflatıyor. Çin, Rusya, Hindistan ya da İran'ın uygulamalarını eleştirmek için nasıl bir temel var ki, Avrupa aynı uygulamaları tarihi bir müttefiki tarafından yapıldığında koşulsuz olarak onaylıyor? Bunun Batılı halklar üzerinde geri tepmesi ne kadar zaman alacaktır? Eğer Avrupalılar kendilerini (işgal altında yaşayan Ukraynalılar gibi) ikincil bir konumda bulurlarsa, artık kendileri ya da müttefikleri egemen güç iken başkaları için insani ilkeleri garanti ettiklerini iddia edemezler. Peki, diğerlerinin ne yapmasını bekleriz?
Geriye Gidiş
Avrupa projesinin, Birinci Dünya Savașı milliyetçiliğinin ve İkinci Dünya Savașı fașizminin yarattığı ve Avrupa'nın büyük bir bölümünü mezarlığa çeviren dehșetin bir daha tekrarlanmaması ruhuyla inșa edildiği varsayılmaktadır. Brüksel'de AB tarafından finanse edilen Avrupa Tarihi Evi'ni ziyaret ederseniz, mesaj açıktır: Avrupa, önce faşizmi yenen ve daha sonra Sovyet bloğuna karşı zafer kazanan özgürlükçü bir güçtür. Ana salonda, “totaliter ikilinin” temsilleri, Avrupa'nın asla geri dönmemesi gereken düşmanca korku imgeleri olarak birbirinin karşısına yerleştirilmiştir.
Eğer Avrupa kendisini gerçekten “barış ve uzlaşmanın, demokrasi ve insan haklarının ilerletilmesini” savunan özgürlükçü bir güç olarak görüyorsa, daha önce yaptığı açıklamaları geri çekmesi ve İsrail'in savunduğunu iddia ettiği evrenselci ilkelere saygı göstermesi için elinden geleni yapması büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, Avrupa kendisini bir zamanlar düşmanı olan bir rejime geri dönerken bulabilir ve bu sosyalist türden bir rejim değildir. Bu noktada Avrupa artık “özgürlükçü”, “normatif” ya da “dönüştürücü” bir güç olduğunu iddia edemez. Savaş suçları konusundaki çifte standardı, dostlarını kurallardan daha önemli gördüğünü, dolayısıyla “özgürlükçü bir düzene” değil bir imparatorluğa benzediğini gösteriyor. Belki de Von der Leyen'in dediği gibi, “bunu böyle adlandırmak zorundayız.”
🌍