John J. Mearsheimer: "Büyük Güç Rekabetleri: Aslolan Realist Olmak"
"Uluslararası ilişkilerde Bambi olmaktansa Godzilla olmak daha evlâdır" diyor Realist teorinin yaşayan üstad-ı azamı John Mearsheimer. Mimarından bir Ofansif Realizm resitali.
Editör Sunumu;
Realist olmak ya da olmamak; günümüzde büyük güçlerin rekabeti söz konusu olunca, işte mesele bu. Belki yeter şart değil fakat gerçekten öncelikli ve gerekli olan, bu konuda kararını vermiş olmaktır. Çünkü gezegen ne kadar büyük olursa olsun, sonsuz değildir. Hiç bir güç tek mutlak değildir. Hiç bir mistifikasyon, kendi başına hakikatlerin kavranışına ne kadar zarar veriyor olursa olsun, daima sürecek değildir. Bu anlamda, hatrı sayılır bir süredir, yeni dünya düzeni denildiğinde aklıma gelen ilk söz: ‘Tehlikenin Farkında Mısınız?’ olmakta.
Tarih boyunca her genişleme stratejisi, limitlerini ve hatta kendi varoluş haddini aştığı her dönemsel tünelin sonunda, genişlemeyi domine eden kuvvetin kendi zıddı ile hayati manada yüzleşmesine sebep olmuştur. 1970’lerin ortasından itibaren bugünlere kadar, yarım asırlık bir zaman diliminde, daha yüksek kâr marjlarında üretim ve buna bağlı olarak daha fazla finansal hareketlilik gücü elde etmek amacıyla, başta ABD olmak üzere, Batı Kapitalizminin, öncelikle üretim güçlerinin Çin’de tahkim edilmesi ile şekillenen Asya’ya uzun süreli büyük seferinin içerisinde yaşadık. Uzun erimli ve soğukkanlı irdelendiğinde, iş bu genişleme, Batı’da egemenliğin, devletlerin elinden sermayedarların ağına her geçen gün biraz daha devşirilmesi sürecinin çok katmanlı bir aşamasıydı ve fakat, eninde sonunda, Çin’in bugünkü noktaya gelmesine büyük hizmetleri oldu. Haddizatında Çin Halk Cumhuriyeti 1949 devriminden bu yana adım adım kendine has bir tür devlet kapitalizminin taşlarını sabırla örmekteydi.
Liberal düşüncenin yılmaz savunucuları ise yıllar içerisinde önü alınamayacak şekilde büyüyen otoriter Çin Halk Cumhuriyetinin geleceğine dair kağıt üzerinde dahi oldukça hasarlı bir tez geliştirdiler. Yakın zamanda Lucan Ahmad Way imzası ile Foreign Affairs’de yayınlanan Diktatörleri Hafife Almayın-Günümüz Otokrasilerinin Değeri Bilinmeyen Direnci adlı makale bu diskuru umutsuzca, hayal kırıklığını da gizlemeden, fakat inancını da sorgulamadan tekrar ediyor.
1979’dan 2023’e kadarlık bir zamanda toplamda 49 kat daha fazla bir ekonomik büyüme gerçekleştirmiş olan Çin hakkında sıklıkla tekrar edilen bu yanıltıcı düşünce, otoriter rejimleri sürdürmek isteyen diktatörler için ekonomik büyümenin bir tehlike arz ettiği ön kabülüne dayanır. Kısaca özetlersek; artan refah, toplumsal talepleri de yükseltecektir; her ne kadar hükümetlere olan desteği arttırsa bile, demokrasinin tohumlarını ekmiş olacaktır; Bu bağlamda ekonomik olarak yeterince gelişen Çin kendi modelini sürdürmekte zorlanacak, özellikle sonsuz genişleme hızı diye bir şey olamayacağından, şiddetli bir daralma dönemi yaşandığında, toplumsal reaksiyon sistemi içeriden sarsacak ve çözülmenin başlamasına vesile olacaktır, inancı pekiştirilmektedir.
Farkettiyseniz, ne coğrafya, ne kültür, ne devlet olgusu, ne de jeo stratejik kabiliyetler gibi hayati dereceden yapısal değeri olan, olmazsa olmaz boyutlar analize dahil edilmeden sürdürülen bir katı indirgeme; bir tür kendini kandırma söz konusu. Üstelik hem tarihin hem de tarihselci yöntemin canına okunuyor. İnsanlık tarihinde hangi süper güç kendi halkının mutsuzluğuna teslim olduğu için tarih sahnesinden dönüşerek çekildi? En yakınımızda yaşanan örnek olarak Sovyetler Birliği’ni ele alsanız bile bu faktör nedensellik haritasında en hafif etkiye sahip olan faktördür.
Bu bağlamda, Ofansif Realizm kuramının mimarı, ülkesi Amerika’nın küresel genişleme politikalarını her zaman aklı başında eleştiri yağmurlarına tutmuş, Realistler içerisinde de en başarılı projeksiyonları sunarak oldukça hayati uyarılarda bulunmuş, tabir-i caizse sözü pek kolay kolay yere düşmeyen ve haklılığı sıklıkla teslim edilen Profesör John Mearsheimer’in, birazdan,
’ın harika çevirisiyle okuyacağınız gayet ufuk açıcı değerlendirmesinde, iş bu düztaban indirgemeciliğe neden sığınıldığı, neden kağıt üzerinde dahi karşılığı olmayan yanıltıcı savunma mekanizmaları geliştirildiğine dair oldukça yerinde bir tespit sunuluyor;‘‘Ancak dış politika söz konusu olduğunda Liberaller, her ülke için en iyi rejimin ne olacağını kesin olarak biliyorlarmış gibi davranırlar. Bilhassa, dünyanın geri kalanının Batı gibi olması gerektiğine inanırlar ve onları bu yöne itmek için ellerindeki her türden aracı kullanırlar. Dünyayla başa çıkmaya yönelik bu özgürlükçü olmayan yaklaşım, sadece ideal siyasi sistem konusunda bir fikir birliği olmadığı için değil, aynı zamanda Realist Mantık nedeniyle de başarısız olmaya mahkumdur.’’
Bugün özellikle Çin ve Çin’in geleceği, paralelinde de dünyanın geleceği söz konusu olduğunda, iş bu liberal diskurun, maalesef uzmanlaşma pratiği ile birleşerek analistler eliyle hali hazırda yeterince yaygın olan yabancılaşmayı daha da körüklemesine tanıklık etmekteyiz. Örneğin, Çin’i bekleyen hayati tehlikeler konu edildiğinde genellikle şu başlıklar öne çıkarılır;
Bu tip analizler genellikle konjonktürel durumlara dair yapılan tespitlerden hareketle Çin’in hem kendi geleceğine hem de küresel güçlerin rekabetinde oynadığı role dair sağlıklı ve kapsayıcı bir yargı oluşturabilmeye imkan vermez. Çünkü entite tüm boyutları ile ele alınamıyor ve daha önemlisi alınmak istenmiyor.
Mesela Çin’in kendi Ulusal İstatistik Ofisinin verilerine göre, sadece son üç yıl içerisinde nüfus yenilenme ve doğurganlık hızı ciddi biçimde 1,30’lardan 1,09'a gerilemiş durumda. 1.4 milyar nüfuslu bir ülke olan Çin’in nüfusu hem azalmakta hem de ivmesini almış görünen bir hızda yaşlanmaktadır. Daha önemlisi ise cinsiyet dengesi kadınlardan çok, erkeklere doğru bozulmaktadır. Normal şartlarda bu hızda seyreden bir yaşlanma ve dengenin bozulma problemi çanların çalıyor olduğunu gösterir. Brookings Enstitüsü Araştırmacılarından Michael E. O'Hanlon da Nisan 2023’de yayımladığı analizi içerisinde bu konuya şu sözlerle değiniyor:
‘‘Aslında Çin'in nüfusu zaten azalıyor. Nüfusu muhtemelen önümüzdeki onyıllarda giderek daha hızlı azalacak - Çin Halk Cumhuriyeti hükümetinin başka istekleri olsa bile - çünkü Çin vatandaşları daha önceki tek çocuk politikasının kademeli olarak gevşetildiği dönemde beklenenden çok daha az bebek sahibi olmayı tercih ediyor.’’
İnsanların tercihlerine saygı göstermek elbette çok önemli ve fakat Çin’in Parti-Devletinin bu sorun karşısında nasıl bir ajandasının olduğuna dair hiç kimse kesin bir şeyler söyleyememekte. Ne kadar müddet ekonomik durgunluk içerisinde bir avantaj olarak kullanılacaktır bu olgu veya halihazırda devasa bir nüfusun yüzde kaçı gerçekten onlar için gözden çıkarılabilir durumdadır, bu sorular gündeme getirilmez. Dahası önümüzdeki yirmi yıllık süreçte, Çin’de, Asya’nın herhangi bir bölgesinde veya 3. dünyanın (çevre-çeper ülkeler) başka bir ülkesinde , bir nüfus patlaması yaşatmayı planlamışlar ise, bu hususta nasıl bir teknolojik atılım içerisindeler, mesela yapay rahimler konusunda çalışmaları ne yönde seyrediyor, ne ölçüde yatırım yaptılar ve ne elde etmiş durumdalar, hem pek sorgulanmaz, hem de objektif bir değerlendirme için olmazsa olmaz verilere kolaylıkla ulaşılamaz. Alakalı olarak üretimde robotik devrime büyük yatırım yapmış olmaları, kısa süre içerisinde ABD’yi de geride bırakan Çin'in ilk beş ülke arasına girmiş olmasının mevzubahis popülasyon artış hızının yavaşlamasına karşın bir stratejik hamle olarak programlanmadığını kim iddia edebilir.
Yine 2023 yazı itibariyle Çin’in bilanço durgunluğu yaşadığına dair tespitler dolaşıma çıktığında, sadece Çinli ekonomistler değil, Bank of America’ya çalışan ekonomistler de bu endişelerin abartıldığını dile getirdiler. Çünkü asıl odağa alınması gereken soru, Çin'in daha önce inşaat ve mülkiyete dayalı bir büyüme modeli ile yakaladığı başarıyı göz önünde bulundurarak, daha sürdürülebilir ve geniş tabanlı bir büyüme stratejisi oluştururken yürüteceği ekonomi programını nasıl oluşturacağı ve neden öyle oluşturuyor olduğu olacaktır. Ziyadesiyle bu model Çin’in halihazırda yürüyen bölgesel ve küresel jeopolitik ve jeostratejik amaçları ile uyumlanmak zorundadır.
Tekraren vurgulamak isterim, kolay kolay hiç bir uzman görüşü, güncel siyaset üstü bir pencereden, irdelenen sorunların Çinli karar vericilerin masasında hangi stratejik filtrelerden geçirildiğine dair pek bir şey söyleyememekte. Sadece fotoğraflar çekerek öngörülerde bulunmak, yukarıda ki alıntıda değinildiği üzere arkaplanında Batılı refleksler olduğu müddetçe büyük oranda boşa düşecektir.
Burada biraz mola vererek kısaca hafıza tazeleyelim isterim; Takvimler 1980’lerin başını gösterdiğinde ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu oluşturan tüm ülkelerinin toplam Gayri Safi Yıllık Hasılası (GDP) Çin Halk Cumhuriyeti’nden 11 kat daha büyüktü. 2021’e gelindiğinde ise GDP bazında bütün Avrupa Birliği üyesi ülkelerin sahip olduğu toplam ekonomi Çin Halk Cumhuriyeti’nin kendi içerisinde yönettiği ekonomisinin dikkat çekici biçimde gerisinde kaldı.
Günümüzde, dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında ilk beş ülke içerisinde Çin’in kendisini dünyanın ikinci büyük ekonomisi olarak halihazırda güvenceye aldığı tartışılmaz bir olgudur. Nominal olarak, Japonya ve Almanya'nın üç katından fazla bir ekonomik güce sahiptir ve ABD'nin büyüklüğünün ise %75’ine tekabül eder. Bu konumuyla Çin olgusu, artık eski sömürgeci efendisi Birleşik Krallığın en saygın ve Kraliyet’in finanse ettiği düşünce kuruluşu olan Chatham House elitleri tarafından da kabul edilen bir hakikattir. Ve bu resim aynı zamanda Çin’in gözünü en tepeye diktiğini de söylemektedir bizlere.
Çin Parti-Devlet’inin Sözcüsü Victor Gao’nun çok yakın zamanda, alaycı bir üsluptan da geri durmayarak, ‘Britanya hangi alanda Çin ile rekabet edecek ki’ dediği konuşması da diplomatik çemberden taşıp geniş halk kitlelerine yönelen bir meydan okumaydı.
Bu noktada Ofansif Realizmin hakkını bir daha teslim etmemiz gerekir. Diğer tüm Realizm türevlerinden, hegemonya iddiası olan devletlerin güç kazanma hırsının sınırsız olduğunu ileri sürmek suretiyle, devletlerin ontolojisine getirdiği bu bakış açısıyla, ciddi biçimde ayrılır Ofansif Realizm. Sunduğu bu evrenselci ön kabul, sanılanın aksine, liberaller gibi, kültür, coğrafya ve tarih boyutlarını dıştalamaz. Bu anlamda bir indirgeme değil, tarihi okunması gerektiği gibi okumaya hizmet eder. İş bu zaviyeden bakıldığında, Çin’in çekirdek üyesi olduğu BRICS örgütünün küresel rekabette dünyanın en gelişmiş ülkeleri olarak kabul edilen G7 kollektifinin yönettiği toplam ekonomiyi aşan bir ekonomiye ulaşmasını, ve aralarına altı yeni üye daha katarak BRICS+ adını almasına da şaşırmamak gerekir.
Dünya petrol liginde 2022 itibariyle en büyük ham petrol üreticileri listesinde ilk üç sırada yer alan şirketlerin bir devlet iştiraki olmak suretiyle artık BRICS+ üyesi olduğunu hatırda tutarsak; Irak haricindeki tüm OPEC üyesi ülkelerin daimi üye kabul edilmesiyle, gezegen üzerinde varil bazında ham petrol üreten ilk on ülke listesindeki altı ülkenin fiilen aynı kollektif örgütün üyesi olduklarının ilan edilmesi ne anlatıyor bizlere? Daha derine inersek, sadece Irak’ın dışarıda bırakılması, bu konuda hiç bir görünen diplomatik angajmanın olmaması neler anlatmakta?
Benzer durum teknoloji ve çip üretiminde, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve patentlenmesinde, ve yapay zeka çalışmalarında da söz konusudur. Misalen, henüz daha 2020 yılında Çin, 5G yarışında tek başına liderliği çoktan ele geçirmişti. Çinli teknoloji şirketleri (Huawei ve ZTE dahil) tüm dünyadaki 5G Standart Temel Patentlerinin %34'üne sahip oldular. Üstelik rakip şirketlerin donanım geliştirmek için kullandıkları hammaddelerin büyük ihracatçısı da Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Sadece 5G alanındaki bu lider konumlarına odaklandığımızda, Çin’in kendi başına uluslararası standartları belirleyebildiği ve ABD'nin tüm muhalefetine ve engellemelerine rağmen bunu başarabildiğini görmekteyiz.
5G teknolojisinin virtüel ve fiziksel gerçekliği ayırt edilemeyecek şekilde kaynaştırmayı mümkün kılacağını hatırda tutarak, o dahil tüm siber-kapitalizme yönelik teknolojik atılımların sadece ve sadece çok geniş bir nüfus kütlesini otoriteryen bir anlayışla yönetmek için olmadığını, uluslarası arenada hem siyasi, hem coğrafi hem de kültürel dengeler açısından elde edilmesi mümkün avantajları daha şimdiden hazırlamakta olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Hakikatte, Google'ın emekli CEO'su Eric Schmidt’in “Eğer Sovyetler Birliği, bugün sadece global perakendecilik devi olan Amazon'un yöneticileri tarafından kullanılan türden sofistike veri gözlemleme, toplama ve analizlerden yararlanabilseydi, Soğuk Savaşı pekala kazanabilirdi.” dediği noktadayız.
Yine Erich Schimidt’in, 2023 yılının Nisan ayında Sydney Diyalogları kapsamında Michelle Pezzulo ile olan mülakatında da dikkatleri çektiği husus budur:
‘‘Fark şu ki, Çin ile hayatımızın geri kalanının geleceğini belirleyecek bir savaşa kilitlenmiş durumdayız. Ve Çin, Sovyetler Birliği gibi değil. Sovyetler Birliği en güçlü olduğu dönemde Amerika Birleşik Devletleri'nin sadece üçte biri büyüklüğündeydi ve kesinlikle tehlikeli olmalarına rağmen, ki şimdi de tehlikeliler, temelde Batı'yı etkileyebilecek küresel bir platform rakibi değillerdi. Ama şimdi bunun yerine, teknokratlar tarafından yönetilen otarşik, tabiri caizse otokratik bir rakibimiz var. Yeni bir gelecek icat etme konusunda çok yetenekli.’’
Graham Allison da, daha 2019 senesinde The National Interest’te yayımladığı makale ile aynı Realist duyarlılıkla uyarılarını sıralamaktaydı;
‘‘Pekin sadece yapay zeka konusunda uzmanlaşmaya çalışmıyor, aynı zamanda başarılı da oluyor! Yapay zekanın önümüzdeki yirmi yılda ticaret ve ulusal güvenlik üzerinde, yarı iletkenlerin, bilgisayarların ve internetin son çeyrek yüzyılda yarattığı kadar dönüştürücü bir etkisi olacağından, bunun ciddi bir ulusal endişe konusu olarak kabul edilmesi gerekiyor.’’
Enerjiden teknolojiye tüm sahalar için örnekler ve çalışma konuları elbette çoğaltılabilir. Göz ardı edilmemesi gereken husus ise tüm bunların jeopolitik ve jeostratejik bir anlamı olduğu ve holistik bir bütünlüğe hizmet ediyor olduğudur. Amerikan Hava Kuvvetlerinin desteği ile Alabama merkezli Havacılık Üniversitesinin aynı yıl (2019) içerisinde Nicholad D. Wright editörlüğüne hatrı sayılır bir araştırmacı ekip elinden yayınladığı kapsamlı rapor niteliğindeki çalışmada, ve Çin’in kendi geliştirmiş olduğu enformasyon kontrolü modelinin nasıl başarıyla ihraç edilebildiğini deşifre eden Dr.Valentin Weber elinden çıkmış olan şu satırlara dikkatinizi çekmek isterim.
‘‘Çin'in bilgi kontrol modeli Afrika, Asya, Orta Doğu ve Güney Amerika'da yaygınlaşmıştır. Bu modelin başarılı olmasının birkaç nedeni var.
İlk olarak Çin, çevrimiçi bilgi kontrolleri ve yüksek ekonomik büyüme oranlarının birbirini dışlamadığını göstermiştir. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler bunu fark etti ve Çin modelini taklit etmeye başladı. Örneğin Tayland, Çin'in Büyük Güvenlik Duvarı'nı örnek alarak kendi Büyük Güvenlik Duvarı'nı oluşturacak planlar hazırladı.
İkinci olarak, Çin yurtdışında güvenlik ekipmanları sağlayacak ve bakımını yapacak teknolojiye sahiptir. Çin'in gözetleme ve güvenlik teçhizatı için büyük bir iç talebi vardır. Buna, her zaman yeni kolluk kuvvetleri teknolojisi kazanımları için istekli olan Kamu Güvenliği Bakanlığı da dahildir. İç talep, şirketlerin evde olgunlaşmasına ve küresel pazar için rekabetçi hale gelmesine olanak tanımaktadır. Yenilikçi bir özel sektöre dayanan bu sofistike teknoloji, Çin'e küresel pazarlarda Rusya'nın modeline göre rekabet avantajı da sağlamaktadır
Üçüncüsü ve en önemlisi, Çin rejimlerin güvenlik arzularını karşılamaktadır. Bilgi, serbest akışının kontrolsüz kalamayacağı ölçüde önemli bir kaynak haline gelmiştir.’’
Bu tespitlerin ışığında ve tüm bu gelişmelerin içerisinde, halihazırda sürmekte olan bir tür rejim ihracına yönelik hamleler olduğunun aksini iddia edemeyiz. Gelgelelim, Batı kamuoyunda, ister uzman ister sıradan vatandaş olsun, özellikle de siyasi iradeyi temsil edenlere kulak kabarttığımızda, henüz hâlâ daha varlığını sürdüren kuvvetli bir refleks söz konusu: Çin’i küçümseme hatası, hatta daha da büyük bir yanılgı olarak, tüm enerji coğrafyasının çözülemez görünen çatışmalara sahip rakip ülkelerinin, bölgesel ve itikaden olan anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak ortaklaşmaya ikna olup aynı masada Rusya ve Bharat (Hindistan) ile birlikte oturdukları BRICS+’ı küçümseme hatasında ısrar ediliyor. Her ne kadar 2023 yılının ilk yarısı itibariyle azalmış görünüyor olsa bile, yöntem-bilim açısından da oldukça sorunlu analizlerin peşi sıra yaygınlaşması ve tartışmaların seyrinde bıraktığı etkiden, bu refleksin hâlâ daha kendisini koruyor olduğunu görmekteyiz.
İş bu noktada teşhisi doğru koymak kaçınılmaz hale geliyor:
Hakikatin gölgede kalan kısımlarına liberal gözlüklerle bakmak ve ötekini bu filtrelerden öngörme çabası, hatta bir yandan liberalizmi reddedip diğer yandan onun filtrelerinden tarihe tanıklık etmek, daha işin başından kendi kendini kısıtlamak anlamına gelir. Tıpkı yarım asır kadar önce Asya’yı dönüştürmek ve kendi gücünü maksimize etmek için sefere çıkan Batılı kapitalistlerde asıl eksik olan parçanın, gerçek bir realistin gözlüğü olduğunun aşikar olması gibi.
Peki ABD bu manzara karşısında bugün nasıl bir pozisyon alıyor? Bir yandan küresel ticaret bağlamında kapıları tümden kapatmak için uğraşırlarken, diğer yandan Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO) eliyle kendi ittifaklarını kurmuş olan Rusya ve Çin’i kuşatarak sınırlamaya çabalıyorlar.
Bu noktada Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın şu sözlerini dikkate almalıyız;
Macaristan’ın Lideri haksız değil. Liberal Batı indirekt olarak son çaresine zorlanıyor. Çünkü gelinen nokta itibariyle bir küresel rol ve paradigma değişimi artık ufukta kendisini gösteriyor.
Fiilen içinde olduğumuz, Profesör John Mearsheimer’in de sıklıkla altını çizdiği çapta tehlikelerle dolu bu Yeni Soğuk Savaş’ın temelinde yatan Batılı davranış modelini daha anlaşılır kılmak için London School of Economics’te Diplomasi ve Grand Strateji Çalışmaları merkezinde kıdemli araştırmacı, yazar ve gazeteci titri ile Asya Çalışmaları sahasının pirlerinden kabul edilen Martin Jacques’ın, Türkçe olarak da yayımlanmış olan Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor adlı eserindeki şu haklı tespitine başvurmak yerinde olacaktır:
‘‘Dünyanın Batılı, hatta Amerikalı olmasına o kadar çok alışmışız ki, bunun tersinin nasıl olacağı konusunda çok az fikrimiz var. Dahası Batı, kendi imajında Doğu olan dünyada güçlü bir yerleşik çıkara sahiptir. Doğallıkla, egemen güçler ve kurumlar, bağımlı uluslara empoze etmeyi isterler ve bağımlı uluslarda şartlara bağlı biçimde adapte olur ya da diz çökerler, eğer bunu yapmazlarsa, egemen güçler genellikle bu değerleri ve düzenlemeleri onlar üzerine empoze etmeye çalışırlar, hatta uç durumlarda son çare olarak bunu zorla yaparlar’’
Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor? - When China Rules The World-Martin Jacques, 2019. Türkçe Çevirisi: Sami Oğuz. Yayınevi: Akılçelen Kitaplar.
Tabi eğer yapabilirler ise!
Talihsizlik şu ki, G-20 üyesi bir çok ülke kamuoyunda, büyük güçlerin rekabetine dair mistifikasyonlar maalesef çok yaygın. Birinci Soğuk Savaş’tan miras, ve gittikçe kökleşmiş, çok kötü bir hastalık bu. Üstelik bu mistifikasyonlar, kapitalizmin kendi tarihi evriminde ulaştığı fazı da perdelemekte. Bu noktada, entelektüel çevrelerde Realistlere yöneltilen, birden çok ülkenin Nükleer Silahlanmasını Gerçekleştiren Güç olmasından dolayı artık uluslarası balansın kendi kendine oluşmuş olduğu ve Realizme ihtiyaç kalmadığı minvalindeki hem tutarsız hem temelsiz eleştiriyi hatırlayalım. Devletler birbirilerini gözetiyor olsa bile balansın bir şekilde ilga edilmesi mümkündür, üstelik uluslararası oyun maalesef sadece egemen devletlerden müteşekkil değildir.
Mistifikasyonlar bir tarafa, trajik biçimde veri havuzlarının tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar geniş ve derin olduğu günümüzde, determinist geleneğin en kullanışlı çocuğu olan indirgemecilik de maalesef kendi miadını doldurdu. Olgular arasında sebep sonuç ilişkisi tesis edebilmek, olacakları öngörebilmek için yeterli değil. Bu sebepten holistik düşünebilmenin hayati derecede elzem olduğu yerde, tüm katmanlar ve alanlarda bizatihi Realizmden asla vazgeçilmemelidir. Çünkü Realizm, tam da bu aşamada, hem mistifikasyondan arınmak için, hem de gerekli bütünselci analiz mekanizmasını inşa etmeye başlayabilmek için daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyaçtır. Her şeyden evvel, veri havuzunun söylemediklerini, yani boşluğu, kendi zihnimizden doldurmamaya yarar.
Büyük bir güç olma iddiasına sahip olanlar ise, eğer ki hakkıyla dönüşmek ve kendi tarihi olan bir coğrafyayı dönüştürmek istiyorlarsa hakikat dairesinden asla çıkmamalıdırlar. Tünelin sonunda kendi zıddı tarafından yutulmamak için bu en öncelikli ihtiyaçtır. Velev ki imkansız olana talipsiniz, mutlaka sarsılmaz bir gerçekçiliğe sahip olmanız ve onu asla elden bırakmamanız gerekir. Liberallerin bugünkü durumu bu açıdan önemli bir örnektir. Sahip oldukları devasa veri havuzunu nihai kertede bir projeksiyona dönüştürürken dünyaya kendi tasavvurlarınca elbise giydirmeye çalışmaktan ötürü kaybediyorlar. Bugünkü hırçınlıklarının asıl sebebi de budur.
Bu bağlamda bir hakikatperest olarak olanı biteni akıl divanına yatırıp en genel resme kısa bir bakış atarak bitirmek isterim:
Liberalizm ve Egemen Devlet arasında en temelde yer alan ontolojik uyuşmazlıklar, liberal kavrayışın yaşıyor olduğu, önemi büyük bir yabancılaşmanın, egemen devletin varlığını tamamiyle inkar edebilecekleri ve hatta ortadan kaldırabileceklerine dair bir gelecek tasavvurunun kıyısına gelip dayanmıştı. Oysa hakikatte, iş bu yabancılaşmanın sebep olduğu sonuçlara tanıklık ettiğimiz bir dönemdeyiz. Bu da demek oluyor ki, tarihi seyrinde hem Büyük Britanya ile birlikte eski Güneş Batmayan İmparatorluğunun, hem de Amerikan imparatorluğunun temel harcı olan siyasal düşünceyi oluşturma ve geliştirme aracı olarak liberalizm, eşiğinde olduğumuz yeni çağa girerken, neo-liberalizm formuyla artık kendi sonunu son sürat hazırlamaktadır. Bu açıdan, kişisel ve/veya kurumsal siyasi kariyerleri liberalizmden müteşekkil görece küçük ülkelerde aktif siyasetçiler ve karar vericilerin bile dünyanın bu büyük aks değişiminde çemberin dışında kalmamak için aldıkları ve alacakları konumların perde arkasını dikkatle izlemek gerekir. Ziyadesiyle bugün, Ofansif Realizmin kurucusu Profesör Mearsheimer’in dikkatimizi sunduğu aşağıdaki hatırlatıcı söz, mevcut bütün ekonomik, askeri, stratejik boyutlarda iç içe geçen tüm karmaşık olgular, olasılıklar, potansiyeller ve süreçlerin içerisinde dahi kendisini apaçık sergilemekte olan bir hakikattir.
“Devletler, hayati çıkarlarını tehditlere, özellikle de kendi yönetim sistemlerini değiştirmeye çalışan rakip bir devletten gelen tehditlere karşı savunan, egemen varlıklardır.” - John Mearsheimer (John’s Substack)
Uluslararası ilişkilerde, Bambi olmaktansa Godzilla olmak daha evlâdır
Büyük Güç Rekabetleri: Mevzu Realizm
Orijinal Adı; “Great power rivalries: the case for realism”
John J Mearsheimer, 2 Ağustos 2023, Le Monde diplomatique
Jeopolitik manzarayı değerlendirirken, ister demokratik olsun ister otoriter, her devletin öncelikli amacı kendi bekasını sağlamaktır. Bu da askeri güce ve ittifaklara bağlıdır.
Otuz yıl önce Batı'daki pek çok uzman tarihin sonuna geldiğimize ve büyük güç savaşlarının geçmişin çöplüğüne atıldığına inanıyordu. Bu yanılsama artık yıkılmış durumda. Dünya, soğuk savaş döneminde olduğu gibi sadece bir değil, iki büyük güç rekabetiyle karşı karşıya: Doğu Avrupa'da ABD ile Rusya (Ukrayna konusunda) ve Doğu Asya'da ABD ile Çin (Tayvan konusunda). Her iki güvenlik rekabeti de kolaylıkla sıcak savaşa dönüşebilir.
Esasen, uluslararası politikada son zamanlarda Batı için kötü haber anlamına gelen büyük bir dönüşüm yaşandı. Ne yanlış gitti? Yaşanan bu değişim ne ile izah edilir ve dünya ne yöne doğru sürüklenmekte? Bu soruları yanıtlamak için bir uluslararası ilişkiler teorisine ihtiyaç var: devletlerin neden böyle davrandıklarını açıklayabilecek, karmaşık ve belirsiz bir dünyayı anlamlandırmamıza yardımcı olacak genel bir çerçeve.
Realizm dünya siyasetini anlamak için en iyi teoridir. Devletler Realist hikâyenin kilit aktörleridir ve kendilerini birbirlerinden koruyabilecek yüce bir otoritenin olmadığı bir dünyada, bir arada yaşarlar. Bu durum onları güç dengelerine fazlasıyla dikkat kesilmeye zorlar, çünkü zayıf olmanın kendilerini savunmasız bırakabileceğinin farkındadırlar. Bu nedenle, devletler güç için birbirleriyle rekabet ederler; elbette bu, çıkarları uyuştuğunda işbirliği yapmadıkları anlamına gelmez. Ancak devletler, özellikle de büyük güçler arasındaki ilişkiler, özünde rekabetçidir. Dolayısıyla Realist teori, savaşın devlet yönetiminde kabul edilebilir bir araç olduğunu ve devletlerin bazen stratejik konumlarını iyileştirmek için savaş başlattıklarını kabul eder. Clausewitz'in de belirttiği gibi; savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır.
Realizm Batı'da Popüler Değil
Realizm, Birleşmiş Milletler sözleşmesinde olduğu şekliyle, savaşın sadece meşru müdafaa aracı olarak haklı gösterilebilecek bir kötülük olarak görüldüğü Batı'da pek rağbet görmez. Başka yollarla siyaset mi? Asla olmaz. Realizm, çok kötümser olduğu için de popüler değildir: büyük güçler arasındaki güvenlik çekişmesinin hayatın değişmez bir gerçeği olduğunu ve kaçınılmaz olarak trajik sonuçlara yol açacağını varsayar. Ayrıca Realizm, özgürlükçü demokrasiler olsun ya da olmasın tüm devletlerin aynı mantığa göre hareket ettiğini savunur. Ancak Batı'da çoğu kimse, rejim tipinin büyük önem taşıdığına ve özgürlükçü demokrasilerin iyi adamlar, otoriter devletlerin ise başlıca savaş kışkırtıcıları olduğuna inanıyor.

Bekleneceği üzere, Realizmin ana alternatifi olan Liberal teori Batı'da ayrıcalıklı konumda. Mamafih, ABD neredeyse her zaman Realizmin gereklerine göre hareket etmiş ve fakat hareket tarzını daha ahlâki bir retorikle gizlemiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalinist Sovyetler Birliği ile ittifak kurmuş ve Soğuk Savaş sırasında Çin'de Çan Kay Şek, İran'da Muhammed Rıza Pehlevi, Güney Kore'de Rhee Syngman, Zaire'de Mobutu Sese Seko, Nikaragua'da Anastasio Somoza ve Şili'de Augusto Pinochet gibi bir dizi acımasız otokratı desteklemiştir.
Bunun tek istisnası, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimlerin Realizmi terk ederek ABD'nin iyi niyetli liderliği altında özgürlükçü demokrasi değerlerine -hukukun üstünlüğü, piyasa ekonomisi ve insan haklarına- dayalı bir küresel düzen yaratmaya çalıştığı ‘tek kutuplu dönem’dir (1991-2017). Ne yazık ki bu ‘özgürlükçü hegemonya’ stratejisi neredeyse tamamen başarısız oldu ve 2023'ün sorunlu dünyasının ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı. Amerikalı politika yapıcılar 1989'da sona eren Soğuk Savaş'ın ardından Realist bir dış politika benimsemiş olsalardı, bugün dünya çok daha az tehlikeli bir yer olurdu.
Kendine-Yetme Dünyası
Farklı Realist teoriler vardır. Siyaset bilimci Hans Morgenthau, meşhur argümanında, insan doğasının devletleri güç peşinde koşmaya ittiğini savunur. Morgenthau'ya göre liderler bir animus dominandi'ye, yani başkalarına hükmetmek için doğuştan gelen bir arzuya sahiptir. Buna karşılık benim teorimdeki temel itici güç, uluslararası sistemin yapısı veya mimarisidir. Bu yapının belirleyici unsurları, devletleri -özellikle de büyük güçleri- güç için amansız bir rekabete itmektedir. Aslına bakılırsa, devletler demir bir kafese hapsolmuş durumdadır.
Başlangıç noktası, devletlerin anarşik bir sistemde faaliyet gösterdiklerini ve başka bir devletin kendilerini tehdit etmesi durumunda başvurabilecekleri her şeye gücü yeten bir koruyucunun bulunmadığını kabul etmektir. Dolayısıyla devletler, esasen kendi kendine yardıma dayalı kendine-yetme dünyasında, kendi başlarının çaresine bakmak zorundadırlar. Bu iş, uluslararası sistemin diğer iki yönü nedeniyle daha da karmaşık hale gelmektedir. Bazıları diğerlerinden daha fazla olsa da, tüm büyük güçler saldırgan askeri yeteneklere haizdir, bu da karşılıklı olarak birbirlerine önemli ölçüde zarar verebilecekleri anlamına gelir. Ayrıca, başka bir devletin iyi niyetli olduğundan emin olmak, imkansız olmasa da zordur, çünkü niyetler -yeteneklerin aksine- politika yapıcıların zihinlerinde saklıdır ve tamı tamına tespit edilemez. Başka bir devletin gelecekte ne yapabileceğini tahmin etmek ise çok daha zordur, çünkü yönetimde kimin olacağı bilinemez ve bir devletin karşı karşıya olduğu koşullar değiştiğinde, niyetleri de kuvvetle muhtemel kesin kes değişecektir.
Devletler, kendilerine saldırmak isteyen güçlü bir rakiple her an karşı karşıya kalabilecekleri kendine-yetme dünyasında doğal olarak birbirlerinden korkacaklardır, tabi korkunun seviyesi duruma göre değişir. Böylesine tehlikeli bir dünyada rasyonel bir devletin hayatta kalmasının en iyi yolu, diğer devletlere nazaran bilhassa güçlü olmak ve zayıf olmadığından kesinlikle emin olmaktır. Çin'in 'ulusal aşağılanma yüzyılı' (1839-1949) sırasında yaşadığı deneyimin gösterdiği gibi, bir ülke zayıf olduğunda, daha güçlü devletlerin bundan faydalanması olağandır. Uluslararası ilişkilerde Bambi olmaktansa, Godzilla olmak daha evlâdır.
Avrupa Birliği bir istisna gibi görünebilir ama öyle değil. Üye devletler arasında savaşı imkansız kılan ve onları birbirlerinden endişe etme kaygısından kurtaran şey, Amerikan güvenlik şemsiyesinin sağladığı korumadır. Hayatın bu temel gerçeği, farklı görüşlerden Avrupalı liderlerin neden ABD'nin Asya'ya yöneleceği ve Avrupa'yı gözden çıkaracağı korkusuyla yaşadıklarını açıklıyor.
Kısacası, büyük-güç siyaseti, devletlerin sadece görece güç kazanmak için fırsatlar aramakla kalmayıp, aynı zamanda güç dengesinin kendi aleyhlerine değişmesini önlemeye çalıştıkları amansız güvenlik rekabeti ile şekillenmektedir. Bu son davranış, "denge kurma" olarak adlandırılır ve kendi gücünü arttırarak ve/veya diğer tehdit altındaki devletlerle tehlikeli bir rakibe karşı ittifak kurarak yapılır. Realist bir dünyada güç, esas olarak bir devletin askeri kabiliyetlerini ifade eder ki bu da nihayetinde gelişmiş bir ekonomiye ve büyük bir nüfusa sahip olmaya bağlıdır.
Bölgesel Bir Hegemonun Avantajları
Bir büyük güç için ideal durum, bölgesel bir hegemon olmak -dünyada kendi bölgesine hakim olmak- ve burada orta ya da büyük başka hiçbir gücün kendisine meydan okuyamayacağından emin olmaktır. ABD bu mantığın işlediği bir paradigmadır. Amerika Birleşik Devletleri, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca Batı Yarımküre'de hegemonya elde etmek için büyük bir gayretle çalıştı. Bu sayede 20. yüzyıl boyunca emperyal Almanya, emperyal Japonya, Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği'nin Asya ya da Avrupa'da bölgesel hegemonlar haline gelmesini engelledi.
Hayatta kalmak elbette devletlerin birincil hedefidir, çünkü bir devlet hayatta kalamazsa, tabiatıyla, refah ya da bir ideolojiyi yaymak gibi diğer hedeflerin peşinden gidemez. Buna bağlı olarak, büyük güçler ortak çıkarları varsa ve işbirliği güç dengesindeki konumlarına zarar vermiyorsa pek ala güç birliği yapabilirler. Örneğin, süper güçler Soğuk Savaş esnasında 1968 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'nı imzalayarak işbirliği yapmışlardır, buna rağmen ABD-Sovyet ilişkileri özünde rekabetçi olmaya devam etmiştir. Dahası, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Avrupalı büyük güçler arasında önemli bir ekonomik ilişki vardı, ancak aynı ülkeler arasında ekonomik işbirliğinin önüne geçen ve sonunda savaşa yol açan önemli bir güvenlik rekabeti de vardı. Bu örnekler, büyük güçler arasındaki güç birliğinin her zaman güvenlik rekabetinin gölgesinde gerçekleştiğine işaret etmektedir.
Bazı eleştirmenler Realizmin, kurallara dayalı bir uluslararası düzenin temel yapı taşları olan uluslararası kurumları küçümsediğini ileri sürmekteler. Bu yanlış bir yaklaşımdır: Realistler, birbirine bağımlı bir dünyada güvenlik rekabetini sürdürmek için -NATO ve Varşova Paktı'nın Soğuk Savaş döneminde yaptığı gibi- ve ekonomik ve siyasi işbirliklerini kolaylaştırmak için -Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler'in bugün yaptığı gibi- kurumların gerekli olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte, büyük güçlerin kurumların kurallarını kendi çıkarlarına uyacak şekilde belirlediklerini ve hiçbir koşulda kurumların bir büyük gücü kendi güvenliğini tehdit edecek şekilde hareket etmeye zorlayamayacağını vurgulamaktadırlar. Bu gibi durumlarda, büyük güç kuralları ihlal edecek ya da kendi lehine yeniden düzenleyecektir.
Bu mantık, özgürlükçü demokrasilerin otoriter devletlerden farklı davrandığına dair Batı'da yaygın olan inanca ters düşmektedir. Otoriter devletler, kurallara dayalı düzene yönelik gerçek tehdit ve daha geniş anlamda barışçıl bir dünya yaratmanın önündeki başlıca engeldir. Ve fakat uluslararası siyaset bu şekilde işlemiyor. Devletlerin sürekli olarak hayatta kalma kaygısı taşıdığı kendi kendine-yetme dünyasında rejim tipinin pek bir önemi kalmıyor. Örneğin ABD tipik bir özgürlükçü devlet, ancak 1999'da Yugoslavya'ya ve 2003'te Irak'a yasadışı olarak saldırdı ve 1980'lerde Nikaragua'ya karşı gizli bir vekalet savaşı yürüttü. Her tipte büyük güç, hayati çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündüğünde acımasızca hareket eder.
Bazı akademisyenler 'nükleer devrimin' Realizmi günümüzde daha az geçerli hale getirdiğini savunmaktalar. Nükleer silahların bir büyük gücün hayatta kalmasını garanti altına aldığını öne sürüyor, "Nükleer silahlara sahip bir devletin anavatanına saldırmaya kim cesaret edebilir?" savıyla, güç için mücadele ihtiyacının ortadan kalktığını savunuyorlar. Bununla paralel olarak, nükleer gerginliğin tırmanması korkusunun da nükleer cephaneliğe sahip iki ülkeyi büyük bir konvansiyonel savaştan caydıracağını iddia ediyorlar. Ne var ki, büyük güçlerin bu mantığı benimsediğine dair hiçbir kanıt yok. Sovyetler Birliği ve ABD soğuk savaş boyunca güç mücadelesi için trilyonlarca dolar harcadı ve Çin, Rusya ve ABD bugün de aynı şeyi yapıyor. Nükleer silahlaraa sahip bu büyük güçler hayatta kalma kaygısı taşıdılar ve rakiplerine karşı konvansiyonel savaşa hazırlandılar. Bu, nükleer bir dünyada büyük güçler arası savaşın daha az olası olduğunu inkar etmek anlamına gelmiyor, ancak mevcut bir tehdit olmaya her zaman devam ettiğini gösteriyor, dolayısıyla Realizm her daim olduğu gibi güncelliğini koruyor.
ABD Nerede Savaşmalı?
Realizm aynı zamanda büyük güçler için hayati önem taşıyan stratejik çıkar alanlarının -kendi bölgeleri dışında- diğer büyük güçleri barındıran ya da dünya ekonomisinin ihtiyaç duyduğu bazı kritik kaynakların bol bulunduğu yerler olduğunu öne sürer. Bu nedenle, Amerikan Realistleri Soğuk Savaş sırasında Batı yarımküresi dışında ABD'nin savaşmaya hazırlanması gereken sadece üç bölge olduğunu savunmuşlardır: Avrupa, Sovyetler Birliği'nin bulunduğu Kuzeydoğu Asya ve petrol zengini Basra Körfezi. Neredeyse tüm Realistler Vietnam savaşına karşı çıktılar, çünkü savaş o dönemde çok az stratejik öneme haiz Güneydoğu Asya'da patlak vermişti. Ancak bugün Güneydoğu Asya, ABD için büyük önem taşıyor, çünkü Çin bir büyük güç haline dönüştü. Bu da Washington'un neden Tayvan ve Güney Çin Denizi'ndeki statükoyu savunmaya hazır olduğunu açıklıyor.
Liberalizm, bunun aksine, dünyanın farklı bölgeleri arasında öncelik gözetmez. Başlıca hedefi, demokrasi ve kapitalizmi mümkün olduğunca geniş bir alana yaymaktır. Özgürlükçü retorik savaşın kötülüğünü vurgulasa da, Liberal dış politika savunucuları bu iddialı hedefe ulaşmak için genellikle güç kullanmaya heveslidirler. Orta Doğu'yu namlunun ucunda demokratikleştirmeyi amaçlayan Bush Doktrini bunun bir tezahürüydü. Önde gelen Realistlerin neredeyse tamamının 2003 Irak savaşına karşı çıkması tesadüf değildir. Bu savaş, Liberalizmi yurtdışına yaymanın özellikle şahin savunucuları olan Yeni Muhafazakârların [Neo-Con] fikriydi ve özgürlükçü hegemonyanın savunucuları tarafından geniş çapta desteklendi.
İronik bir şekilde, dış politikaya yönelik Liberal yaklaşımlar, kesinlikle özgürlükçü olmayan bir unsur içermektedir. Liberalizm özünde hoşgörü ihtiyacını vurgular, çünkü bireylerin yaşamanın ya da yönetilmenin en iyi yolu konusunda asla tam olarak hemfikir olamayacaklarını kabul eder. Bu bağlamda özgürlükçü toplumlar, bireylere ve gruplara mümkün olduğunca kendi inançları doğrultusunda hareket edebilmeleri için alan yaratmaya çalışır. Ancak dış politika söz konusu olduğunda Liberaller, her ülke için en iyi rejimin ne olacağını kesin olarak biliyorlarmış gibi davranırlar. Bilhassa, dünyanın geri kalanının Batı gibi olması gerektiğine inanırlar ve onları bu yöne itmek için ellerindeki her türden aracı kullanırlar. Dünyayla başa çıkmaya yönelik bu özgürlükçü olmayan yaklaşım, sadece ideal siyasi sistem konusunda bir fikir birliği olmadığı için değil, aynı zamanda Realist mantık nedeniyle de başarısız olmaya mahkumdur. Devletler, hayati çıkarlarını tehditlere, özellikle de kendi yönetim sistemlerini değiştirmeye çalışan rakip bir devletten gelen tehditlere karşı savunan, egemen varlıklardır.
Sovyetler Birliği 1991'de çöktüğünde, Soğuk Savaş'ın temelini oluşturan iki kutuplu dünya, yerini ABD merkezli tek kutuplu bir sisteme bıraktı. Tek kutupluluk daha sonra Çin'in yükselişi ve Rusya'nın gücünün yeniden dirilmesiyle 2017 civarında çok kutupluluğa dönüştü. ABD hâlâ bu yeni dünyanın en güçlü ülkesi, ancak Çin, müthiş ekonomisi ve büyüyen askeri gücüyle, eşdeğer bir rakip. Rusya ise bu üç ülke arasında açıkça en zayıf olanı. Bu çok kutuplu sistemde, her biri farklı bir Realist mantığa göre işleyen iki yeni rekabet ortaya çıktı. ABD-Çin güvenlik rekabeti esas olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ABD-Sovyet husumeti gibi bölgesel hegemonya ile ilgili olsa dahi, tıpkı ABD-Sovyet düşmanlığı gibi, dünya geneline yayılabilir. Mevcut ABD-Rusya rekabeti ise, Rusya'nın Avrupa'ya hakim olabileceği korkusundan değil, ABD'nin saldırgan tutumundan kaynaklanmakta.
ABD-Çin Rekabeti
19. ve 20. yüzyıllar boyunca Çin bir büyük güç olarak görülmedi. Bunu hak edecek nüfus büyüklüğüne kesinlikle sahipti, ancak yeterli askeri güç oluşturmak için gereken zenginliğe sahip değildi. Bu durum, Çin ekonomisinin hızla büyümeye başladığı 1990'ların başından itibaren değişmeye başladı. Bugün Çin dünyanın en büyük ikinci ekonomisine ve en ileri teknolojileri geliştirme kapasitesine sahip. Tahmin edileceği üzere Pekin, ekonomik gücünü ordusunu güçlendirmek için kullanıyor.
Çin'in amacı, Asya'nın açık ara en güçlü devleti haline gelmek ve ABD ordusunu kademeli olarak Doğu Asya'nın dışına iterek kendisini bölgesel bir hegemon olarak konumlandırmak. Pekin aynı zamanda bir açık deniz donanması inşa ediyor ki bu da gücünü dünyanın dört bir yanına yansıtmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Özü itibariyle Çin, ABD'yi taklit etmekte ki bu da anarşinin hüküm sürdüğü bir dünyada bir ülkenin güvenliğini en üst düzeye çıkarmasının en iyi yolu olduğu için son derece mantıklı. Çinli politikacıların Asya'ya hakim olmak istemelerinin başka bir nedeni daha var. Tayvan'ı geri almak ve Güney Çin Denizi'ne hakim olmak gibi milliyetçi mantığa dayalı bölgesel hedefleri mevcut ki bu hedeflere de ancak Çin'in bölgesel bir hegemon olmasıyla ulaşılabilir.
ABD uzun zamandır, 20. yüzyıl boyunca defalarca göstermiş olduğu üzre, başka bir ülkenin bölgesel hegemonya elde etmesini engellemeye çalışıyor. Bu nedenle, Çin'in Asya'ya hakim olmasını engellemek için bir çevreleme politikası gütmekte. Bu dengeleme çabasının hem askeri hem de ekonomik boyutu var.
İlkine ilişkin Washington, başlangıçta Sovyetler Birliği'ni çevrelemek için kurulan ittifakları Çin'i çevrelemek için bir koalisyona dönüştürüyor ve bunu güçlendirmek için yeni düzenler oluşturuyor. Bu hamle, AUKUS (Avustralya, İngiltere ve ABD) ve QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu: ABD, Avustralya, Japonya ve Hindistan) gibi güvenlik paktlarının kurulmasını ya da yeniden canlandırılmasını ve ABD'nin Japonya, Filipinler ve Güney Kore ile uzun süredir devam eden ikili ittifaklarının güçlendirilmesini içeriyor.
Transatlantik Çatlağı
Ekonomik açıdan ise Washington, Çin'in en ileri teknolojileri geliştirmesini sınırlandırarak bu çok önemli sektörde ABD'nin hakimiyeti elinde tutmasını sağlamaya çalışıyor. Bu ekonomik rekabet Atlantik-ötesi ilişkilerde ciddi bir çatlak yaratabilir, çünkü Rusya ile ekonomik ilişkilerin kesilmesinden zaten zarar gören Avrupa ülkeleri Çin'de müşteri arayışında.
Çin ve ABD, öngörülebilir bir gelecekte güç için daha da yoğun bir rekabete gireceklerdir. Bu mücadele kısmen, bir tarafın kendini savunmak için yaptıklarının diğer tarafça saldırgan niyetlerin kanıtı olarak yorumlandığı ünlü 'güvenlik ikilemi' tarafından körüklenecek. Bu güvenlik rekabetinin özellikle tehlikeli olmasının iki nedeni daha var. Birincisi, neredeyse her Çinlinin Çin'in kontrol etmesi gereken kutsal topraklar olarak gördüğü, ancak ABD'nin Washington ile müttefik, fiili bağımsız bir devlet halinde tutmaya kararlı olduğu Tayvan üzerinde yoğunlaşıyor.
İkincisi, bu ezeli rakipler arasında gelecekte yaşanacak herhangi bir savaşın, büyük ölçüde hava, füze ve deniz kuvvetleri tarafından Çin kıyılarındaki adalar üzerinde yaşanması kuvvetle muhtemel. Savaşın bu coğrafyada patlak vereceği makul senaryoları masaya koymak hiç de zor değil, velev ki kazara bile çıkacak olsa. Asya anakarasında yaşanacak bir Çin-ABD savaşı, şayet yaşansaydı Soğuk Savaş döneminde Avrupa'nın göbeğinde NATO ile Varşova Paktı arasında geçecek bir savaşta olabilecek türden, çok ölümcül ve bu itibarla da çok daha az olası bir savaştır. Bu nedenle Asya'da büyük bir kara savaşı pek ihtimal dahilinde görünmüyor, ancak yine de bundan kaçınmak için her iki tarafın da akıllıca diplomasi yürütmesi gerekecek.
ABD, Realist ilkeleri göz ardı ederek bu tehlikeli rekabetin oluşmasına meydan verdi. 1990'ların başında ABD'nin karşısında rakip büyük güçler yoktu ve Çin ekonomik olarak az gelişmiş durumdaydı. Liberalizmin reçetesi doğrultusunda, Amerikalı yöneticiler Çin'le ilişki kurma politikasını benimsediler: ekonomik büyümesine yardımcı olmak ve onu uluslararası düzene entegre etmeye çalışmak. Zengin bir Çin'in Amerikan egemenliğindeki bu düzende 'sorumlu bir paydaş' haline geleceğini ve akabinde Liberal bir demokrasiye evrileceğini varsaydılar. Kısacası, güçlü ama demokratik bir Çin, ABD'ye meydan okumayan barışçıl bir Çin olacaktı.
Bu angajman, muazzam bir stratejik gafletti. Eğer Amerikalı politika yapıcılar Realist mantıkla hareket etmiş olsalardı, Çin'in büyümesini hızlandırmaya çalışmazlar, aksine Washington ile Pekin arasındaki güç farkını azaltmak yerine, olduğu gibi korumaya çalışırlardı.
Batı'da Ukrayna savaşına ilişkin yaygın kanı, Rusya'nın Avrupa'da tıpkı Çin'in Asya'da davrandığı gibi yol aldığı yönünde. Putin'in, eski Sovyetler Birliği çizgisinde büyük bir Rusya yaratmak ve ardından Varşova Paktı'nın eski tampon ülkelerini yeniden fethetmekle başlayan ve nihayetinde tüm Avrupa'nın güvenliğini tehdit eden emperyal hırsları olduğu söyleniyor. Sözüm ona, fethetmeyi ve Rusya'ya entegre etmeyi amaçladığı Ukrayna onun ilk hedefiymiş, fakat son hedefi değil. Bu fikrin sahiplerine göre NATO'nun Ukrayna'da yaptığı şey, tıpkı Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği'nin tüm Avrupa'ya hakim olmasını engellediği gibi, Rus gücünü kontrol altına almaktan ibaret.
Bu hikâye, ne kadar sık tekrarlanırsa tekrarlansın, bir uydurmaca olmaktan öte bir şey değildir. Putin'in Ukrayna'nın tamamını Rusya'ya katmak istediğine ya da Doğu Avrupa'daki herhangi bir ülkeyi ele geçirmeye çalıştığına dair hiçbir kanıt yok. Üstelik Rusya, bırakın Avrupa'nın hegemonu olmayı, bu iddialı hedefe ulaşacak askeri kapasiteye bile sahip değil.
Rusya'nın Ukrayna'ya saldırdığına şüphe olmasa da, çatışmanın ABD ve onun Avrupalı müttefikleri tarafından Ukrayna'yı Rusya'nın sınırlarında bir Batı siperi haline getirmeye karar verdiklerinde kışkırtıldığı da aynı derecede açıktır. Ukrayna'yı NATO ve Avrupa Birliği'ne sokmaya ve Batı yanlısı Liberal bir demokrasiye dönüştürmeye çalıştılar. Rus yetkililer bu politikanın Moskova için varoluşsal bir tehdit olduğunu ve buna müsamaha gösterilmeyeceğini defalarca vurguladılar. Bu konuda ciddi olmadıklarını düşünmek için hiçbir neden yok.
Ukrayna'nın NATO'ya alınması kararının verildiği Nisan 2008'de ABD'nin Moskova Büyükelçisi, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'a gönderdiği bir notta şöyle diyordu: “Ukrayna'nın NATO'ya girmesi, Rus eliti (sadece Putin değil) için kırmızı çizgilerin en kalın olanıdır. İki buçuk yılı aşkın bir süredir önemli Rus aktörlerle yaptığım görüşmelerde ... Ukrayna'nın NATO'da yer almasını Rusya'nın çıkarlarına doğrudan bir meydan okumadan başka bir şey olarak gören birine henüz rastlamadım.” Dönemin Almanya Şansölyesi Angela Merkel Ukrayna'nın NATO'ya alınmasına karşı çıktı: “Çok emindim ... Putin bunun olmasına izin vermeyecekti. Onun bakış açısına göre, bu bir savaş ilanı olurdu.”
Ukrayna Krizi
Ukrayna'daki çatışma, Ukrayna'nın NATO'ya üye olacağını ilan etmesinden altı yıl sonra, Şubat 2014'te başladı. Putin daha sonra, bu politikaya yön veren ABD'yi Ukrayna'yı ittifaka dahil etme fikrinden vazgeçmeye ikna ederek çatışmayı diplomatik yollardan çözmeye uğraştı. Ancak Washington bunu reddetti ve bunun yerine Ukrayna ordusunu silahlandırıp eğiterek ve NATO askeri tatbikatlarına dahil ederek gerilimi her fırsatta tırmandırdı. Ukrayna'nın hızla fiili bir NATO üyesi haline gelmesinden korkan Rusya, 17 Aralık 2021'de Başkan Biden'a ve NATO'nun kendisine mektuplar göndererek Ukrayna'nın ittifaka katılmayacağına ve bunun yerine tarafsız bir devlet olarak kalacağına dair yazılı bir taahhüt talep etti. Dışişleri Bakanı Antony Blinken 26 Ocak 2022'de “Değişiklik yok; değişiklik olmayacak” diye cevap verdi. Bir ay sonra Rusya Ukrayna'ya saldırı başlattı.
Realist bir bakış açısıyla, Moskova'nın NATO'nun Ukrayna'ya doğru genişlemesine verdiği tepki, tehlikeli bir tehdide karşı 'denge kurma' stratejisinin basit bir örneğidir. Putin, Sovyetler Birliği'nin can düşmanı olan, dünyanın en güçlü devletinin hakim olduğu bir askeri ittifakın, 'evimizin kapısının eşiğindeki' dediği Ukrayna'yı üyeliğe almasını engellemeye kararlı. Aslında Rusya'nın tutumu, uzaktaki hiçbir büyük güce kendisinin arka bahçesinde askeri güç konuşlandırmasına izin verilmeyeceğini söyleyen Amerika'nın Monroe Doktrini'ne benziyor. Rusların varoluşsal bir tehdit olarak gördükleri bu durumun diplomasiyle çözülemeyeceğini anlayan Putin, Ukrayna'yı NATO dışında tutmayı amaçlayan önleyici bir savaş başlattı. Moskova bunu bir fetih savaşı değil, meşru müdafaa savaşı olarak görüyor. Elbette Ukrayna ve komşuları bunu oldukça farklı değerlendiriyor. Bunu söylemek, savaşı haklı çıkarmak ya da kınamak değil, sadece neden olduğunu açıklamaktır.
Putin'in açık uçlu genişlemeye kararlı olduğu masalı göz önüne alındığında, NATO genişlemesinin de Realist bir mantığa dayandığı düşünülebilir: ABD ve müttefikleri Rusya'yı çevrelemeyi amaçlıyor. Ancak bu görüş de yanlış olacaktır. NATO'yu genişletme kararı 1990'ların ortasında, Rusya'nın askeri açıdan zayıf olduğu ve ABD'nin Moskova'yı genişlemeye zorlamak için elinin güçlü olduğu bir dönemde alındı. Uluslararası sistemde zayıf olmanın tehlikelerini bir kez daha görüyoruz. Ukrayna'nın ittifaka dahil edilmesine karar verildiği 2008 yılında Rusya Avrupa için bir tehdit oluşturmuyordu. Dolayısıyla ne o zaman ne de şimdi onu kontrol altına almaya gerek olmamıştır. Aslında ABD'nin Avrupa'dan Doğu Asya'ya yönelmek ve Rusya'yı Çin'e karşı dengeleyici bir koalisyona dahil etmekte derin çıkarı var, Doğu Avrupa'da bir savaşa saplanıp Rusları Çinlilerin kucağına itmekte değil.
Çin ile yanlış yollara sapmış angajman politikası gibi, NATO'nun genişlemesi de Liberal hegemonya projesinin bir parçasıydı. Amaç, Doğu ve Batı Avrupa'yı bütünleştirmek ve nihayetinde tüm Avrupa'yı dev bir barış kuşağına dönüştürmekti. George Kennan gibi Realistler NATO'nun genişlemesine karşı çıktılar, çünkü bunun Rusya'ya tehdit oluşturacağını ve felakete yol açacağını görüyorlardı.
Eğer Realist mantık hakim olsaydı ve NATO doğuya doğru genişlemeseydi, özellikle de Ukrayna'yı içine alacak şekilde genişlemeye kalkışmasaydı, Avrupa bugün çok daha iyi bir durumda olurdu. Ancak artık bıçak kemiğe dayandı: tek kutupluluk yerini çok kutupluluğa bıraktı ve ABD ile müttefikleri şimdi hem Çin hem de Rusya ile ciddi jeopolitik rekabete girmiş durumda. Bu yeni soğuk savaşlar en az orijinali kadar, belki de daha fazla tehlikelidir.
🌍