Henri J. Barkey: "Hayatta Kalan Erdoğan"
Memleketimizde şöhreti malum Barkey'in Foreign Affairs'teki köşesinde çıkan son yazısı, "Washington'ın Türkiye'nin Tuluatçı Şefine Karşı Yeni Bir Yaklaşıma İhtiyacı Var" alt başlığı ile yayınlandı.
Çevirmen Önsözü;
“ABD, Türk kimliğini ve ulusal çıkarlarını kendi vizyonunu yansıtacak şekilde yeniden inşa etmeye kararlı, alışılmadık bir popülist-otoriter liderle karşı karşıya.”
Henri Jak Barkey. İsmi, Türkiye siyasetinin son çeyrek asırdır en çok duyulan aktörlerinden biri. İzmir'li Musevi bir ailenin çocuğu olarak 1954 yılında İstanbul'da doğmuş, ABD ve Türkiye vatandaşlığı bulunan Barkey’i hemen her taşın altından çıkışından tanıyoruz. Tek tek anlatmaya gerek yok. Merak edenler basit bir web aramasıyla Barkey’in birbirinden nadide incilerine ulaşabilir.
Bu malumatfuruş çifte vatandaş, “The End of Erdoğan” diye bir makale kaleme almıştı, Mart 2014’te. Şimdi de “Erdogan the Survivor” adını vermiş son makalesine. Foreign Affairs’te 17 Ağustos 2023 tarihli yazısında, Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihsel süreç içindeki serencamına dair derin bir analizini yaparak, Amerikan müesses nizamına seslendiğini görüyoruz. Ve elbette, “gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla” kabilinden Erdoğan’a da. Tam da bugün koşullarında kurulmuş her cümlenin altında ciddi bir geçmiş yekünü ve kalın perdelenmiş bir gelecek tasavvuru ile…
Dünya siyasetinin içinden geçtiğimiz olağanüstü gelişmeleri esnasında, ülkemiz ve dünya siyasetinin bu ilginç figürünün kaleme aldığı yazıyı siz Gûngen okurlarının dikkatine sunmak istedik:
♾️
HAYATTA KALAN ERDOĞAN
(Orijinal Adı; “Erdogan the Survivor”)
Washington’ın Türkiye’nin Tuluatçı Şefine Karşı Yeni Bir Yaklaşıma İhtiyacı Var
Temmuz ayında NATO’nun Vilnius’taki yıllık zirvesi sırasında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan beklenmedik bir şekilde İsveç’in ittifaka katılma teklifine yeşil ışık yaktı. Bu hamle, liderlerin zirvede nadiren karşılaştıkları bir kişiye özel kutlama ve övgüye neden oldu. ABD Başkanı Joe Biden, Erdoğan’ın “cesaretini, liderliğini ve diplomasisini” alkışladı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg “Bu tarihi bir gün” dedi.
Vilnius, Türkiye ile Batı ve özellikle de Türkiye ile ABD arasında cesaret kırıcı sürtüşmelerin yaşandığı bir dönemde anlık bir mola oldu. ABD-Türkiye ortaklığı şu anda NATO ittifakı içindeki en ihtilaflı ilişki gibi görünüyor. Erdoğan’ın İsveç’in üyeliğini engelleme girişimi, Türkiye’yi bir Rus hava savunma sistemi satın aldığı için cezalandıran Washington’a karşı, kısmen, bir misillemeydi. Bu beş yıldır süren anlaşmazlık, güvensizliği arttırarak ve karşılıklı suçlamalara sahne olarak, ABD-Türkiye ilişkileri tarihindeki en ciddi çatışmalardan biri haline geldi.
Türkiye, yükselen enflasyon, mülteci akını ve yıkıcı bir depremin etkileri gibi iç sorunların altında eziliyor. Ancak Mayıs ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Erdoğan ülkenin sorunlarını, özellikle de yaklaşan ekonomik krizi Washington’un kapısına dayamayı tercih etti. Erdoğan Türklere, kendisine oy vermek suretiyle “ABD’ye bir ders vereceklerini” söyledi.
Politika yapıcılar Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğine verdiği nihai desteğin kategorik bir değişim anlamına geleceğini ummamalı. Vilnius’a giden yolda yaşanan kaos ve Erdoğan’ın Batı karşıtı seçim söylemi, on yıllardır ABD-Türkiye ilişkilerini karakterize eden karışık sinyaller, iletişimsizlik ve güvensizlikten oluşan uzun tirbuşonun sadece en son dönemeçlerini temsil ediyor. Eski bir üst düzey Dışişleri Bakanlığı yetkilisi olan George Harris, “Sorunlu İttifak: Tarihsel Perspektifte Türk-Amerikan Sorunları” adlı kitabını 1972 yılında yayınlamıştı; kitabın tanımladığı temel dinamikler hâlâ mevcut. Ancak ilişkilerin onarılmasına yönelik bir dizi rapor ve öneri karşısında, ABD ve Türk vatandaşları arasında bir zamanlar yakın olan bağlar bile giderek zayıflamaya devam etti. Gerçekten de ilişkiler o kadar zayıfladı ki, gerçek ya da hayali bir başka büyük kriz, ABD-Türkiye ilişkilerine iki ülkenin de geri döndüremeyeceği türden bir zarar verebilir.
Amerika Birleşik Devletleri tamamen yeni bir yaklaşım benimsemelidir. Sıfırlama, Washington'un Ankara ile varsayılan ilişki biçimini belirlemesinden bu yana Türkiye'nin ne kadar değiştiğinin anlaşılmasıyla başlamalıdır. Washington, Ankara'nın ‘normal’ bir müttefik olduğuna dair vazgeçilmesi zor bir algıya sahip. Çelişkili kanıtlar karşısında bile, sanki tek başına davranışları bu hayali gerçeğe dönüştürebilirmiş gibi, bu arzuyla hareket etti. Çoğunlukla Washington, anlaşmazlıklar önemsizmiş gibi davranarak kamuoyu önündeki tartışmalardan kaçınmaya çalıştı; son dönemdeki ABD-Türkiye yakınlığı en iyi şekilde ‘transaksiyonel’ yani durumsal olarak adlandırılabilir. Ancak Türkiye’nin etrafındaki güvenlik ortamı değişti ve Erdoğan’da ABD, Türk kimliğini ve ulusal çıkarlarını kendi vizyonunu yansıtacak şekilde yeniden inşa etmeye kararlı, alışılmadık bir popülist-otoriter liderle karşı karşıya.
Jeopolitik ve askeri önemi ve ekonomik potansiyeli sayesinde Türkiye paha biçilmez bir müttefiktir. Washington'un küresel stratejik hedeflerine ulaşmak için Ankara ile yakın çalışmaktan başka seçeneği yok. Ve öngörülebilir gelecekte Washington, Erdoğan gibi talepkâr, kibirli, ne yapacağı kestirilemeyen ve iki ülke ilişkilerinin özüne zarar verme riski taşıyan seçici krizler yaratmaya istekli bir liderle yüzleşmek zorunda kalmaya devam edecek.
Yine de ilişkiyi dramatik bir şekilde değiştirmek için eşsiz bir fırsat var. Bu fırsat ilk olarak Türkiye'nin Rus hava savunma sistemini satın almasının ardından ortaklığın yeni bir gerilim altına girmesiyle ortaya çıktı. Bu olay sırasında ABD liderleri, Türk hükümetini NATO'yu zayıflatacak bir eylemden dolayı alışılmadık bir şekilde cezalandırarak yerleşik angajman düzenlerini bozdular.
Şimdi Washington için bu istisnayı bir kural haline getirme zamanıdır. Erdoğan Batı'yı kışkırttığında, Washington genellikle sert bir yanıtın provokasyonlarını meşrulaştıracağından endişe etmiştir. Bu ciddi bir yanlış değerlendirmedir. ABD bunun yerine Erdoğan'ın provokatif öngörülemezliğini tutarlılık ve sertlikle karşılamalıdır.
Paradoksal bir şekilde, bu yaklaşım - içi boş bir normallik numarası değil - vazgeçilmez bir müttefikle olağan, güvenilir bir ilişkiye giden yoldur. Ve Washington şu anda ilişkinin uzun vadeli geleceğini kendi lehine şekillendirmek için özellikle elverişli bir konumda bulunuyor çünkü Erdoğan'ın giderek tutarsızlaşan doğaçlamaları ve Türkiye ekonomisini kötü yönetmesi sonunda onu köşeye sıkıştırmış görünüyor.
SAHNE DEĞİŞİKLİĞİ
Erdoğan sıradan bir lider değil. İktidarda olduğu 20 yıl boyunca Türkiye'yi dönüştürdü, siyasi sistemi kendisini neredeyse tek karar verici haline getirecek şekilde değiştirdi, hukukun üstünlüğünün içini boşalttı ve yargının, güvenlik hizmetlerinin, merkez bankasının ve basının kontrolünü ele geçirdi. Türkiye'yi Erdoğan'la özdeşleştirmek ve bu ülkeyle ilgilenmeyi onun güdülerini değerlendirmeye indirgemek kolaydır; Erdoğan'ın kendisi de bunu teşvik etmektedir. Ancak daha geniş tarihsel arka planı anlamadan Türkiye'ye yönelik başarılı bir strateji geliştirilemez.
ABD'nin Ankara ile yaşadığı zorluklar, öncelikle Türkiye'nin güvenlik ortamının değişen doğasından kaynaklanıyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, Orta Doğu'da yeni güçlerin yükselişi ve istikrarsızlığın artması, küresel olarak devlet gücünün azalması ve göç ve yerinden edilmedeki keskin artışlar, küresel uyuşturucu ticaretinin büyümesi ve savaşta kullanılan teknolojilerdeki değişiklikler gibi karmaşık ikilemlerin ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk geldi.
Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Türkiye de dahil olmak üzere birçok devletin hareket tarzını kısıtlayan davranışsal deli gömleklerini de gevşetmiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1989-93 yılları arasındaki görev süresi boyunca Türkiye'nin güçlü bir uluslararası aktör olarak ortaya çıkmasına yardımcı olan ekonomik reformlar gerçekleştirdi. Özal, Türkiye'yi Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak görüyordu. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyi temsil eden ve aynı zamanda ABD'nin sadık bir dostu olan Özal, Türkiye'nin Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya'daki bir dizi müttefikiyle ekonomik ve siyasi bağlarını güçlendirdi.
Amerika Birleşik Devletleri için Türkiye hiçbir zaman sadece bir NATO müttefiki olmadı. Türkiye ayrıca, özellikle Birinci Körfez Savaşı sonrasında, ABD'nin gücünü Orta Doğu'ya yansıtmak için platformlar sağladı; Türkiye giderek kırılganlaşan bir bölgede istikrar siperi olarak hizmet etti. Ancak bu dengeyi ilk bozan ABD oldu. ABD Başkanı George W. Bush'un 11 Eylül saldırılarının ardından Ortadoğu'ya yönelik müdahaleleri, Türkiye'nin yakın çevresinde son derece istikrarsızlaştırıcı bir olaylar zincirinin başlamasına yol açtı.
Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ile ilişkilerini bozmak istemiyordu. Ancak Orta Doğu'daki maceralarının istenmeyen muazzam sonuçları oldu. Bölgenin önde gelen revizyonist devleti İran, iki sınırında konuşlanan ABD ordusu tarafından tehdit edildi ve kendini savunmak için çıtayı yükseltti; Irak, güçlendirilmiş bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni de içeren federal bir devlet haline geldi. Türkiye'deki Kürtler bu gelişmeden cesaret ve ilham aldı.
Ve ABD müdahalesinin dolaylı bir sonucu olarak, takip eden on yıl içinde Arap Baharı bölgeyi alt üst etti. Erdoğan başlangıçta Arap Baharı'nın kendisine Mısır'daki Muhammed Mursi gibi Müslüman Kardeşler'den ilham alan liderlerin Amerikan yanlısı liderlerin yerine iktidara gelmesine yardımcı olma fırsatı vereceğini düşündü. Ancak 2013 yılında İstanbul'da geniş çaplı protestolar patlak verdi; Erdoğan bunları kendisini devirmek için tasarlanmış yerel bir Arap Baharı olarak gördü.
IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti'nin yükselişi gerilimi daha da tırmandırdı. IŞİD'in Irak ve Suriye'de hızla büyük toprak parçalarını ele geçirmesinin ardından ABD Başkanı Barack Obama, Erdoğan'dan ABD'nin Türk hava üslerini kullanmasına izin vermesini ve cihatçıların IŞİD'e katılmak üzere sınırı geçmemesi için Türkiye'nin güney sınırını daha iyi korumasını istedi. Ancak Erdoğan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın devrileceğini varsayıyordu. Hatta öyle olmasını umuyordu: Ona göre Esad'ın yerine Türkiye'nin etkileyebileceği İslamcı bir lider geçebilirdi. Dolayısıyla Ankara Obama'nın taleplerine kulak asmadı.
Çaresizlik içinde -ve Türkiye'nin yardımının yokluğunda- Washington bunun yerine, baskın Kürt birliklerinin hem Ankara hem de Washington'un terörist bir grup olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi ile yakın bağları olan Suriye Demokratik Güçleri ile ortaklık kurdu. Washington bir adım daha ileri giderek Suriyeli Kürtleri eğitmek ve onlara yardım etmek üzere ABD birlikleri gönderdi. Kürt sorunu Türkiye'nin yumuşak karnı; Washington'un Irak'ta yaptığı gibi ABD'nin Kürtlere yardım etme çabası Ankara tarafından ciddi bir stratejik tehdit olarak algılanıyor. Türkiye'deki Kürt vatandaşları cesaretlendirecek bir gösteri etkisinden korkan Ankara, ABD'nin itirazları üzerine Suriye'nin kuzeyini üç kez işgal ederek SDG'yi Türkiye sınırına yakın bölgelerden çıkardı ve orada yaşayan Kürtleri kovdu.
SDG büyük bir can kaybı pahasına IŞİD'i bastırmayı başardı. Ancak hem Türkiye hem de ABD bu durumdan son derece rahatsız oldu: Türkiye'ye göre ABD, Kürt milliyetçisi teröristlerle müttefik olmayı seçti ve hatta her yerde Kürt özerkliğini destekliyor gibi göründü. Washington'a göre Ankara cihatçı teröristleri zımnen desteklemiş gibi görünüyordu.
Bu arada istikrarsızlık yayıldıkça, ABD'nin yoluna devam ettiği, Asya'ya yöneldiği ve Orta Doğu'yu geride bıraktığı algısı yerleşti. Bu boşlukta Erdoğan, Türkiye'nin uluslararası düzendeki rolünün doğasını değiştirmek için cesur hamleler yaptı.
ROL DEĞİŞİMİ
2003'ten yaklaşık 2009'a kadar, başbakanlığının ilk yıllarında, Erdoğan'ın Özal'ı taklit edeceği görülüyordu. Yurtdışında Erdoğan, Türk ekonomisini ve siyasetini liberalleştirerek Ankara'nın nüfuzunu artırmaya ve kapıları açmaya çalıştı. Ayrıca Türkiye'nin duraklamış olan Avrupa Birliği'ne katılım sürecine odaklandı.
Bu diplomatik açılımlar Türkiye'nin halkı, komşuları ve geleneksel müttefikleri tarafından olumlu karşılandı. 2004 yılında Erdoğan'ın dış politika danışmanı, Türkiye'nin dış politikasının düzenleyici ilkesini "komşularla sıfır sorun" olarak tanımlayarak, Türkiye'nin yeni hükümetinin dış ilişkilerini gölgeleyen çatışmalara son vermeye çalışacağının sinyalini verdi. Bu, yumuşak güç inşa etmeye yönelik bir girişimdi.
Ancak "komşularla sıfır sorun" özünde daha çok Erdoğan'ın içerideki konumunu sağlamlaştırmakla ilgiliydi. Erdoğan, kendisini her zaman güvensiz ve zulme uğramış hisseden bir İslamcı hareket içinde iktidara geldi. Başbakan olduktan sonra bile meşruiyetini, İslamcı köklerine karşı derin bir şüphe besleyen, uzun süredir ülkenin hakimi konumundaki askeri-bürokratik koalisyona karşı savunmak zorunda kaldı.
Erdoğan, Türk ordusu 1997 yılında Refah Partisi'ni bir muhtıra ile iktidardan uzaklaştırdığında, bu müesses nizamın düşmanlığının şiddetini ilk elden tecrübe etmişti. O dönemde Erdoğan İstanbul belediye başkanıydı. Ertesi yıl otorite Erdoğan'ı, Türkiye'nin en saygın yazarlarından birinin şiirini alenen okuduğu için on ay hapse mahkum etti.
Başlangıçta Erdoğan, altında acı çektiği keyfi yönetimi ortadan kaldırmaya çalıştı. Yurtdışından destek aramak, Türkiye'yi yönetmek için perde arkasındaki muazzam nüfuzuna güvenen orduya karşı konumunu güçlendirmenin bir yoluydu. Ancak asker-bürokrasi koalisyonu 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elini fazla zorladı. Erdoğan erken parlamento seçimleri çağrısında bulundu ve ardından kazandığı zafer, ordunun nüfuzunun sonunu getirdi.
Ardından sistematik olarak Türkiye'deki tüm önemli kurumları kontrol altına aldı: sadece parlamento ve yargıyı değil, basını ve devlet üniversitelerini de. Ona göre Erdoğan Türkiye'dir ve Türkiye de Erdoğan'dır. Kendisinin iktidara gelmesine yardımcı olanlar da dahil olmak üzere birçok yerli müttefikini kendinden uzaklaştırdı. Hukukun üstünlüğünün içi boşaltıldı; keyfi "adalet" onun alametifarikası haline geldi ve Türkiye'de siyaset sanatı Erdoğan'ı izlemeye indirgendi.
Erdoğan, ülkenin kurumlarını yeniden yapılandırmanın yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün vizyonunu tersine çevirerek Türkiye'nin kimliğini yeniden şekillendirmeye çalıştı. Atatürk laik, milliyetçi, elitist, sanayileşmiş dünya ile müttefik, biraz otarşik bir devlet kurmaya çalışmıştı. Erdoğan'ın Türkiye'nin kimliğine dair yeni anlayışı Türk milliyetçiliğini İslam ile birleştirdi. Bu ikisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ötesine, İslam'ın kuruluşuna kadar uzanan kesintisiz bir tarihsel geleneğin parçası olarak birbirinden ayrılamaz hale geldi. Bu birliktelik Erdoğan'ın tartışmalı kararlar için dini gerekçeler inşa etmesini sağladı. Enflasyonla mücadele için Türkiye Merkez Bankası'nı faiz oranlarını düşürmeye zorlamasını haklı göstermek için dininin tefeciliğe karşı olduğuna işaret etti.
Uluslararası sahnede Erdoğan'ın vizyonu geniş ve revizyonisttir; kendisini hem bir iktidar yapıcı hem de yıkıcı olarak konumlandırmaya çalışmıştır. Bu arzusunu 2013 yılında BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesine atıfta bulunarak "dünya beşten büyüktür" diyerek dile getirmeye başladı. O zamandan bu yana neredeyse her BM toplantısında bunu tekrarladı. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası düzene yönelik mantıksız bir eleştiri değil. Ancak Erdoğan, Türkiye'nin Güvenlik Konseyi'nde daimi bir koltuğu hak ettiğine de hükmetti.
Aynı zamanda Erdoğan, geniş anlamda bir medeniyet olarak tanımladığı Türkiye'yi önde gelen bir "statüko karşıtı" ve anti-emperyalist güç olarak sunuyor. Batı hakimiyetinin, sadece Batı hakimiyetinin çağdaş emperyalist tehdidi temsil ettiği bir vizyon sunuyor. Dolayısıyla emperyalizm anlayışı sınırlıdır: Çin veya Rus emperyalizmini ya da Osmanlı İmparatorluğu'nun emperyalizmini tartışmaz. Atatürk'e karşı antipatisine rağmen Erdoğan, Atatürk'ün anısını bu davaya alet etmiştir. Türkiye uzmanı Nicholas Danforth, Erdoğan'ın Atatürk'ü nasıl "Müslümanlar ve tüm Üçüncü Dünya için anti-emperyalist bir kahraman" ve Atatürk'ün cumhurbaşkanlığını Erdoğan'ın kazanmayı amaçladığı anti-emperyalist bir saldırıda "ilk büyük darbe" olarak yeniden markalaştırdığını ortaya koymuştur.
İÇ SAHA OYUNU
2010'ların başında Erdoğan "komşularla sıfır sorun" politikasını bir kenara bırakarak Mısır, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere karşı daha açık bir şekilde çatışmacı bir yaklaşım benimsedi. Sonunda, daha önce Doğu Akdeniz'in önemli bir bölümünde Türk otoritesini iddia eden aşırı milliyetçi bir dünya görüşü olan "Mavi Vatan" doktrinini benimsedi. Bu doktrini uygulamaya koymak için Erdoğan 2019'da Libya ile bir deniz anlaşması imzalayarak Akdeniz'in bir bölümünde üstünlüğü ele geçirdi ve diğer ülkelerin petrol boru hatları inşa etmesini ve buradaki deniz dibi kaynaklarını kullanmasını engelledi.
Kıbrıs, Yunanistan, Amerika Birleşik Devletleri, Arap Birliği ve Avrupa Birliği Libya anlaşmasını kınadı. Bu tür kışkırtıcı ve öngörülemez davranışların Erdoğan'ı yalnızlaştırdığı ve bölgesinde Katar dışında dost bırakmadığı görülüyor. Türkiye'ye karşı harekete geçmek için 2021 yılında Kıbrıs, Mısır, Yunanistan, İsrail, Ürdün ve Filistin Yönetimi kendi sularında bulunan gazı kullanmak ve pazarlamak için Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nu kurdu.
Erdoğan büyük diplomatik krizlerin eşiğine gelmekten zevk alıyor. Ama aynı zamanda pragmatik de olabiliyor; diğer ülkeleri dengede tutmayı bir strateji, güç projeksiyonunun bir parçası olarak görüyor. Maksimalist biri olarak, hedeflerine rakiplerinden daha kararlı bir şekilde bağlı kalmaya ve sorunları sınırlarına kadar zorlamaya istekli olduğunu göstermek istiyor. Bu yılın Nisan ayında gerçekleşen özellikle dramatik bir örnekte Türkiye, Suriyeli Kürt güçlerin komutanı Mazlum Abdi'ye suikast girişiminde bulunmak amacıyla Irak Kürdistanı'ndaki bir havaalanını bombaladı. Bombalar muhtemelen kasıtlı olarak pisti ıskaladı. Ancak hedeflerine ulaşmış olsalardı, komutana eşlik eden Amerikan ordusunun birkaç üyesini de öldürebilirlerdi.
Türk top mermilerinin Suriye'nin kuzeyinde konuşlu ABD güçlerine rahatsız edici derecede yakın düşmesi sık rastlanan bir durum değil. Gerilim tırmandırma politikası daha güçlü hissettiriyor ve Erdoğan kısmen intikam arzusuyla hareket ediyor. Batılı demokrasiler Erdoğan'ın yönetimini, özellikle de muhaliflerini hapse atma eğilimini sık sık eleştirdi. Ve ABD'nin gücünden duyduğu rahatsızlık uzun zamandır aşikar. Erdoğan Türkiye'nin ABD'den "stratejik özerklik" istediğinin sinyallerini verdi. Erdoğan hükümeti 2016 yılında İzmir'de yaşayan Amerikalı papaz Andrew Brunson'ı uydurma suçlamalarla hapse attı. Bir yıl sonra da ABD konsolosluklarında çalışan üç Türk vatandaşı gözaltına alındı. Her iki olayda da Erdoğan, İran ve Rusya'nın mükemmelleştirdiği rehine diplomasisi tarzını uyguladı.
Ancak Erdoğan'ın pişkinliği, uluslararası bir izleyici kitlesi için olduğu kadar iç siyaset için de tasarlandı. Siyaset bilimci Marianne Kneuer, "'Batılı' liberal demokrasileri düşmanlaştırmanın" birçok otoriter lider için giderek daha başarılı bir iç "meşrulaştırma stratejisi" olduğunu ileri sürmüştür. Yerleşik bir düzeni yıkarak iktidara gelen herhangi bir otoriter yönetici, her zaman bir başkasının kendisine aynısını yapabileceğinden endişe edecektir ve Erdoğan da bir istisna değildir. Diğer ülkeler ona ne kadar karşı çıkarsa çıksın, o en çok kendi vatandaşlarından korkuyor. 2013 yılında İstanbul, Erdoğan yönetimine karşı büyük gösterilerle sarsıldı; Arap Baharı tipi bir hareketin Türkiye'yi sarmasından ve kendisini süpürüp atmasından endişe etti.
Ardından, Temmuz 2016'da Erdoğan bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı; bunun eski yakın müttefiki ve ABD'de yaşayan dini lider Fethullah Gülen tarafından düzenlendiğini iddia etti. Darbe başarısız olduktan sonra Erdoğan bunu "Allah'ın bir lütfu" olarak nitelendirdi ve Türkiye'nin ordusunda, üniversitelerinde ve diğer kurumlarında eşi benzeri görülmemiş bir tasfiye dalgası başlatmak için bahane olarak kullandı. Bu muhalif olarak algılananların çoğu Gülen'i desteklemiyordu bile. ABD'ye her zaman şüpheyle yaklaşan Erdoğan, Washington'u darbeyi koordine etmekle suçladı.
KAPALI KUTU
Erdoğan yurtiçindeki hasımlarına anlamsız hakaretler yağdırmaya alıştı ve aynı tepkisizliğin yurtdışında da geçerli olacağını varsayma eğiliminde. 2017'de Hollanda liderlerinin hepsinin "Nazi kalıntısı" olduğunu öne sürdü; 2020'de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un "zihinsel tedaviye" ihtiyacı olduğunu söyledi. Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis'i Türkiye'nin ABD ile yaptığı silah anlaşmasını engellemeye çalışmakla suçlayan Erdoğan, Miçotakis'in "artık kendisi için yok" olduğunu ve kendisiyle görüşmeyi reddedeceğini söyledi.
Ancak ABD'nin kendi sarsılmaz ve mantıksız varsayımı var: Ankara'nın gerçek bir müttefik olduğu. Amerikalı liderler Türkiye'yi hasım olarak görmeye alışık değiller ve bölgedeki diğer karmaşıklıklar göz önüne alındığında, öyle olması gerekse bile böyle olabileceğini düşünmek istemiyorlar. Daha 1993 yılında, uzun süredir ABD'de görev yapan bir diplomat, ABD'nin "Türkiye'ye yönelik eğiliminin yıllar içinde kurumsallaştığını" ve "Türklerin avantajlarını kullandığını" kabul etmişti.
ABD'nin Erdoğan yönetimindeki Türkiye'ye yaklaşımının birbiriyle çelişen iki teması var. Birinde Türkiye son derece önemli bir müttefiktir. Diğerinde ise Türkiye'nin lideri bir ne yapacağı belli olmayan bir kapalı kutudur ve fazla ciddiye alınmaya değmez. (Bir örnek: Erdoğan Yunan başbakanıyla bir daha görüşmeyeceğine dair yemin etmesine rağmen, Vilnius zirvesinde iki adam dostane bir görüşme gerçekleştirdi). Erdoğan Suriye'ye karışıp IŞİD'e karşı mücadeleyi baltaladığında Washington büyük ölçüde görmezden geldi. Çok az kişi kabul etse de, ABD'nin Türkiye'ye yönelik stratejisinin yüzeyinin altında bir dereceye kadar aşağılama, düşük beklentilerden oluşan yumuşak bir bağnazlık yatıyor.
Yakın zamana kadar bu kısmen babacan yaklaşım Erdoğan'ın işine geliyordu. ABD'nin gücüyle alay ederken bile Erdoğan ABD ve NATO'nun desteğini hafife alabiliyordu. NATO üyeliği Türkiye'ye silah, diplomatik destek ve başka hiçbir Orta Doğu ülkesinin sahip olamayacağı bir itibar sağlıyor. Ancak 2010'ların sonunda ABD-Türkiye ilişkileri hızla yeni bir krize doğru ilerledi.
BEDELİ AĞIR BİR HATA
Diğer pek çok ABD müttefiki gibi Türkiye de ABD'nin beşinci nesil hayalet savaş uçağı F-35'i satın almak için sıraya girdi. Sayıları 100'ü bulan bu uçaklardan satın almak isteyen Washington, Türkiye'ye ve sanayisine olan inancının bir göstergesi olarak olumlu bir anlaşma yaptı: Türk havacılık endüstrileri, milyarlarca dolarlık potansiyel ihracat geliri ile gövdeler de dahil olmak üzere bir dizi F-35 parçası üretecekti. ABD ayrıca Türkiye'nin diğer F-35 müşterileri için bir bakım merkezi olarak hizmet vermesine de izin verecekti. Ancak Erdoğan'ın 2017'de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Rusya'nın S-400 mobil karadan havaya füze sistemini satın almak için 2,5 milyar dolarlık bir anlaşmaya imza atmasıyla bu mutabakat sekteye uğradı.
ABD, Türkiye'yi Rusya'dan bu satın alma işlemini gerçekleştirmesi halinde F-35 programından tamamen çıkarılacağı, zira S-400 füze sisteminin NATO sistemlerine entegre edilmesinin F-35'in hassas teknolojilerini tehlikeye atacağı konusunda akla gelebilecek her şekilde uyardı. ABD Kongresi, Rusya ile silah anlaşmasını tamamlaması halinde Türkiye'ye yaptırım uygulanması çağrısında bulunan bir kararı kabul etti.
Erdoğan'ın geçmişteki pişkinliği göz önüne alındığında bile S-400 anlaşmasındaki ısrarı gözlemcileri şaşırttı. Erdoğan her zamanki gibi hamlesini gerekçelendirdi ve ABD'nin Türkiye'ye eşdeğer füze sistemi Patriot'u satmayı haksız yere reddettiğini iddia etti. Washington'un tehditlerini yerine getireceğine inanmıyor gibiydi. Ama yanıldı. S-400'ler geldikten sonra 2019'da ABD Türkiye'yi F-35 programından çıkardı ve yaptırımlar uyguladı.
S-400'ler depoda duruyor çünkü Türk hükümeti onları konuşlandırmanın Washington ile ilişkileri koparacağını biliyor. Füze sistemine 2,5 milyar dolar harcamanın yanı sıra, Türkiye F-35'leri satın almak için yaptığı erken harcamaları ve gelecekteki ihracat gelirlerini kaybetti ve hava kuvvetleri, yakınlardaki Yunanistan, İsrail ve Romanya da dahil olmak üzere 17 başka ülkenin sahip olduğu son teknoloji bir savaş uçağından mahrum kaldı.
Hava kuvvetlerinin üstünlüğünü kaybetme ihtimaliyle karşı karşıya kalan Türkiye, ABD'den yeni F-16'lar ve mevcut filosu için yükseltme kitleri satın almak istedi. Biden yönetimi bu adımı destekliyor. Ancak Türkiye'nin Washington'daki nüfuzunun azaldığının bir işareti olarak bu talep, Türkiye'nin İsveç'in NATO üyeliği konusunda oyalamasının ve Ege Denizi'ndeki Yunan adaları üzerinde defalarca askeri uçuşlar gerçekleştirmesinin ardından ABD Kongresi'nde iki partinin de muhalefetiyle karşılaştı. Kongre, Türkiye'ye karşı oluşan tepkinin dayanak noktası haline geldi; Kongre'nin herhangi bir satışı sonuçlandırmadan önce F-16'ların nasıl kullanılabileceğine dair yeni koşullar eklemesi muhtemel.
Washington için Erdoğan'ın S-400 alımı kırmızı çizgiyi aştı; Washington'un kendi güvenlik kaygılarını etkiledi. Erdoğan'ın İsveç'in NATO üyeliğini engelleme tehditleri kısmen bir ödeşme çabasıydı. Vilnius'taki zirvede Erdoğan beklenmedik bir şekilde son anda çark ederek İsveç'in üyeliğine onay verdi.
Erdoğan bu gerilim tırmandırma politikası ile kendisinin paha biçilmez bir güç simsarı olarak algılanmasını sağlayacağını ummuş olabilir. Vilnius'tan sonra, akıllıca manevralarının Batı'yı taviz vermeye zorladığı yönünde bir hikaye üretti. Ancak bu tavizler küçüktü ve sonuçta Vilnius'taki sonuç bir yenilgiyi temsil ediyordu. Bu kadar dikkat çekmesine rağmen Erdoğan'ın tribünlere oynaması müttefiklerini kendinden soğuttu. İsveç'in NATO üyeliği gibi hayati bir konuda ve NATO için böylesine kritik bir kavşakta uluslararası tartışmalar yaratmak Erdoğan'ın daha değersiz görünmesine neden oldu.
BUNU SAKIN BİR DAHA YAPMA, SAM AMCA
ABD'nin Türkiye'ye karşı durmaktan korkmasının bir nedeni de aradaki anlaşmazlığı derinleştirmek istememesidir. Erdoğan, Washington'un dış politikadaki başarılarını kıskandığı, LGBTQ gruplarını destekleyerek Türk ahlakını baltalamaya kararlı olduğu ve hatta Türk hükümetini devirmeye niyetli olduğu yönünde Türkiye'de zengin bir komplocu anlatı ördü. 2019 yılında yapılan bir ankette, Türk katılımcıların yüzde 80'inden fazlası ABD'yi Türkiye için önde gelen bir tehdit olarak nitelendirmişti. Türk hükümet çevrelerinden ve onların medyadaki müttefiklerinden yükselen Amerikan karşıtı söylemler göz önüne alındığında bu şaşırtıcı değil: Bu yılın başlarında dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Amerikan yanlısı politikalar izleyen müstakbel Türk liderlerin "hain" olduğunu söyledi.
Ancak Washington'un suskunluğu Türkiye ile ABD arasında derin bir idrak boşluğu ve güven açığı oluşmasına neden oldu. Amerikalılar için anlamak zor olabilir ama Ankara onları sürekli düşman olarak algılıyor. ABD hangi adımı atarsa atsın, bu hamleler Türkiye tarafından ya yanlış okunuyor ya da kasıtlı olarak yanlış yansıtılıyor.
Bu arada Amerika'nın Türkiye'ye olan güveni tüm zamanların en düşük seviyesinde. Hiçbir ABD'li yetkili, sadece S-400'lerin depodan asla çıkarılmayacağı sözüne dayanarak Türkiye'yi F-35 programına yeniden kabul etme riskine girmez. Nitekim ABD, Türkiye'ye olan bağımlılığından korunmak için yakında tamamlanacak olan Dedeağaç limanı da dahil olmak üzere Yunanistan'da yeni deniz ve hava altyapısına yatırım yapmaya başladı.
Genel manada, Erdoğan'ın Türk kurumlarının güvenilirliğine ne kadar zarar verdiğini söylemeye gerek yok. İstatistikler güvenilmez, merkez bankası güvenilmez ve yargı sisteminin kararları anlaşılmaz. Türk adalet sisteminin güvenilirlikten yoksun olması, özellikle Erdoğan'ın muhalifleri için pek çok kez zorlama iade talepleriyle boğuşan müttefikleriyle olan ilişkilerini etkiliyor.
Ankara, İsveç veya ABD'nin "teröristleri" iade etmediğinden şikayet ettiğinde, sorun sadece siyasi değil aynı zamanda hukuki bir sorun haline geliyor. Müttefikler, Türkiye'nin iddianamelerinin adilliğine ya da doğruluğuna veya Türkiye'ye iade edilen kişilerin adil muamele göreceğine güvenemiyorlar. Batılı yetkililer, örneğin hayırsever Osman Kavala ya da Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi'nin eski genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın davalarına endişeyle bakıyor. Bu kişiler Türkiye'de düzmece yargılamalara tabi tutuldular ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin serbest bırakılmaları yönündeki bağlayıcı kararlarına rağmen halen hapisteler.
Türkiye'de hukukun üstünlüğünün zayıf olması ekonomik ilişkileri de etkiliyor. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 2022 yatırım ortamı kılavuzu, tarihsel olarak düşük doğrudan yabancı yatırımın nedeni olarak "[Türk] hükümetinin hukukun üstünlüğüne bağlılığına ilişkin endişelere" işaret etmekte. Cumhurbaşkanına "hakaret eden" kişiler hakkında on binlerce soruşturma başlatıldı ve soruşturmaya uğrayanlar işlerini kaybedebiliyor ya da hapse atılabiliyor. (İronik bir şekilde, bu sahte kovuşturmalar Erdoğan'ın kendisinin İstanbul Belediye Başkanı olarak maruz kaldıklarına benziyor). Bu tür bariz suiistimaller yatırımcıları tedirgin ediyor. Yabancılar, ticari anlaşmazlıkların ve düzenleyici konuların adil bir şekilde karara bağlanacağından emin olmadıkları takdirde yatırım yapmayacaklardır.
İşleri tersine çevirmek için Washington inisiyatif almalıdır. ABD liderleri, ABD-Türkiye ilişkilerinin onarılamayacak şekilde bozulma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu yönündeki endişelerini açık yüreklilikle dile getirmelidir. ABD, NATO'nun eksiklikleri olmasına rağmen, ittifakın bir nedenden ötürü varlığını sürdürdüğünü vurgulamalıdır: üyeleri sadece çıkarları değil değerleri de paylaşmaktadır. Bu durum ABD'nin Türkiye ile olan ilişkilerini diğer sorunlu demokrasilerle olan ilişkilerinden ayırmaktadır. Washington, örneğin Hindistan Başbakanı Narendra Modi gibi popülist-otoriter yöneticilerle güçlü ortaklıklar kurabilir, ancak Hindistan NATO üyesi değildir, dolayısıyla beklentiler farklıdır.
Erdoğan'ın provokasyonlarını ciddiye almıyormuş gibi davranmak sadece onu kızdırır ve cesaretlendirir. ABD, Erdoğan'dan, hükümetinden ve müttefiki olan basın kuruluşlarından kaynaklanan Amerikan karşıtı söylemlere şiddetle karşı koymalıdır. Ve Türkiye'nin bazı davranışlarına, özellikle de Suriye ve Irak'ta yaşananlar gibi Amerikan varlığını tehlikeye atan eylemlerine müsamaha göstermeyeceğini netleştirmelidir.
Amerikalı yetkililer sürekli şikayet edemezler; Erdoğan'ın öngörülemezliğini tutarlılıkla cevaplamaları gerekir. Erdoğan çizgiyi aştığında bir karşılık verilmelidir. Erdoğan'ın tutarsızlığı, her durum için katı ve hızlı angajman kurallarının uygulanamayacağı anlamına geliyor. Ancak ABD yetkilileri, üst düzey görevlilerle toplantılarını ve ziyaretlerini iptal ederek hoşnutsuzluklarını ortaya koyabilirler. Örneğin Türkiye'nin dezenformasyon kampanyalarıyla ilgili kongre oturumları düzenleyerek daha büyük bir tepki dile getirebilirler.
ABD, Erdoğan'ın hakaretlerine maruz kalan diğer müttefikleriyle koordinasyon içinde olmaktan fayda sağlayacaktır. Washington bu süreci çoktan başlattı: Dedeağaç limanının devreye alınması buna sadece bir örnek. ABD yetkilileri Kıbrıs'a yönelik yaklaşımlarını da değiştirerek uzun süredir devam eden silah ambargosunu kaldırdı ve güvenlikle ilgili çeşitli konularda Lefkoşa ile daha yakın ilişkiler kurdu.
Rusya'nın 2022'de Ukrayna'yı işgali ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni ikilemler yaratırken aynı zamanda yeni fırsatlar da doğurdu. Batı'ya karşı derin bir güvensizlik duyan Putin ve Erdoğan, sadece birbirlerinin sağlayabileceği ihtiyaçlar için birbirlerine daha fazla yönelmeye başladılar. Erdoğan, Türkiye'nin "Batı'nın yaptırımlarına bağlı olmadığını" savunarak Rusya'ya yönelik yaptırımlara karşı çıktı. ABD, Türkiye'nin yaptırımları delme faaliyetleri konusunda biraz esneklik ve hoşgörü gösterdi; petrol ve doğalgaz fiyatları yükselip Türkiye'nin ithalat faturasını şişirip cari hesabını zorlayınca Türk-Rus ticareti arttı.
Putin, Ukrayna'nın Karadeniz üzerinden tahıl ve gübre ihraç etmesini sağlayan bir buğday anlaşmasında rol oynamasına izin vererek Erdoğan'ın egosunu okşadı. Bu ihracatlar ciddi gıda sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkeler için kritik önem taşıyor. Türkiye ayrıca Ukrayna'ya Bayraktar insansız hava araçlarını da sattı. Erdoğan bir arabulucu olarak hizmet ettiği için aldığı övgülerin tadını çıkardı. Ancak bu olaylar aynı zamanda Türkiye'nin döviz elde etmek için ne kadar çaresiz olduğunu da ortaya koyuyor.
BAĞRINA TAŞ BASARAK
Erdoğan Vilnius'tan kanatları kırpılmış olarak çıktı ve ülkesine darmadağın olmuş bir ekonomiyle döndü. Özal ve bir dönem Erdoğan tarafından gerçekleştirilen reformlar sayesinde Türk ekonomisi bu yüzyılın ilk yıllarında son derece iyi bir performans sergilemişti. Doğrudan yabancı yatırım 2000 yılında 1 milyar dolardan 2007 yılında 22 milyar dolara yükselerek rekor kırıyordu.
Ancak son on yılda hükümetin düşük faiz politikası tehlikeli bir tüketim kültürünü teşvik etti. Vatandaşlar, kıymeti düştükçe düşen bir para biriminden giderek daha fazla harcıyorlar. Tüketim çılgınlığı ithalatta bir patlamaya yol açarak Türkiye'nin cari işlemler dengesini baskı altına aldı. Türkiye'nin artan risk primi sebebiyle cari açığın finansmanı her geçen ay daha da maliyetli hale geliyor. 2021'de gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 21'ini oluşturan Türk imalat sektörü, artan girdi maliyetleri nedeniyle kötü bir şekilde güç kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bir felaketi önlemek için Türkiye'nin jeopolitik önemini kullanarak ABD'den yardım istemesi gerekecek.
Türk halkı Amerikan yanlısı olmayabilir; Erdoğan'ın muhalifleri bile Washington'a şüpheyle yaklaşıyor. Ancak ülke nüfusunun büyük bir kısmı Erdoğan'ın dengesiz otoriterliği ve kötü ekonomi yönetimi altında acı çektiler. Yarattığı baskıcı ortama ve doğurduğu korkuya rağmen, geçtiğimiz Mayıs ayında seçmenlerin neredeyse yüzde 48'i onu koltuktan indirmeyi tercih etti. Amerika Birleşik Devletleri, Erdoğan'ı desteklemese de Türkiye'yi desteklediğini göstererek sivil toplumu ve muhalif siyasetçileri güçlendirme şansına sahip. Anahtar ekonomik yardım olacaktır.
Tüm göstergeler, Türkiye'deki kriz nihayet zirveye ulaştığında, ülkenin zaten kuşatılmış olan ekonomisini harap edeceği yönünde. Son zamanlarda Erdoğan, ekonomik strese tepki olarak faiz oranlarını düşürme konusunda uzun zamandır gösterdiği kararlılığı istemeyerek de olsa terk etti. Ancak Türkiye'yi bekleyen sıkıntının büyüklüğünü kavramış olduğu hala söylenemez.
Erdoğan'ın Körfez ülkelerinden yatırım çekme ve Çin ile ticareti güçlendirme çabalarına rağmen, Türkiye tamamen Batı ekonomik sistemine gömülüdür ve öyle kalacaktır. Bu derin entegrasyon Batılı güçlere Türkiye'yi daha iyi yönde etkileme fırsatları sunuyor. Almanya, Hollanda, İsviçre, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarihsel olarak Türkiye'nin başlıca doğrudan yabancı yatırım kaynakları olmuştur: 2021 yılında yatırımların yaklaşık üçte ikisini bu ülkeler gerçekleştirmiştir. Batılı ülkeler de Türkiye'nin mal ve hizmetlerinin ana alıcısı olmaya devam ediyor. 2022 yılında Birleşik Krallık Türkiye'nin ihracatının yüzde 5,1'ini, ABD yüzde 6,7'sini, Almanya yüzde 8,4'ünü ve diğer on AB ülkesi yüzde 42,5'ini gerçekleştirmiştir.
Batı'ya yapılan ihracatın daha da artırılması, Türkiye'nin ekonomik toparlanmasının temel taşlarından biri olacaktır. Söz konusu ihracat ağırlıklı olarak sanayi mallarıdır ve bunların üretimi iyi ücretli işlerin büyümesini sağlamaktadır. Ancak Türkiye, ihracatının pazara erişimini genişletmek ve büyük finans piyasalarının desteğini kazanmak için devlet kurumlarını önemli ölçüde yeniden yapılandırmalıdır. Gerçek bir ekonomik kurtuluş Batı ekonomilerine dayanmak zorunda; Çin, Rusya ve Orta Doğu'nun katkısı nispeten az.
Bir istikrar planı sancılı ancak uygulanabilir olur. Türkiye önemli ekonomik avantajlara sahiptir: Avrupa ve Orta Doğu pazarlarına yakınlığı, eğitimli ve nispeten genç işgücü ve dünyanın geri kalanıyla entegre olmuş deneyimli iş dünyası. Türkiye, üretim ve tedarik zincirlerinin siyasi açıdan güvenilir olduğu düşünülen ülkelerde yeniden konumlandırılmasına yönelik giderek yaygınlaşan bir uygulama olan "friend shoring", yani "Müttefikten Tedarik" yaklaşımından faydalanmak için oldukça iyi bir pozisyona sahiptir.
Görünen o ki, Türkiye mutlaka Uluslararası Para Fonu'ndan yardım istemek zorunda kalacak.. ABD, IMF planının ve finansmanının şekillendirilmesinde kaçınılmaz olarak önemli bir rol oynayacaktır. Ancak Washington, IMF desteğinin, Türk Merkez Bankası'nın özerkliğinin yeniden tesis edilmesi ve ekonomik istatistikler üreten mali kurumların güvenilirliğinin artırılması gibi hukukun üstünlüğüne ilişkin iyileştirmelere bağlı kılınması konusunda ısrarcı olmalıdır.
Türkiye'nin Rusya'dan ekonomik yardım alması gerekebilir ve ABD bu düzenlemelerin bazılarına müsamaha göstermelidir. Ancak Türkiye'nin, Moskova'nın Ukrayna'ya karşı savaşını sürdürmesine doğrudan yardımcı olan elektronik ürünler ihraç etmesine karşı çıkmalıdır. ABD şimdiden bazı Türk şirketlerine yaptırım uygulamaya başladı ve Türk yetkililer de bu tür ihracatı azaltacaklarını söylediler. Ancak Ukrayna savaşı muhtemelen devam edecek ve bu Putin üzerindeki baskıyı arttıracak ve malzeme ihtiyacını şiddetlendirecektir. Temmuz ayında Putin, Türkiye'nin aracılık ettiği buğday anlaşmasını askıya aldı. Hem Washington hem de Ankara için bu durum, gelecekte Rusya ile ilişkilerin nasıl daha iyi koordine edilebileceğine dair bir müzakere başlatmak için bir fırsat.
Onlarca yıldır iktidarı elinde tutan pek çok maksimalist lider gibi Erdoğan da etrafını dalkavuklarla çevirdi ve çoğu insanın kendisini övmekten başka çaresinin olmadığı bir medya yankı odası yarattı. Zaman zaman yanılmaz olduğunu hayal ediyor olmalı. Ancak bir ideolog olmasına rağmen Erdoğan aynı zamanda bir pragmatist. İstikbalinin tehlikede olduğunu düşünürse, hoşuna gitmeyen değişiklikleri bile yapmayı kabul edecektir. Ve şu anda bekası tehlikede.
S-400 krizi sırasında, alışılmadık bir şekilde, Washington sözünün arkasında durdu ve ne yapacağını söylediyse, tam olarak onu yaptı. Sonuç olarak, Türkiye ile daha geniş çaplı bir ilişki kurmanın daha kararlı bir yöntemi olabileceğini ortaya koydu. Ankara her konuda tribünlere oynayarak sonsuza kadar pazarlık yapamayacağını bilmelidir. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri çizgiyi korumak zorunda. Washington ileriye dönük olarak sadece yüzeysel yaraları sarmakla ya da ABD-Türkiye ilişkilerinde hiç var olmamış bir altın çağı geri getirmeye çalışmakla yetinmemeli. Amerika Birleşik Devletleri kararlı ve tutarlı bir şekilde hareket ederek Türkiye ile yeni bir tür ilişki kurabilir: İtalya ya da Portekiz ile kurduğu ilişkiye çok daha benzeyen normal bir ilişki. Bu şansı değerlendirmelidir.
🌍