Dünya Bir Pearl Harbor'a Daha Hazır Mı?
Ortadoğu'da Bugün Yaşananlar, Doğu Akdeniz'de Konumlanan NATO Görev Güçlerinin Karşıt Küresel Güçler Tarafından Batırılacağı Bir Noktaya Evrilir Mi? Eğer Bu Olursa Ardından Neler Yaşanabilir?
Büyük Kavga Başladı Mı?
2023’ün ilk aylarından beri notlarını aldığım, sosyal medyada da paylaştığım Doğu Akdeniz’de yaşanması kuvvetli ihtimal olan gerilim, 7 Ekim sabahı patlak verdi. O gün dünya gündemine bomba gibi düşen Hamas’ın Aksa Tufanı adını verdiği saldırısından itibaren yaşananları düşündüğümüzde, kollektif cezalandırma ile soykırım yapma arasında ince bir çizgide durduğunu gördüğümüz İsrail hükümeti ise o günden itibaren elektrik ve suyunu kesip izole ettiği Gazzeli sivillere karşı, hastaneleri, kiliseleri, okulları, fırınları bombalamak dahil bir çok savaş suçunu peşi sıra işlemekte.
Öte yandan mevcut durumun, Doğu Akdeniz’de başlayacak Büyük Ortadoğu Savaşını tetikleyip tetiklemeyeceği ise hâlâ tartışma konusu. Kanada, Hollanda, Belçika ve Almanya gibi ülkelerin kendi vatandaşlarına Lübnan’a seyahat etmemeleri ve orada bulunanlardan Lübnan’ı terketmelerini istemelerinin yanı sıra İran İslam Cumhuriyeti de kendi vatandaşlarının Lübnan’dan 24 saat içerisinde ayrılmasını istedi. Bunun haricinde, İsrail ile savaşmak için gönüllü İran vatandaşlarının sayısı beş milyonu buldu.
Ben bu satırları yazarken İsrail başkenti Tel Aviv’de ise binlerce gösterici sokaklara çıkarak Netanyahu Hükümetinin istifasını istiyor ve kendi iktidar alanları için sivillerin canlarına kastettiğini dile getiriyor haldeler.
Bu süre zarfında, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Joe Biden’ın İsrail başkenti Tel Aviv ziyaretinden önce ‘Hamas’ı temizlemek zorunluluktur fakat Gazze’nin işgal edilmesi büyük bir hata olur’ açıklamasını, ve söz konusu ziyaretinden sonra yaptığı, hem İsrail hem de Ukrayna’da taraf olmanın ABD’nin önümüzdeki on yıllar için bir yatırım olduğunu dile getirdiği ulusa sesleniş konuşmasını bir kenara bırakacak olursak, herkesin aklındaki soru; NATO’nun lider ülkesi ABD ile birlikte Birleşik Krallık ve Hollanda Kraliyet Donanmaları tarafından görevlendirilen savaş gemileri ve uçak gemisi görev birliklerinin ardından yine ABD’den yola çıktığı duyurulan Amfibi çıkarma gücü hangi amaç doğrultusunda toplanıyorlar Doğu Akdeniz’de? Deyim yerindeyse kibrit kutusu kadar Gazze için olmadığına göre?
Baştan söylememiz gerekir ki, Doğu Akdeniz’den başlayarak tüm Ortadoğu’yu yangın yerine çevirebilecek bir sıcak savaşın kapının eşiğinde olduğuna inananlar kadar, bilakis, hiç başlamadan askıda kalıp fakat her an patlak verecek gibi sinir harbine dönüşerek küresel ölçekte diplomasi savaşı halini almasının mümkün olabileceğine inananlar da hatrı sayılır düzeyde. Üstelik İsrail’in Gazze ve Filistinliler üzerinde uyguladığı şiddetin dozunu her geçen gün daha da arttırmasına, bir kısmını tehcire zorlamasına, kalanları ise tamamen yaşanamaz koşullarda tutmayı planlıyor olmasına rağmen. Şahsen bende bu ikinci kısma yakın duruyor olmakla birlikte bütün olasılıkları güncel olarak gözden geçirmeyi önemli görüyorum.
Doğu Akdeniz’in tuzlu sularında konumlanma amacında olan NATO gücünün bölgedeki bütün ülkeleri daha şimdiden etkilemekte olduğu ve kendi ajandalarını yeniden düşünmeye sevk ettiği ise gayet açık. Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ve NATO ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu durumdan azade olması düşünülemez. Buna binaen Türkiye, uluslararası kamuoyunda ABD Başkanı Joe Biden’dan, Çin Halk Cumhuriyeti Lideri Xi Jinping’e, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’den, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antoio Guterres’e kadar herkesin dillendirdiği ve artık genel kabul gören İsrail-Filistin meselesinde iki devletli çözümün tek çare olarak hayata geçirilmesinin gerekliliğini ifade etmekle kalmadı, gerekirse Türkiye’nin Filistin devletinde garantörlük rolünü oynayabileceğini de belirtti. Bu dikkate değer gelişmeyi de hafızamızda tutarak, iş bu süreçte bizleri bekleyenin ne olduğunu genel bir çerçevede ele almak gerekiyor.
Her şeyden evvel, NATO deniz görev güçlerinin o bölgede konumlandırılmasında üç kademeli bir süreç yönetiminin söz konusu olduğunu biliyoruz; ‘Caydırıcılık’, İsrail’in Hazırlıklarını Yaptığı Kara Harekatına Hava Desteği ve Ağır Silah Yardımları, ve nesnel şartlar oluşup savaşın Ortadoğu’da fiilen yaygınlaşması ihtimaline karşın Stratejik Pozisyon Almak ve Taktik Desteklerin Rolünü Zenginleştirmek.
Gelgelelim, iş bu en elit seviye kuvvet grubunun , İsrail’e karşıt güçlerin aktif saldırıya geçmemesi için caydırma rolünü oynamakla yetinmeyebileceklerini düşünen sadece Pentagon’un bir kanadı değil. İsrail’i sahada yıpratmaya yönelik hazırlıklar içerisinde olan ve çok uzun yıllar savaş tecrübesine sahip olmaları ve yakın zaman içerisinde başardıklarını göz önünde bulundurduğumuzda bölgenin en oyun bozucu aktörlerinden sayılmayı hakeden Yemen’de hali hazırda seferberlik ilan etmiş Ensarullah Hareketi (Husiler) dikkatleri üzerine çekiyor. Ek olarak Lübnan Hizbullahı hali hazırda çoktan pozisyon almış durumda ve İsrail Hava Kuvvetleri Lübnan topraklarını bombalarken bu örgüt de sınır hattında İsrail’e ait sinyal istihbarat kulelerini pasifize etmekle meşgul.
Bu iki örgütün ve İran destekli diğer grupların haricinde, bilakis, Uçak gemisi görev grubunu nötralize etmeyi kendi taktik hamleler listesine ‘olası hamle’ olarak yazan oyuncular ise bölgenin tecrübeli ve büyük aktörlerinden Rusya ve yeni büyük aktörü Çin.
Yemen'den ateşlenen ve ABD kuvvetlerinin sayılar vererek imha ettiklerini gün aşırı duyuruyor olduğu insansız hava araçları ve seyir füzelerine dikkat edersek, bu tip taktik saldırıların bir uçak gemisi görev grubunu pasifize etmek için yeterli gelmeyeceği aşikar olmasına rağmen, nihayetinde oyalama harekatı olduğunu gözlerden kaçırmamak gerekiyor. Kademeli olarak artan frekansta yapılacak saldırıların, gemilerin envanterinde bulunan stokları test etmek, mümkünse azaltmak ve hatta gemileri yerinden oynatmak amaçlı yapıldığı anlaşılıyor. Denizin ortasında sınırsız mühimmata sahip olmayan bu gemilerin desteklenmesi gerektiğinde ise Akdeniz’in diğer bölgelerinde konuşlu Amerikan donanmasının nasıl mobilize olacağını görecek ve böylelikle Amerikalıların genel harekat planına dair geniş bir analiz yapma şanslarına erişmiş olacaktır bölgede faal olan devletler ve fiilen seferberlik halinde olan iş bu örgütler.
Eğer ki görev gücü saldırılar sonucunda yerinden oynatılırsa, Fateh-110 balistik füzeleri gibi 300 km’lik bir alanda tahribat gücü oldukça yüksek olan füzelerden ciddi adette (üç haneli adetlerde olduğu konuşulmaktadır) kendi envanterinde bulunduran Lübnan Hizbullah’ının İsrail’e karşı nasıl bir hareketlenme içerisinde olacağı da oldukça dikkate değerdir, zira hem İsrail hem de bölge için endişe verici sonuçları tetikleyebilir. Halihazırda İsrail hava Kuvvetlerinin Lübnan ve Suriye üzerinde gerçekleştirdiği aralıksız saldırı faaliyetleri, Hizbullah liderlerinin İsrail’i zora sokacak şekilde kuzeyden ikinci bir cephe açmalarına engel olabilmeyi amaçlayan bir güç gösterisi şeklinde ilerliyor. Fakat Kara Harekatı konusunda tıpkı Gazze için söz konusu olduğu gibi Hizbullah’a karşı da herhangi bir hareketlenmeye geçilemiyor. Bu konuda İsrail ordusundan emekli bir generalin 18 Ekim 2023 itibariyle vermiş olduğu ve İsrail’in Kara Harekat Gücünün zannedilenin çok gerisinde olduğunu iddia ettiği mülakatı oldukça dikkate değer.
Savaşın Hizbullah-İsrail mücadelesine dönüşmesi ihtimalinde dahi Gerald R. Ford başta olmak üzere Doğu Akdeniz görevine çıkan diğer gemilerin sadece İsrail’in değil, kendi güvenliklerini sağlama alma ihtiyaçları olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Rusya lideri Putin’de öyle düşünüyor olmalı, zira Kuşak-Yol insiyatifinin 10.yılı münasebetiyle bulunduğu Çin’de yaptığı açıklamada ‘‘Akdeniz'deki Amerikan uçak gemileri, hipersonik füzelerimizin menzilinde. Bu bir uyarı değil, hatırlatma" diyerek, nükleer harp başlığına sahip olan Rus yapımı, 2000 km menzili olan, ses hızından 12 kat daha hızlı olduğu ve 9-10 Mach hızlara çıkabildiği iddia edilen, henüz yeryüzünde herhangi bir hava savunma sisteminin engelleyip engelleyemeyeceğini bilmediğimiz ‘Kinzhal Füzeleri’ni taşıyan Rus savaş uçaklarının Karadeniz’de devriye uçuşları gerçekleştireceğini duyurdu.
Rusya Devlet Duması Savunma Komitesi üyesi Korgeneral Andrey Gurulyov ise yapmış olduğu açıklamada, Hipersonik Kinzhal Füzelerini depolarından neden çıkartıyor olduklarına dair şu ifadeleri kullandı.
‘‘Hesaplamalarıma göre bu gemilerde yaklaşık 750-800 Tomahawk füzesi var ve bunlar Rusya Federasyonu topraklarının önemli bir kısmını kapsıyor. Bu oldukça büyük bir güç. Cumhurbaşkanımız hemen Kinzhal füzeli Mig-31'i savaş görevine sokmaya karar verdi. Nedense herkes bir Kinzhal ile bir uçağın bir yere uçacağını, Karadeniz boyunca uçacağını hayal ediyor ama her şey çok daha küresel.
İlk olarak, bu, kontrol noktalarına belirli hedef talimatlarının verilmesiyle tek bir bilgi sistemine bağlı tüm keşif sistemlerinin kullanılmasıdır. Eğer bir uçak Karadeniz hava sahasına girerse, onu düşman hava saldırılarına, hava savunma sistemlerine ve diğer her şeye karşı koruyan bir destek kademesine sahip olmalıdır. Bu, Amerika’yı Rusya Federasyonu topraklarına saldırmayı düşünmekten caydıracak küresel bir dizi önlemdir.
Önümüzde tepeden tırnağa donanımlı, ülkemiz topraklarındaki hedefleri vurabilecek iki uçak gemisi grubu var, orada öylece durup burnumuzu mu karıştıralım? Normal tepki vermeliyiz. Evet, Kinzhal füzesinin kendisi son derece etkili, herhangi bir ABD savaş gemisini vurabilecek kapasitede, bu doğru. Eğer tüm Ortadoğu savaşın içine çekilirse, uçak gemisi grupları İran topraklarını vurmaya çalışırsa, İran sessiz kalmayacaktır, hedefleri hazırdır, tüm kritik nesneler, Demir Kubbe'ye ve diğer her şeye rağmen onlara farklı şekillerde saldıracaklardır.’’
Gurulyov’un da altını çizdiği gibi, Rusya’nın haricinde, İsrail’in bölgedeki en büyük hasmı olan İran’ın da 1.500 km menzile ulaşabilen balistik füzelere sahip olduğu biliniyor ve Kinzhallar gibi, İran’dan gelecek olan hipersonik füzelerin NATO görev gücü tarafından daha havada iken engelenebilmesi pek mümkün değil. Dolayısıyla Uçak Gemisi Görev Grubunun tüm bu tehditlerin sahip olduğu menzillerin dışında konumlanması, bölge ülkelerinden herhangi birisine karşı taktik saldırı pozisyonuna geçmemesi, hatta Kıbrıs açıklarından ziyade Girit adasının da gerisinde Libya denizinde bir konumda konumlanması nispeten kendisini koruması için gereklidir. Bu saldırgan değil çekingen bir pozisyon alış olacaktır ve ayrıyeten dünya gündeminde her ne kadar yer etmiyor olsa bile Libya üzerinde de faaliyet icra edebilmeleri için onlara imkan sağlayacaktır.
Fakat öte yandan, Doğu Akdeniz Görev Gücü, Rusya ve İran’dan gelebilecek balistik füzelerin menzillerinin dışında konumlanırken, bölge üzerinde faaliyet halindeki İsrail Hava Kuvvetlerine destek olma şanslarını azaltmış olacaklar. Çünkü İran hipersoniklerinden korunmak için 1500 km, Ruslarınkinden korunmak için 2000 km’den uzak bir mesafede konumlanmış olmak, görev grubundaki uçakların bu kadar uzun bir mesafeyi uçarak geçmesini gerektirecektir. Halihazırda yakıt ikmallerinin havada iken karşılanacağını hesap edersek, yakıt ikmali sürecinden karadaki hedeflerin bombalanmasına kadar, ardından İsrail topraklarında iniş yapmaları ve tekrardan havalanıp uçak gemisine dönmelerine kadar operasyonun bir çok aşamasında karadan-havaya ve karadan-karaya atış kapasitesi olan bölgedeki diğer oyuncular için açık hedef haline gelmeleri gibi sorunlar söz konusudur.
Bu bağlamda en son gelişme olarak ABD Savunma Bakanı Austin de bölgeye yeni Patriot hava savunma sistemleri gönderme kararı aldıklarından bahsettiği şu basın açıklamasını yaptı;
‘‘Bugün Savunma Bakanlığı'nın bölgedeki konumunu daha da güçlendirmek üzere bir dizi ilave adım atılması talimatını verdim. Bu adımlar bölgesel caydırıcılık çabalarını destekleyecek, bölgedeki ABD kuvvetleri için kuvvet korumasını arttıracak ve İsrail'in savunmasına yardımcı olacaktır.
İlk olarak, USS Dwight D. Eisenhower Uçak Gemisi Taarruz Grubunun hareketini Merkez Komutanlığı sorumluluk alanına yönlendirdim. Bu uçak gemisi taarruz grubu, halen Doğu Akdeniz'de görev yapan USS Gerald R. Ford Uçak Gemisi Taarruz Grubuna ilavedir. Bu, kuvvet duruşumuzu daha da arttıracak ve bir dizi beklenmedik duruma yanıt verme kabiliyetimizi ve yeteneğimizi güçlendirecektir.
Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) bataryasının yanı sıra ilave Patriot taburlarının da ABD güçlerinin kuvvet korumasını arttırmak üzere bölge genelinde konuşlandırılması için harekete geçtim.
Son olarak, ihtiyatlı acil durum planlamasının bir parçası olarak, hazır olma durumlarını ve gerektiğinde hızlı bir şekilde yanıt verme kabiliyetlerini arttırmak için ilave sayıda kuvveti konuşlandırmaya hazır olma emri verdim.
Bölgedeki kuvvet pozisyonu gereksinimlerimizi değerlendirmeye devam edeceğim ve gerektiğinde ilave kabiliyetleri konuşlandırmayı değerlendireceğim.’’
Hava savunma sistemlerinin başta İsrail olmak üzere Amerika’nın bölgedeki diğer üslerinde konuşlandırılacağını düşünürsek, ABD’nin, görevlendirmiş olduğu Uçak Gemisi Görev Gruplarının kendi güvenliğini almak zorunluluğunu da açık bir şekilde hisseder halde olması gayet doğaldır. Bu ihtiyacın haricinde, savaşın Lübnan ve Suriye’ye yayılması durumunda, bölgede konuşlu bütün ABD üsleri ve kuvvet gruplarının da tehlikeye girecek olduğunu hesap ediyor olmaları gereklidir, ki hali hazırda etmekteler.
Bölgeden gelen haberler gösteriyor ki, çeşitli yerlerde İran destekli gruplar ile ABD destekli gruplar arasında çatışmalar sürmekte ve İran destekli gruplar insansız hava araçları ve kamikaze dronlar kullanarak konuşlu ABD askeri üslerini hedef almaktalar. Suriye ve Irak coğrafyalarında İran’ın silahlandırmış olduğu vekil örgütleri hedef almaları, kendilerini korumaya almaları kadar da ihtiyaç dahilindedir Amerikalılar için.
Tüm bunların haricinde uzun yıllardır savunduğu iki devletli çözüm argümanını tekrar etmekten geri durmayan Çin, NATO’nun Doğu Akdeniz’de konumlanmasını hiç göz ardı etmiş durumda değil, her ne kadar bir çok diplomatik hamleyi peşi sıra yapmış olsalar bile. İlk olarak Dış İşleri Bakanı Wang Yi’nin ağzından Hamas’ın tanınabileceğini dillendirdiler. Akabinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada insani ateşkes ve bölgeye BM gücünün gönderilmesi gerektiği hususunda oy kullandılar ve meselenin barışçıl yollarla çözülmesi için Mısır ve Rusya ile birlikte çalışacaklarını deklare ettiler. Ortadoğu özel elçisi Zhai Jun’u diplomatik görüşmeler ve ortamı yumuşatmak için Ortadoğu’ya yollayıp, Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning’in ağzından ‘‘Uluslararası toplumda sıcak noktalara ilişkin meseleler ele alınırken büyük güçlerin objektif ve tarafsız olması gerektiğine inanıyoruz" mesajını verdiler. Bütün bu ‘iyi niyet gösterileri’ne ek olarak ve iş bu yumuşak güç hamlelerini bizatihi tamamlayacak şekilde, Çin Savunma Bakanlığı, Mayıs ayından beri körfez bölgesinde rutin donanma görevlerini sürdüren ve çeşitli tatbikatlara katılan görev gücünden 6 savaş gemisini son olarak Umman donanmasıyla ortak bir tatbikata katıldıktan sonra geçtiğimiz Cumartesi günü sessiz sedasız körfez bölgesinde henüz açıklanmayan bir yerde görevlendirdiğini duyurdu.
Sonuç itibariyle, ABD’nin Gerald R Ford’u yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü muhafazakarca kullanması ve destek olarak Dwight D Eisenhower uçak gemisi görev grubunu yola çıkartmış olması, akabinde Mount Whitney amfibi gemisini (karaya kuvvet nakletmek için) o bölgede görevlendiriyor olmasını tüm bu bölgesel ve küresel aktörlerin hamlelerini bir potada değerlendirerek düşünürsek, sadece Rusların veya Çinlilerin değil, Amerikalıların da bilfiil ‘iki katmanlı oyun’u aktif olarak oynuyor olduklarını görmemezlik edemeyiz.
İki Katmanlı Oyun
Hegemonya iddiasında olan devletlerin Yumuşak Güçlerini (Diplomasi) sırtlarını teyakkuz halinde olan Sert Güçlerine (Askeri Güç) dayayarak hedef odaklı politikalar üretmesi, taktik manevralarını kendi ‘Grand Strateji’lerine uygun olarak kullanabilmeleri ve böylelikle birbirilerini dengede tutabilmeleri, sahada tansiyon ne kadar yükselirse yükselsin, herkesin kalbi tutsa da, içi hop oturup hop kalksa da, son raddeye gelene kadar ciddi bir süreyi işgal edebilir. Bu bağlamda, gezegen üzerindeki en gelişmiş hava ve deniz kuvvetlerine sahip ordu kabul edilen ABD ve onun liderliğindeki NATO’nun karşısında, uzun süredir, Rusya ve Çin’in BRICS çatısı altında rahatlıkla ve küresel ticarette ‘Dolar Hegemonyası’nının geleceğini zamana yayılmış bir stratejik plan dairesinde tehdit edecek şekilde genişleme stratejilerini yürütmelerini anlaşılır kılan işte bu yukarıda tarif ettiğim, Yumuşak Güç ve Sert Güç, ikisini de iki katman olarak uyumlanmış halde kullanabilme kapasitesidir. Halihazırda Rusya lideri Putin de bu noktayı son konuşmalarından birisinde dikkat çekici şekilde vurguladı.
‘‘Bunların, ABD'nin Rusya ile savaşa hazırlandığını ileri sürmek, sağlıklı insanların zihnindeki sağlıklı düşünceler olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hepimiz savaşa hazırlanıyoruz çünkü eski bir ilkeyi takip ediyoruz: Barış istiyorsan, savaşa hazır ol.’’
Vladimir Putin, 15.10.2023
Pek kamuoyunda dillendirilmiyor olsa da, Hava ve Deniz Kuvvetleri açısından ABD’nin baskın rolü devam etmesine rağmen, Rusya ve Çin, ikisi birlikte bu gücü artık tehdit eder hale geldiler. İki ülke arasında, ‘‘kapsamlı stratejik ortaklık’’ ilişkisinin, bilakis kendilerinin hoşlanmadığı ve kullanmadığı ifadeyle söylersek, ‘Asya İttifakı’ konseptinin hatrı sayılır bir süre zarfında kademe kademe büyüdüğü ve geliştiği bir hakikattir.
İki ülke arasında 2002 yılında imzalanan ve askeri teçhizat, teknoloji lisansları ve ortak Ar-Ge faaliyetlerininin kapsamını genişleten "15 Yıllık Askeri İşbirliği Planı" söz konusuyken, 2014 itibariyle Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin hemen akabinde Rusya’nın kısmi yaptırımlara maruz kalmasına binaen iki ülke arasındaki ilişkiler daha da ivmelenmiştir. Özellikle 2017’den itibaren, işbirliğinin yerini birlikte üretim süreçleri almaktadır. 2021 sonu itibariyle ikilinin askeri gücü ABD’ye yaklaşmaktadır fakat geçemeyecektir şeklinde öngörülere konu olmaktayken, 2022 itibariyle sızan yeni veriler doğrultusunda yazılan çoğu değerlendirme oluşan yargıların yönünü değiştirmekteydi.
Prof. Dr. Hasan Köni’nin de yakın zamanda vurguladığı gibi, son dönem gelişmeler ve yeni analizler göstermektedir ki, Çin ve Rusya’nın, özellikle nükleer silahlanma, uzun menzilli balistik füze üretimi, insansız savaş unsurları, elektronik harp kabiliyetleri ve orduların modernizasyonu bakımından oldukça tehdit edici bir seviyeye gelmiş olmaları, hem BRICS Kollektif İşbirliği Örgütünün hem de Kuşak-Yol insiyatifi projelerinin genişlemesinin sırtını dayadığı asıl dayanaktır.
Prof.Hasan Köni, TVNET, Akıl Odası Programı, 13.09.2023
Özetle ve dünya siyasetinde gelinen nokta itibariyle, Başkan Joe Biden’ın, Amerika Birleşik Devletlerini ‘Essential Nation’ yani ‘Temel Ulus-Asli Millet’ ilan ettiği ve hem Ukrayna hem de İsrail’i aynı anda destekleyebileceklerini, buna kapasitelerinin izin verdiğini ve üstelik bunun onlar için bir mecburiyet olduğunu ifade ettiği konuşmasında Madeleine Albright’tan alıntılayarak sarfettiği şu sözlerini artık daha dikkatli okumak gerekiyor;
"Tanrı aşkına, biz ‘Amerika Birleşik Devletleri'yiz, tarihin en güçlü ulusuyuz - dünyanın değil, dünya tarihinin. Bunların her ikisiyle de ilgilenebilir ve genel uluslararası savunmamızı sürdürebiliriz…ve eğer biz yapmazsak, kim yapacak?"
Joe Biden, CBS News, 15.10.2023
Biden’ın bu konuşmasının arka planını eşelediğimizde ise, Amerikan Devleti adına Savunma Bakanlığı ve Pentagon (Sert Güç) ile Dış İşleri Çevreleri arasında (Yumuşak Güç) fikir ayrılıklarının su yüzeyine çıktığını görmekteyiz. Köprü görevini her koşulda, yine ve yeniden, politik-ekonomi araçları oynayabilecek mi?
Amerika’da Neler Oluyor?
Son bir kaç senedir sıklıkla duyduğumuz, Ukrayna meselesinden tutun Çin ile olan ticaret ağını kademeli olarak askıya almayı hedefine koymasına kadar, bir çok konuya dair yeri geldikçe tekrar edilen ve son zamanlarda yeri de pek sık gelir halde olan bir argüman var: Rusya ve Çin, bu iki ülke, mevcut ‘Kurallara Dayalı Uluslar Arası İlişkiler’e karşıdırlar ve onu akamete uğratmaktadırlar.
ABD’li diplomasi mahfillerinin bu zamana kadar arkasında sımsıkı durmaya çalıştıkları bu argümanı bugün savunuyor halde kalmaya devam etmeleri gittikçe zorlaşıyor. Gazze'de süregiden toplu cezalandırma ve soykırım şartlarına rağmen, üstün körü biçimde insani unsurları göz ardı etmeyin denilerek kayıtsız şartsız İsrail tarafınının desteklenmesi sıkıntı yaratmakta.
İsrail için teyakkuz halinde olan fakat Ukrayna için artık para yardımı yapmaya son derece gönülsüz olan Amerikan Temsilciler Meclisine yeniden ve bu kez Ukrayna ile birlikte İsrail için de fon talep ediliyor olması, gelinen nokta itibariyle Ukrayna’da yaşanılanların yarattığı tahammülsüzlüğün üzerine, bir de diplomasi mahfillerinde yaratmış olduğu huzursuzluğun artık gözlerden kaçırılamayacak hale geldiğini bizlere gösteriyor. Bir nevi uluslararası düzlemde meşruiyet devşirmek için kullanılan politik setlerin bizzat ABD’nin kendi eliyle yıpratılıyor olması, Ukrayna’da yaşanılan başarısızlığın üzerine tuz biber ekmiş durumda. Özellikle Dış İşleri Bakanlığının her katmanında itirazların yükseldiğine dair analizler ve itiraflar dolaşım halinde ve Amerikan Dış Politikasının diplomatlar tarafından da yapıcı bir şekilde eleştirilebildiği ‘Dissent Cable’- ‘Muhalefet Kanalı’ uygulamasına dikkatler yoğunlaşmakta.
Genellikle bu tür yazışmaların, devlet içerisinde departmanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve fikir ayrılıklarının yaşandığı dönemlerde artış gösterdiği bilinir. Buna binaen, ABD Dış İşleri Bakanı Antonhy Blinken’ın İsrail için çıktığı son Ortadoğu gezisinden tamamen elinin boş dönmesi, Ürdün Kralı Abdullah ve Filistin lideri Abbas tarafından, Başkan Biden ile olan görüşmelerin Bapthist Hastanesi saldırısının hemen ardından iptal edilmesinin yarattığı rahatsızlık da aşikar. Buna binaen mevzubahis katliamı takiben yeniden toplanan BMGK’de insani ateşkes kararının iki gün içerisinde iki kere veto edilmiş olması, özellikle ikincisinde tek veto hakkını kullanan üyenin ABD daimi elçisi olması ve diğer salonda BM İnsan Hakları Daimi Temsilcisi Michele Taylor’un konuşurken maruz kaldığı tepkiler gibi olayların, yaşanan süreç içerisinde diplomatik mahfillerde rahatsızlıklar yaratmaması zaten düşünülemezdi.
Fakat öte yandan, mevcut huzursuzlukların, ABD’nin İsrail ve Ortadoğu’ya dair politik hedeflerine net bir engel teşkil etmesi söz konusu değildir. ABD, her koşulda, İsrail için desteklerini sürdürmek, İsrail’in en önemli ve sürekliliği olan müttefiki olduğunu tüm dünyaya göstermek, en nihayetinde bölgedeki ağırlığını hissettirerek, İran ve Suudi Arabistan’ı aynı masada (BRICS) bir araya getirmiş Çin ve Rusya’ya karşı, bir denge unsuru olarak uzun süredir üzerinde ısrar ettiği
Suudi Arabistan Krallığı ile İsrail devleti arasındaki ilişkilerin normalleşmesi projesine geri dönebilmenin yollarını kendi Yumuşak Güç unsurları için açmaya çalışacaktır. Hatırlarsınız, normalleşme çalışmalarını akamete uğratan yine Filistin meselesi olmuştu.
Gelgelelim ABD’de erkin sahipleri, süreci sadece bir dış politika meselesi olarak görmemekteler. Hem içeride ekonomi-politik yeniden yapılanma, hem de bölge üzerinde yeni jeo-stratejik açılımların temellerini oluşturmak adına önemli fırsatların yatıyor olduğuna kaniler. Başkan Biden’ın ekonomik kalkınma programı üzerinden geliştirilen stratejiye uygun olarak, hem İsrail hem de Ukrayna’da savaşları aynı anda desteklemenin ABD için önemli bir ekonomi-politik avantaj sağlayacağı fikri üzerinde duruyor ve kamuoyuna şu argümanı ileri sürüyorlar.
"Bir konuda açık olmama izin verin; Stoklarımızda bulunan Ukrayna ekipmanlarını gönderiyoruz. Kongre tarafından tahsis edilen parayı da kendi depolarımızı, kendi stoklarımızı yeni ekipmanlarla doldurmak için kullanıyoruz. Amerika'yı savunan ve Amerika'da üretilen ekipman. Arizona'da üretilen hava savunma bataryaları için Patriot füzeleri. Ülke genelinde 12 eyalette, Pennsylvania, Ohio ve Teksas'ta üretilen top mermileri. Ve çok daha fazlası…Biliyorsunuz, tıpkı İkinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi, bugün de vatansever Amerikalı işçiler demokrasinin cephaneliğini inşa ediyor ve özgürlük davasına hizmet ediyor."
Joe Biden, Ulusa Sesleniş Konuşması, 19.10.2023
Bidenomics olarak adlandırılan ve 2021 sonu itibariyle pandemi ertesinde hayata geçirilmek için üzerinde çalışıldığının duyurulduğu Yeni Amerikan Üretim Bazlı Kalkınma Ekonomisi Programı olarak okuyabileceğimiz, çoğu mavi yakalı yaklaşık 20 milyon Amerikalıya yeni iş ve üretim olanakları sağlamayı amaçlayan programın jeopolitik gelişmeler ışığında güncellendiğini görmekteyiz. Başkan Biden, iki yıl önceki ulusa sesleniş konuşmasında da şu sözleri sarfetmişti;
‘‘Şimdi yeni bir ekonomiyi yeniden hayal etme ve inşa etme zamanıdır. Amerikan İş Planı, Amerika'da milyonlarca iyi iş yaratacak, ülkemizin altyapısını yeniden inşa edecek ve ABD'yi Çin'le rekabet edebilecek konuma getirecek bir yatırımdır. Kamu iç yatırımlarının ekonomiye oranı 1960'lardan bu yana yüzde 40'tan fazla düşmüştür. Amerikan İş Planı, eyaletler arası otoyolları inşa ettiğimizden ve Uzay Yarışını kazandığımızdan beri Amerika'ya yatırım yapmadığımız bir şekilde yatırım yapacaktır.’’
Joe Biden, Ulusa Sesleniş Konuşması, 31.03.2023
İlginçtir, altyapı kalkınma projelerinden bölgesel üretim üslerine kadar oldukça detaylı hazırlanmış programın içeriğinde silahlanmanın yeniden canlandırılacağından hiç bahsedilmemekteydi. Bugün ise odak noktasında Amerikalıların 1. ve 2. Dünya Savaşının ilk zamanlarında olduğu gibi silah üretimi üzerinden istihdam gücünü geliştirileceği ileri sürülüyor.
Buradan hareketle, diplomatik mahfillerin karşısında ekonomi-politik kararların revizyonunu daha detaylı düşündüğümüzde, belirleyici oyuncunun Sinai-Askeri Kompleks olarak adlandırılan Amerikan Silah Endüstrisi ve onun üzerinde çok etkin olduğu Pentagon ve Savunma Bakanlığı çevrelerinin olduğu net bir şekilde görülmektedir.
Filhakika, Doğu Akdeniz’den İran’a kadar bütün Ortadoğu’da savaşı genişletme ihtimali ortaya çıktığında, bir başka deyişle sahada nesnel koşullar olgunlaştığında, bunu kullanmak isteyecek oldukça güçlü bir kanadın Amerikan siyasi dengelerinde aldığı pozisyonu görüyor isek, bizlere düşen, kendi ihtiyaçları için bu fırsatları değerlendirirken, Amerika Birleşik Devletleri’ni hangi jeopolitik motivasyonlarla hareket etmeye zorlayacağını kavramaktır.
Jeopolitik Motivasyonlar
6 Ekim 2023 gününe kadar, İsrailli karar vericilerin ve Amerikalı meslektaşlarının ajandalarında İsrail’in stratejik anlamda bir tür pasif kuşatma altına girmek üzere olduğunun notlarının alınmadığını, bu durumu en yüksek makamlarda tartışmadıklarını iddia etmek büyük bir yanılgı olacaktır.
Güneyinde Mısır, 01.01.2024 itibariyle resmen ve fiilen BRICS+ üyesi olacak. Kuzeyinde Lübnan’da en etkili güç olan ve 2014’te yaşadıkları savaş sürecinden ciddi kayıplarla ayrıldıkları Hizbullah üzerinde yoğun bir İran ve Rusya etkisi söz konusudur. Buna binaen uzun yıllar savaşmış İran ve Suudi Arabistan’ı 2021 yılından itibaren yumuşatarak sonunda uzlaştıran ve birlikte çalışmaya ikna eden Çin, ikisinin birden Mısırla birlikte BRICS+ üyesi olmalarından gayet memnundur. Bunları haricinde en önemli mesele ise, Arap Birliğine yeniden kabul edilmiş olan Suriye, 2022 yılında Çin’in Kuşak-Yol Girişimine katılmasının ardından Eylül 2023 sonu itibariyle yine Çin ile Stratejik Ortaklık antlaşması imzalamıştır. O halde ilk soru kendiliğinden önümüzde durmaktadır; İsrail bu stratejik kuşatmadan nasıl çıkabilir?
İsrail’in bu kuşatmadan çıkabilmesi, bir zamandır Türkiye kamuoyununda da gündem olduğu üzere, Suriye topraklarının güneyinden kuzey doğusunda Amerikanın uzun bir süredir destekleri ile büyütüp semirttiği Suriye PKK’sı olan YPG/SDG ile koordine olabilmesini, askeri ve ticari ilişkisini sürdürebilmesini sağlayacak olan, Davut Koridoru adı verilen coğrafi bağlantıyı kurabilmesini gerektiriyor. Bu da doğal olarak Gazze’den sonra Batı Şeria’nın da boşaltılmasını İsrail için mecburi kılıyor.
İsrail Hükümeti için bu koridorun sağlama alınması ne kadar hayati ise, ABD için de o kadar hayatidir. Çünkü özellikle Çin-Suriye stratejik antlaşmasının içerisinde Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlama alınması ve yeniden inşa edilmesi gibi başlıklarda yer almaktadır. Suudi Arabistan, Emirlik ve İran’dan sonra, işin aslı Kahire’den Karaçi’ye kadar iş bu enerji ve ticaret coğrafyasının çok büyük bir kısmını Dolar dışı ticarete kaptırmak üzere olan ABD için bu kabul edilemez bir durumdur. Haliyle İsrail, kendi Filistin sorununu iki devletli olarak çözmeyi kabul etse dahi, Batı Şeria’dan başlayarak Suriye’nin güneyinden kuzeydoğusuna ulaşacak şekilde bölgenin egemenliğinden asayişine, demografisinden altyapısına kadar yeniden düzenlenebilmesi gerekmektedir. Bu da doğal olarak arkalarında ABD ile Çin ve Rusya’nın yer aldığı, İran’ın da tamamen devrede olacağı bir İsrail-Suriye savaşı demektir. Çünkü aynı koridora tersten bakarsak eğer, İran’ın mevcut Molla Rejiminin Grand Stratejisi olan Büyük Şii Hilali’nin bir parçası olduğunu ve İran’ın tam olarak Akdenize erişme misyonunun Deyr-Zor’dan itibaren son ve vazgeçilmez ayağı olduğunu da görüyoruz.
Öte yandan, ABD için Davut Koridoru madalyonun sadece bir yüzüdür. Diğer yüzünde ise Ortadoğu’da geniş bir tampon bölge yaratma ihtiyacı yatmaktadır. Amerika içerisinde Büyük Ortadoğu Savaşını isteyen kanat için, Doğu Akdeniz’den Dicle’ye kadar olan bu büyük alanı sadece Sünni toplumlar değil, çoğunlukla İran kontrolündeki Şii gruplardan da arındırmak, en nihayetinde de Rusya’nın etki alanı olmaktan çıkarmak gerekmektedir. YPG/SDG’yi bunca zamandır besleyip büyütmesinin bir sebebi de budur.
Bu jeostratejik açılım, konjonktürel açıdan hem Ukrayna’dan sonra Rusya karşısında dengeyi sağlamayı hem de çok daha avantajlı bir konuma gelerek Rusya-İran işbirliğini çok ciddi biçimde tehdit edebilmelerine, hatta bozmalarına hizmet edecektir. Dahası BRICS ile anlaşan diğer bölge ülkelerinin tekrardan ABD etki alanına girmesine vesile olabilir. Tüm bunların hayata geçebilmesi için bölgenin en batısından en doğusuna kadar yangın içerisinde kalması gerekiyorsa bunu göze almak zorunda olduklarının farkında oldukları anlaşılıyor. Çünkü Amerikan devleti ve siyasetinde savaş isteyen ve savaşlarla beslenen kanat için, Ortadoğu’dan tamamen askeri anlamda arkasına bakmadan çekilebilecek rahatlığa erişebilmek, yüzünü halihazırda Pasifik Okyanusunda çevrelemeye çalıştığı Çin’e net olarak çevirebilmek anlamına geliyor.
Gelgelelim sürecin iyice griftleştiği yer de buradan itibaren başlıyor. Davut Koridoru ve devamında bütün Ortadoğu’yu kendi arka bahçesi haline getirerek İsrail’in kontrolüne bırakmak ABD’nin Sinai-Askeri Kompleksi tarafından yönetilen kanadının ihtiraslarına rağmen ne kadar mümkündür?
Hayal Tacirlikleri ve Hakikatler
Sinai-Askeri kanadın aksine, ilginçtir ki, Joe Biden yönetimi, bugün her ne kadar hem Ukrayna’da hem Levant bölgesinde savaşları hem finanse edebileceklerini, hem askeri anlamda destekleyebileceklerini ve hatta yönetebileceklerini, üstelik bunun Amerikanın geleceği için elzem olduğunu sıklıkla tekrar ediyor olsalar bile, iktidarı devralmalarından sonra uzunca bir süre boyunca Ortadoğu’ya denge unsurları yerleştirmeye çalışmaktaydılar. Çin’in bölgeye olan büyük iştahının farkında oldukları için, tüm coğrafyayı iki taraflı bir güç dengesi içerisinde tutmak, bu sayede tüm konsantrasyonlarını Ukrayna’da Rusya’yı geri püskürtmek ve Avrupa’yı Rus tehditinin yardımıyla dönüştürmek üzerine kurgulamışlardı.
Yukarıda da değindiğim gibi, İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi çalışmaları, Suudiler ile İran arasında Çin’in tesis ettiği düzlemin bir nevi ikizi sayılacak ve bölgeyi bir denge mekanizması içerisinde tutmaya yarayacaktı. Üstelik Suudilerin tamamen Çin yörüngesine girmesine engel olacağı gibi, İran’ın da etkisini hayli azaltmış olacaklardı.
Fakat Biden yönetimi, bunun da ötesine geçerek, Amerikan Dış Politikasının efsanevi ismi Henry Kissinger’ın 1972’den itibaren, Şah Rejimi yönetimi altındaki İran’ı dahiyane biçimde Sovyet Rusya’ya karşı kullanma stratejisine kendi çaplarında fakat beceriksizce öykündüklerini düşünmemize vesile olacak hareketlere de giriştiler. Tahran’daki Molla Rejimi ile ilişkileri yavaş yavaş düzeltme yoluna gitmekteydiler, özellikle İran’ın Nükleer çalışmalarına ‘göstermedikleri’ sert tutum, ve hafifletmeye çalıştıkları yaptırımlar, iş bu yolu açmayı umut ettiklerini düşündürmekteydi. Fakat Ortadoğu’da işler umut ederek, hayal tacirliği yaparak yürümez. Her şey kontrol dışına çıkabilir, tahmin ve tahayyül edemeyeceğimiz kadar kirli ve Bizansvari ilerleyebilir.
Mesela Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırılarda ABD ve ortakları tarafından Ukrayna’ya iletilen silahların kullanılması ve bunun tüm dünyaya servis edilmesinin arkasında yatan sebep ne olabilir?
Rusya haber Ajansı Ria Novosti, Axios’a dayandırdığı ve manşetten yayınladığı 15.03.2023 tarihli haberinde, İsrail’in geliştirmiş olduğu Anti-Dron sistemlerini Ukrayna için lisansladığını yazıyordu. Bu haber, İsrail'in, Rusya'ya göre özel askeri operasyon, NATO’ya göre Ukrayna’nın işgal edilmesi, benim açımdan ‘taktik oyalama savaşı’ olan Ukrayna’da ki Wagner operasyonlarının başlangıcından bu yana ilk kez, üstelik Kiev ve Batılı ülkelerden gelen sayısız çağrıya rağmen daha önce kabul etmediği Ukrayna'ya olası silah tedariki için lisansları onayladığı anlamına gelmekteydi.
Rusya lideri Putin’in ofisine bu olaydan itibaren Benjamin Netanyahu hükümeti ile Volodimir Zelenski hükümetleri ve İstihbarat servisleri arasındaki ilişkilerin dikkatle takip edildiği raporların ulaşmadığını düşünmek safdillik olur. Bu bağlamda Hamas’ın eyleminde Ukrayna’ya gönderilmiş olan silahların kullanılarak dünya basınına servis edilmesini yeniden durup düşünmemiz gerekir. Dahası, ABD başkanının Kongre’den hem Ukrayna hem de İsrail için fon talep etmesi, iki savaşı da bir arada yürütüp yönetebileceklerini iddia etmesi ve Batı basınında sıklıkla Ukrayna lideri Zelenski ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun resimlerinin artık yan yana geliyor olması dikkate değer gelişmelerdir. Üstelik Ukrayna’da savaşın ilk başladığı günlerde Zelenski’nin yapmış olduğu şu açıklamayı düşünürsek;
"Ukrayna kesinlikle başından beri istediğimiz şeye dönüşmeyecek. Bu imkansız. Tamamıyla liberal ve Avrupalı, böyle bir şey olmayacak. Tüm halkımız bizim büyük bir ordumuz olacak. Geleceğin İsviçre'sinden' bahsedemeyiz. Kendine has görünüşe sahip bir 'Büyük İsrail'e dönüşeceğiz"
V.Zelenski, Ukrayna Devlet Başkanı, 6.04.2022
Gelgelelim, hem Ukrayna’da tükenen stoklara rağmen karşı saldırının son kertede oldukça başarısız olması, hem Ağustos ayında gerçekleştirilen BRICS+ toplantısında alınan genişleme kararından sonra dünya enerji liginin çok büyük bir kısmının artık Asya İttifakının yörüngesine giriyor olması ve hemen akabinde patlak veren Sahel Afrikasında yaşanılan jeopolitik gerilemeler, devamında Ortadoğu’da İsrail-Suudi Arabistan normalleşme sürecinin, Suudiler eliyle tedavülden kaldırılması, üstüne üstlük ABD’nin Kuzey Atlantik İttifakında kadim ortağı olan İngiltere’nin üzerine epey titizlendiği Ermenistan’a NATO kuvvetlerini yerleştirme ve Rusya-İran ilişkisine zarar verme konusunda yaşanılan hayal kırıklıkları, ABD içerisinde hali hazırda Biden yönetimini zor duruma düşürmeye vesile arayan siyasi rakiplerinin Sinai-Askeri Kompleksin desteğini almalarını sağlamaya yetti de arttı.
Hafızalarda tazedir, 7 Ekim sabahı başlayan Hamas saldırısından önce neredeyse bütün dünya kamuoyu Başkan Joe Biden’ın görevi kötüye kullanmaktan dolayı azledilmesinin hararetle tartışıldığı Temsilciler Meclisine yönelmişti. Bugün gelinen noktada ise, İsrail’de, henüz daha Kara Harekatı başlamadan ve son 14 günde 5000’den fazla kişi ölmüş olmasına rağmen, başkan Joe Biden Amerikan Kongresinden hem Ukrayna hem de İsrail için şu rakamların ilk parti olarak onaylanmasını talep ediyor.
Lafı uzatmaya gerek yok; sahanın gerçekleri bizlere resmi anlatır. Elbette Doğu Akdenizde yoğunlaşan NATO’nun kuvvet gruplarına herhangi bir direkt veya indirekt etki olmaz ve bu savaş gücü harekete geçer, başka hiç bir kuvvet müdahale etmez ise Lübnan yerle bir olur. Hizbullah, her ne kadar ciddiye alınması gereken bir savaş kabiliyeti ve envanterine sahip olsa bile böyle bir donanma ve hava gücünün karşısında, İsrail’in de Gazze’de meskun mahal çatışmaları yerine Lübnan’da daha geniş alanlarda kara savaşına odaklandığı bir senaryoda, her ne kadar kara harekatı gücüne dair bir çok eleştiri yapılıyor olsa da, doğal olarak, ‘tek başına’ kazanamaz.
Fakat daha Lübnan’da Hizbullah ve Suriye’deki İran’ın diğer paramiliter yapılanmaları temizlenmeden, Esad Rejimi ve Irak’ta konuşlamış tüm İran destekli gruplar hedefte olacağı için, yani tüm bölge kanvasa alınıyor olduğu için, Esad rejiminin hamileri olan, stratejik partneri Çin ve Rusya ile üyesi olduğu Arap Birliği bu duruma kolay kolay seyirci kalabilirler mi? Üstelik tüm bu süreçte ABD’nin Suriye kuzeydoğusunda bakıp besleyip semirttiği gelgelelim içerisinde hem Rusya ile hem İran ile dirsek temasında olan kliklerin de olduğu Suriye PKK’sı SDF-YPG’nin de rahat durmayacağını hesaba katar isek?
İsrail ve ABD liderliğinde toplanan gücü, karşılarındaki 3H- Hizbullah, Husiler ve Hamas’ı kullanarak uğraştıracak olan bölge ülkeleri, en başta da İran ve birlikte bölgeye dair grand stratejileri fiilen uygulamaktan çekinmeyecek olan ülkeler yani Rusya ve Çin, ölçek bu anlamda büyüdüğünde elbette farklı ve türevli tepkiler vereceklerdir. Çünkü vermemeleri halinde BRICS+’in bütün genişleme stratejisinin alt üst olacağı bir senaryodur bu, haliyle simetrik cevaplar ivedi biçimde, asimetrik cevaplar ise peşi sıra gelecektir. Simetrik cevaplardan İsrail payına düşeni alır almasına üstelik epey yıpratıcı da olabilir İsrail için. Böylelikle bölgede tam bir ateş sarmalı oluşmuş olur. Fakat artacak ateş yoğunluğuna doğru orantılı olarak, aktif asimetrik saldırıların olması da beklenir. Bunun hiç gerçekleşmeyeceğini düşünmek de safdillik olur.
Malumunuz, savaş idaresi kuvvet ve saha yönetimi olduğu kadar taktik hamleler ile yapılan aldatmacalardan oluşur. Kısacası, savaş hiledir. Ama daha evvelinde, özellikle denk güçler arasında ve iyice griftleşen şartlar oluştuğunda, stratejik anlamda zamanı topografya gibi yönetebilme ve taktiklerini bu zaman-mekanda belirleyebilme üstünlüğü olanın büyük avantajlar elde edeceği bir tür riskler ve süreçler yönetimidir. Bu noktada beklenmeyen hamleler ile zamanı bükmek, tüm süreçleri tersine işletmeye sebep olabilir.
Mesela ya o uçak gemileri Akdeniz’in tuzlu ve serin sularına gömülürse?
Ya Eğer USS Gerald R. Ford Yeni Pearl Harbor Olursa?
Rasyonelliği elden bırakmadığım müddetçe, soru olarak sorduğum bu ihtimali oldukça düşük bir olasılık olarak görüyorum. Amerika’nın bölgeye göndermiş olduğu görev gücü gruplarından, özellikle Gerald Ford Uçak gemisinin, 1941’de Hawaii’ye bağlı Oahu adasında bulunan Amerikan Pasifik Filosu ve Pearl Harbor askerî üslerine dönemin Japon İmparatorluğunun emriyle yapmış olduğu kamikaze saldırılar sonucunda yaşanan felakete benzer bir felaketin yaşanacağını şimdilik öngörüyor değilim.
Fakat bu bir savaş, üstelik konvansiyonel ordulardan ziyade bir çok unsurun aktif olarak sahada yer aldığı, sahada olan mücadelelere oranla stratejik mücadelenin çok çok daha şiddetli ve kora kor geçmekte olduğu, hali hazırda hem Karadeniz hem de Akdeniz’de iki cephede birden kuvveden fiile dönüşmüş olan bir savaş. Bu da demektir ki her an, her şey mümkün.
O halde, böyle bir ihtimalin fiziken mümkün olup olmayacağını tartışmak ve eğer gerçekleşirse ardından neler yaşanabileceğine dair projeksiyonlarda bulunmak gerekir.

Yaygın kanının aksine, Amerikan Donanmasına ait olan bu elit seviye kuvvet grubundaki uçak gemileri batırılamaz değillerdir. Çeşitli tatbikatlarla da bu durum kanıtlanmıştır. Üstelik bu sefer, daha önce hiç ‘görücüye çıkmamış’ olan yukarıda bahsettiğim hipersonik füzelerin devreye girmesi de söz konusu.
İşin askeri sonuçlarını bir tarafa bırakarak düşünürsek, böyle bir olay gerçekleştiğinde, dünya kamuoyu nasıl etkilenecektir? Başka bir ifadeyle, dünya yeniden bir Pearl Harbor vakasına tanıklık etmeye hazır mı?
Bu soruyu özellikle bu şekilde formülize ettim çünkü Doğu Akdeniz’de böyle bir felaketin yaşanması durumunda, artık ABD’nin, sadece hegemonyası için değil, kendisi için de varoluşsal bir tehdit algısına kapılması ihtimal dahilindedir. Neden ihtimal dahilindedir? Çünkü hem Rusya’nın, hem Çin’in, hem de yakın ilişkiler tesis etmekte oldukları Kuzey Kore’nin kıtalararası balistik füzeleri ve küresel çapta bir dünya savaşını bu büyük nükleer silahlarla yürütme güçleri var. Haliyle eğer Gerald R. Ford hipersonik füze saldırılarıyla batırılır ise, böyle bir durumda Amerikan reaksiyonerliğinin boyutlarını öngörmek neredeyse imkansız hale gelebilir. Pearl Harbor saldırısına kadar savaşta olan kuvvetleri üretttiği silahlar ile besleyen-donatan ABD, o saldırının ardından resmen İkinci Dünya savaşına dahil olmuş ve savaşın sonunu Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı Atom bombaları ile getirmişti.
Peki tarih yeniden tekerrür eder mi?
Açıkcası, o günden farklı olarak bugün dünya üzerinde birden çok ülkede çeşitli türevler ve kapasitelerde geliştirilmiş olan Nükleer silahlar olduğu için, 1. Soğuk Savaş ve sonrasında ‘Nükleer Denge’nin korunması söz konusu olmuştu. Gelgelelim, Rusya’nın Mayıs sonu itibariyle feragat ettiği küresel ölçekte Nükleer silahların kontrolü antlaşmalarından sonra, mevcut durumda, ABD’li yetkililerin, Ruslar ile doğrudan temas kurarak 2026 yılı ve sonrasında nükleer risklerin azaltılması ve silahların kontrolüne ilişkin görüşmelerin yeniden başlamasını talep ettiklerini biliyoruz. Rusya’nın ise, deyim yerindeyse talebi hasır altı ettiğini, diplomatik nezaket ölçüsünde geçiştirdiğini ve eğer bir yanıt verilecekse bu yanıtın şekli ve içeriği konusunda zaman içerisinde karar verileceğini söylediğini de.
Bununla birlikte, ilki 2009’da yayınlanan Amerikan’ın Stratejik Duruşu Üzerine başlıklı Amerikan Kongresi Nihai Raporu Ekim 2023 itibariyle güncellenmiş ve geliştirilmiş haliyle ikinci versiyon olarak yeniden yayınlandı. İş bu raporda, ABD'nin stratejik nükleer güç pozisyonunun tarif edilen şekilde değiştirilmesi gerekliği tavsiye kararı olarak sunulmuştur.
Bazı maddeler özellikle dikkat çekmekte:
▪️ Amerika Birleşik Devletleri'nin kıtalararası balistik füzeler kullanmaktan kaçınmaya devam etmesini sağlamak önceliktir.
▪️ Artan Çin nükleer tehdidi nedeniyle daha fazla sayıda hedefin ele alınması gerekir.
▪️ Çin'in büyük ölçekli, karşı güç kabiliyetine sahip füzeler geliştirmesi ihtimaline karşı, Rusya'nın tehdidiyle aynı düzeyde bir tehditi ABD'nin stratejik nükleer kuvvetleri için oluşturmaktadır.
▪️ ABD’nin Nükleer kuvvet duruşu acilen değiştirilmelidir: Başkan'a caydırıcılık sağlamak için askeri açıdan etkili bir dizi nükleer müdahale seçeneği sunmak gerekmektedir.
▪️ ABD ve müttefiklerin nükleer olmayan kabiliyetlerindeki eksikliklerin sıralı bir şekilde telafi edilmesi gerekmektedir ve Rusya ile Çin'e karşı eşzamanlı iki taraflı çatışma için hazır hale gelinmelidir.
Görünen o ki, bu türden pozisyon almaları tetikleyen sürecin içerisinde, sadece Rusya’nın değil, Çin’in de kendi envanterlerinde olan nükleer silahlarının artık sadece caydırıcılıktan ibaret olmadığını gösterme ihtimallerinin olduğuna Amerikalıların ciddi olarak inanıyor olduğunu es geçmemeliyiz.
Amerikan Hegemonyası karşısında kapsamlı stratejik ortaklık adı altında ittifak halinde bulunan bu iki süper gücün, kendilerinin tarif ettiği şekilde yeni uluslararası ilişkiler düzlemi istiyor oldukları, bu taleplerini küresel ticaret ağlarını kurgulayarak dünya geneline yaymakta oldukları bir vaka olduğu kadar, gelinen nokta itibariyle Nükleer Saatin ritminin oldukça hızlanmış olabileceği de ihtimaller kümesindedir.
Rusya ve Çin için, küresel hegemonyanın ilişkileri domine eden kuvvet olmaktan çok, kurallara dayalı ortak uluslar arası ilişkiler düzleminin kendisi olması ve bu doğrultuda yeniden kurgulanması ne kadar gerekliyse, ABD içinde kendi hegemon pozisyonunu koruyabilmek o kadar önceliklidir. İş bu süper güçler arasındaki rekabetin sadece 2. Soğuk Savaş formunda devam etmeyeceği, bugün Ortadoğu’da patlak verdiği şekliyle sıcak çatışma alanlarına kaynak olmakla da kalmayacağı, içerisinden geçiyor olduğumuz dönemde daha yıkıcı sonuçlara sebebiyet verecek gelişmeleri tetikleyebileceği de ihtimaller dahilindedir.
O halde insanlık adına geri dönüşü asla olmayacak türden bir yok oluş haline bürünebilecek kadar tehlikeli oyunlara yükselebilme ihtimali olan bu gidişat içerisinde, her yerde birden, her koşulda ve her konuda sadece aklı selimin galip gelmesini dilemek ve talep etmek hepimiz için öncelikli görev olmalıdır.