Richard Seymour: Atlantik Sağcılığının Antisemitizmi
Hem Birleşik Krallık'ta hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde antisemitizm konusunda muhafazakâr ve sağcı tepkinin garip bir özelliği, Filistin ile dayanışmayı suç haline getirmek olmasıdır.
Çevirmen Notu;
Semitik terimi; Arapları, Habeşleri, Arami ve Süryanileri ve dahi İbranileri içine alan dil grubunu konuşanları tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Ama ne var ki, Antisemitizm terimi özellikle Yahudi karşıtlığına atıfta bulunulan bir kavram olagelmiştir.
Antisemitik kelimesinin ilk olarak 1860 yılında, Avusturyalı Yahudi bilgin Moritz Steinschneider tarafından kullanıldığı genel kabul görmüş durumdadır. Steinschneider terimi, Ernest Renan'ın “semitik ırkların ârî ırklardan daha aşağı” olduğu yönündeki fikirlerini nitelendirmek için ve reddiye mahiyetinde kullanmıştı.
Alman gazeteci Wilhelm Marr ise, “antisemitizm” kavramına günümüzdeki belirgin anlamını kazandıran kişidir. Bu propagandist gazeteci, Alman ırkçısı bir sosyalist ve siyasetçiydi. Almanca konuşulan dünyada anarşizmin propagandasını yapan ilk kişi Marr’dır. Ayrıca Alman İmparatorluğu'ndaki ilk antisemitik siyasi örgüt olan Antisemitler Birliği'ni (Antisemiten-Liga) 1879 senesinde kuran da tam adıyla Friedrich Wilhelm Adolph Marr’dır. Kurucusu olduğu derneğin Avrupa’da gerçekleştirdiği Yahudi karşıtı kampanyalarda Yahudilere karşı dini temelli olmanın ötesinde, ırksal temelli bir düşmanlığı baz alan antisemitizm tanımını ilk kez o kullanmış oldu.
Wilhelm Marr’ın bu radikal ırkçı söylemlerinin köklerini Burschenschaft hareketinden ilhamla bulduğunu söylemek mümkün. 19. yüzyılın başlarında, Alman halkının yaşadığı tüm topraklarda birleşik bir devlet kurma hayali Viyana Kongresi kararları ile suya düşünce, Alman öğrenciler arasında yaşanan hayal kırıklığından doğan bir öğrenci örgütlenmesidir Burschenschaft hareketi. "1818 Burschenschaft Kongresi" kararı gereği hareket, Yahudi ve diğer Alman olmayan azınlıkların "kendi içlerinde bir Hıristiyan-Alman ruhu geliştirmeye istekli olduklarını kanıtlamadıkları sürece" harekete üye olarak katılımlarını reddediyordu. Yahudilerin harekete katılmasına karşı çıksalar da, Yahudi ve diğer azınlıkların ancak tüm etnik ve dini farklılık belirtilerini terk etmeleri ve Alman toplumu (Volk) içinde asimile olmaları halinde Alman devletine dahil olma olasılığını kabulleniyorlardı.
Bernard Lewis ise antisemitizmi diğerlerinden bir şekilde farklı olan insanlara yöneltilen özel bir ön yargı, nefret veya baskı durumu olarak tanımlamıştır. Lewis'e göre, antisemitizm iki belirgin özellik gösterir: Yahudiler, diğerlerine uygulanandan farklı bir standarda göre yargılanır ve "evrensel kötülük" ile suçlanırlar.
Uluslararası örgütler ve devletlerin de antisemitizmin resmî bir tanımını yapmaya yönelik çabaları olmuştur. ABD Dışişleri Bakanlığı 2005 Küresel Antisemitizm Raporu'nda, "Tek tek ya da bir grup olarak Yahudilere duyulan ve Yahudilik dini ve/veya etnik kimliğine yöneltilebilecek nefret" tanımını getirmiştir.
2005 yılında ise, Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi (EUMC) daha detaylı bir tanım ortaya koydu: "Antisemitizm, Yahudilere karşı nefret olarak da ifade edilebilecek, Yahudilere yönelik belirli bir algılama biçimidir. Antisemitizmin sözlü ya da fiziki oluşumları Yahudi olan veya olmayan şahıslara ve/veya mülklerine, Yahudi cemaatinin kurum ve dini yapılarına yöneltilmiştir. Ayrıca, bu oluşumlar, Yahudi devleti olarak tasavvur edildiği için İsrail devletini de hedef alabilir. Antisemitizm genellikle Yahudileri insanlığa zarar vermek amacıyla gizlice çalışmakla itham eder ve sık sık 'işlerin ters gitmesi'nin kabahatini Yahudilere yükler."
Görüldüğü üzere, her ne kadar kelime anlamıyla Semit kavramının karşıtı olarak bir isme delalet etse dâhi, antisemitizm kavramının kullanımı Samilere yönelik bir ayrımcılık durumunu kastetmemektedir. Araplar, Habeşler, Aramiler ve Süryaniler konu dışıdır, tek mevzuu Yahudi karşıtlığıdır.
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi’nin tanımında açıkça görüldüğü üzere günümüzde çeperi öyle bir hâl almıştır ki, İsrail Devleti bile eleştiriden muaf hale getirilecek kadar kavram pervasızlaşmıştır.
Mesela İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra öncelikle Almanya’da başlayan ve sonra bir vechesi ile tüm dünyada dile gelen bir düşünceye göre Yahudiler ve İsrail devleti Holokost’u kullanarak tüm dünyadaki insanların sürekli olarak suçluluk duygusu ile yaşamalarını sağlamaya çalışmaktadır. İnsanların bu hissiyatına karşı hemen Tâlî Antisemitzm (Alm. “Sekundärer Antisemitismus”) kavramının konulduğunu ve yine antisemitik olmakla suçlandıklarını görüyoruz.
Daha beteri İsrail devleti çerçevesinde döneni ki, bunu Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi yaptığı tanımın içine doğrudan enjekte etmiş durumda. Bunun da tanımı yapılmış, Antisiyonist Antisemitzmi (Alm. “antizionistischer Antisemitismus”) olarak literatürde yerini almış vaziyette.
İşte tam da burada ‘suçlunun mağdur olana dönüşmesi gayreti mi var’ diye sormadan edemiyor insan. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi tanımına bakacak olursak, İsrail devletini antisemitizm ithamına maruz kalmadan eleştirmek mümkün değil. İsrail’e yöneltilen her türlü eleştiriyi önleyen bir sansür kalkanı değil de başka ne olabilir ki bu tanım? Onbinlerce Yahudi’nin bile katliamlarına isyan ettiği İsrail’deki katil Siyonist rejimin arkasını kollamak için Kolektif Batı’nın bu kolektif çabasındaki soykırım yardakçısı ırkçılığa ne isim verelim mesela?
Richard Seymour aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde bahse konu çabayı özneleri üzerinden derinlemesine ortaya koyuyor.
Keyifli okumalar dilerim.
Atlantik Sağcılığının Antisemitizmi
Orijinal Adı; “How the Right Reinvented Antisemitism”
⑊ Richard Seymour ⑊ 25.10.2023, Jacobin
İsrail'in 1967'de Filistin'in büyük bir bölümünü işgal etmesinin ardından Avrupalı ve Amerikalı muhafazakârlar işgali eleştirenleri antisemitizmle suçlamaya başladı. Son zamanlarda, politikacılar Filistin ile dayanışmayı suç haline getirmek için bu tanımlamadan yeniden faydalanıyorlar.
Hem Birleşik Krallık'ta hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde antisemitizm konusunda muhafazakâr ve sağcı tepkinin garip bir özelliği, tercih ettiği yöntemin büyük ölçüde gerçek antisemitizm vakalarını tespit etmek ve bunlara göre hareket etmek değil, Filistin ile dayanışmayı suç haline getirmek olmasıdır.
Londra'da 150,000 kişinin Gazze'deki soykırıma karşı yürümesinin ardından İngiltere İçişleri Bakanı Suella Braverman, protestoyu “korkutucu bir kalabalık” olarak nitelendirdi ve “Nehirden Denize, Filistin Özgür Olacak” sloganının “İsrail'in yok edilmesi” anlamına geldiğini söyledi. Muhafazakârlardan bir milletvekili olmasının yanı sıra Birleşik Krallık'ın Holokost Sonrası Sorunlar Özel Temsilcisi olarak da görev yapan ve kıymetli eserlerin korunmasından sorumlu olan Eric Pickles daha da ileri gitti. Pickles, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) tüm bölgede laik demokratik bir devlet kurma çabası yürüttüğü sırada İsrailli insan hakları örgütü B'Tselem tarafından dillendirilen, İsrail'in “Ürdün Nehri'nden Akdeniz'e kadar Yahudi üstünlüğü” sistemiyle yönetildiğini vurgulayan sloganının, “etnik temizlik mantrası” olduğunu saldırganca ifade etti.
Elbette antisemitik olmakla İsrail devletinin tutkulu bir destekçisi olmak arasında bir çelişki yoktur. Hiç kimse Filistin'i nehirden denize kadar özgürleştirmek istemekle suçlanamaz, lakin İsrail'in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu ve oğlu açıkça George Soros'un komplo teorilerinin ticaretini yapıyor. Netanyahu verdiği röportajlarda, Yahudi hayırsever tarafından finanse edilen radikal solculardan oluşan küresel bir elitin medyanın büyük bölümünü kontrol ettiğini iddia etti.
Netanyahu, yerleşimci hareketi liderliğiyle olduğu gibi, Macaristan'daki Yahudi düşmanı Viktor Orbán hükümetinin de yakın müttefikidir. Siyonist hareket uzun zamandır Antisemitik Evanjelistler ile ittifak halindedir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut İsrail hükümetinin Avrupa aşırı sağı ile olan yakınlığı ilk bakışta göründüğü kadar garip değildir. Haaretz'in geçen ayki başyazısında Netanyahu'nun “antisemitlerin amigosu” haline geldiği uyarısı boşuna değildi.
Nükleer Başlıklı Spartalılar
Bu yeni ittifaklar dizisi, kısmen, İsrail'in komşularını askeri olarak ezdiği ve tarihi Filistin'in geri kalanını işgal ettiği 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın bir sonucu olarak Batı solu ile İsrail arasında bir çatlağın ortaya çıkmasıyla mümkün oldu. Bu gaddar fetih hareketi, Vietnam'da bocalayan Washington'un hayranlığını kazandı. Ancak, Batı Şeria ve Gazze'de hemen başlatılan yerleşimci-sömürgeci projeler kendini gösterince, İsrail'in cesur bir ilerici Sparta olduğu illüzyonu, Arap düşmanlığı denizinde kaybolup gitti.
Savaş karşıtı hareketten Black Power'a kadar radikal solun İsrail'i eleştirmek için her türlü nedeni vardı. Öte yandan, İsrail'e yeni yeni aşık olan yeni sağ, solun Arap milliyetçiliğiyle birlikte, Yahudilere doğrudan saldırmak yerine, Yahudilerin uzun vadeli varlıklarını güvence altına almak için umut bağladıkları devlete sinsice saldıran “yeni bir antisemitizmin” kaynağı haline geldiğini iddia etti.
Yeni antisemitizm konsepti, 1974 yılında Anti-Defamation League tarafından yayınlanan The New Anti-Semitism (Yeni Antisemitizm) adlı kitapta popüler hale getirilmiş, Oryantalist Bernard Lewis tarafından 1986 yılında “Semites and Anti-Semites” (Semitler ve Anti-Semitler) adlı kitabında mütevazı bir entelektüel ağırlık kazandırılmış ve o zamandan beri Avrupa Birliği Askeri Komitesi tarafından kullanılan tanımdan Uluslararası Holokost Anma İttifakı'nın oldukça tartışmalı tanımına kadar bazı antisemitizm “çalışma tarifleri” ile yaygınlaştırılmıştır.
Yeni antisemitizm tezinin itici gücü, İsrail'in askeri saldırganlığının aslında meşru müdafaa olduğu ve Filistinlilere yönelik dayanışmanın aslında antisemitizm olduğudur.
Nitekim Fransız deneme yazarı Alain Finkielkraut, İsrail'in Savunma Kalkanı Operasyonu sırasında Batı Şeria'yı yerle bir etmesini birçok insanın protesto ettiği 2002 yılını ‘Kristal Yıl’ olarak tanımlayabilmiştir; dört yıl sonra Lewis, İsrail'in 2006’da Lübnan'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan atmosferi 1938'dekine benzetmiştir.
Bu ifadeler işlevsel olarak antisemitiktir. Antisemitizmin “iş gören” ya da başka türlü tanımlarının çoğu, İsrail devleti ile Yahudiler arasında ayrım yapmamanın antisemitik olduğu konusunda hemfikirdir. Gecenin gündüzü takip ettiği kadar kesin bir şekilde, İsrail devletine enternasyonalist, sömürge karşıtı ve ırkçılık karşıtı gerekçelerle karşı çıkmak ile Yahudilere düşmanlık arasında ayrım yapmamanın antisemitik olduğu sonucuna varılır. Ancak İsrail savunuculuğu tam da kendisi ile Yahudiler arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya dayanır. İsrail, ne kadar çok Yahudi tarafından reddedilirse reddedilsin ya da protesto edilirse edilsin, kendisini “Yahudilerin devleti”, “ulusların Yahudisi”, başka bir yerde yalnızca “yabancı” bir unsur olarak var olabilecek bir halkın ulusal öz savunması olarak temsil etmelidir.
Dünyanın dört bir yanındaki muhafazakâr politikacılar antisemitizme karşı çıkmak gibi sahte bir gerekçeyle Filistin dayanışmasını suç sayarken bunu yapıyor; Britanya Başbakanı Rishi Sunak sanki tüm Yahudiler İsrail'i destekliyormuş gibi konuşurken bunu yapıyor; Berlin ve Fransa'daki yetkililer Filistin protestolarını yasaklarken bunu yapıyor. Mezarlıklara ya da sinagoglara saygısızlık etmiyor olabilirler ama mantıkları bunu yapanlarla aynı.
Sızıntı Emperyalizmi (Üçkağıtçı Emperyalizm)
Bu yeni antisemitizm tezi, İngiltere'de ulusal medyaya da yansımış durumda. BBC'de, Filistin yanlısı protestocuların Hamas'ı “destekledikleri” iftirası atılıyor. Bu tür suçlamalar hızla doğrudan antisemitizm suçlamalarına dönüşüyor. Ülkenin İçişleri Bakanı Priti Patel tarafından atanan aşırı sağcı “aşırılıkla mücadele” danışmanı Robin Simcox'a göre, İngiltere'deki son yürüyüşler “Yahudilere ölüm ve İsrail'in haritadan silinmesini” isteyen insanlar tarafından düzenleniyor.
Kötü gazetecilik standartlarıyla tanınan Jewish Chronicle, Filistin yanlısı protestoların yasaklanmasından yana olduğunu açıkladı. Gazete, planlanan ulusal bir eylemden “Nefret Yürüyüşü” olarak bahsetti. Editörünün şimdi silinen bir tweet'inde “Müslüman kültürünün büyük bir kısmının kan dökmeyi kutsallaştıran bir ölüm kültünün pençesinde olduğunu” iddia etmesinden kısa bir süre sonra yayınlanan haber, büyük ölçüde bazı protestocu gruplarla Hamas arasında son derece zayıf bağlantılar kurmaktan ibarettir. Yaklaşık üç yüz bin kişinin katıldığı 21 Ekim'deki yürüyüşün ardından medyanın panik halindeki karalamaları daha da arttı.
BBC'den Sophy Ridge “binlerce” kişinin “cihat” hakkında konuştuğundan bahsetti. Bunun gerçekleştiği tek vaka, Hizb-ut Tahrir tarafından düzenlenen ayrı bir mitingdeki tek bir konuşmaydı. New Statesman'da yazan eski BBC muhabiri Andrew Marr, “Yahudi karşıtı gösterilerde yürüyen nefret dolu yüzlerin” “Holokost'un yankıları ve potansiyel nükleer savaş” sloganları attığını söyledi.
Bu saçma iftiralar, Birleşik Krallık'ta Filistin dayanışmasının daha geniş çapta kriminalize edilmesi sürecinin bir parçasıdır. Terörle mücadele çerçevesinde uygulanan polisiye tedbirler, Birleşik Krallık'ta Filistin haklarını destekleyenlere karşı uzun süredir kullanılıyor. 2008-2009 yıllarında Dökme Kurşun Operasyonu sırasında İngiliz polisi evlere baskınlar düzenlemiş ve “Ute Operasyonu” kapsamında toplam 169 protestocuyu tutuklamıştır. Aralarında reşit olmayan çocukların da bulunduğu pek çok kişi nispeten küçük suçlardan dolayı yargılandı ve ağır cezalara çarptırıldı.
Daha yakın bir tarihte, 2021 yılında İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısına karşı düzenlenen protestolarda öğrenciler ya kefiye takmak gibi suçlardan cezalandırıldı, ya terörle mücadele yasaları kapsamında tutuklandı veya Önleme programına sevk edildi. Daha önce İslamcıların Birmingham okullarını ele geçirdiğine dair gülünç bir komplo teorisi peşinde koşarak vergi mükelleflerinin parasını boşa harcayan Muhafazakâr Milletvekili Michael Gove, şu anda kamu kurumlarının İsrail'i hedef alan Boykot, El Koyma ve Yaptırım kampanyalarına katılmasını yasaklayan bir yasa çıkarılması için bastırıyor. Bu tür kampanyaların “antisemitik söylem istismarı”na yol açtığını iddia ediyor ki bu doğru değil. Bu kampanyaların “Birleşik Krallık dış politikasına zarar verdiğini” de ekliyor ki aslında bütün mesele bunların demokratik bir hak olmaları gerekliliği.
Burada olan şey sadece “aşırılığın” bir grup komplo teorisyeni, İslam düşmanı, sağcı fırsatçı ve tetikçi otoriter tarafından yeniden tanımlanması değildir. Her ne kadar savaş karşıtı aktivistlerin hem polis hem de aşırı sağcı haydutlar tarafından takip edildiği İsrail'de bu durum yaşanıyor olsa da, mesele sadece Sağ'ın “kalpleri ve zihinleri” kazanma fikrinden vazgeçip düpedüz baskıya yönelmesi de değildir. Rıza kazanma, sabırla hegemonya inşa etme fikrinin tamamı küllenmiş durumda. Örneğin Birleşik Krallık'ta halk ezici bir çoğunlukla ateşkesi destekliyor, ancak en büyük iki parti de bunu onaylamıyor.
Anketler, İngiltere'de Muhafazakârların bir sonraki genel seçimlerde büyük olasılıkla hezimete uğrayacağını gösteriyor. 1997'de Tony Blair'in kazandığı oy oranından daha büyük bir oy kaybı onları bekliyor olabilir. Ancak protesto karşıtı yasaları iptal etmeyi reddeden İşçi Partisi lideri Keir Starmer, İsrail'in Gazze halkına toplu cezalandırma uygulama “hakkı” olduğunu savundu. Guardian gazetesi 17 Ekim'de bu politikanın öngörülebilir bir sonucunu, yani Filistinlilerin susuzluktan öldüğü ya da pis su içmekten kolera ve dizanteriye yakalandığı haberini verdi.
İşçi Partisi'nde, muhalefet liderinin tutumuna öfkelenen İskoçya'dan Londra'ya, partinin meclis üyeleri ve meclis liderleri arasında istifa dalgaları yaşandı. ITV muhabiri Shehab Khan'ın haberine göre, İşçi Partisi konsey liderleriyle acil toplantılar yapıyor, ancak Starmer'ın karşılık olarak yaptığı en fazla, dilini biraz değiştirerek söylediği şeyi inkar etmek oldu. Gölge Uluslararası Kalkınma Bakanı Lisa Nandy şu anda bile İsrail'in toplu cezalandırmasının uluslararası hukuku ihlal ettiğini söylemeyi reddediyor. Partinin başa geçmesi halinde pek bir şeyin değişmesi olası değil.
Amerika Birleşik Devletleri'nde de İsrail'e verilen genel destek Joe Biden'ın iktidar koalisyonunda bölünmelere yol açıyor. Başta Demokrat seçmenler olmak üzere Amerikalıların çoğu İsrail'e daha fazla silah gönderilmesine karşı çıkarken ve ateşkesi destekler halde iken, yönetimde bulunan kurmaylar Biden'ın Netanyahu'ya açıktan destek politikasına isyan eder halde.
Bu muhalefete rağmen, dünya genelindeki politikalar, soykırım kampanyası yürüten İsrail aşırı sağını desteklemek uğruna feci bir savaşa kapı aralıyor. Küreselciler bazında, iktidardakilerin tepkisi çok yönlü bir strateji oldu: daha fazla insanı işten çıkarmak, fişlemek, protestoları yasaklamak, Filistin yanlısı etkinlikleri engellemek ve daha fazla insanı hapse atmak. Yönetici sınıf hala nasıl hükmedeceğini biliyor, ancak rıza ile yönetme yollarını tüketiyor.
Amerika'nın İleri Karakolu
İsrail, BM basın açıklamasında “kitlesel etnik temizlik” ile eşdeğer olduğu uyarısında bulunulan ve uzmanların ‘soykırım niyeti’nin açık bir ifadesi olduğunu söylediği, Filistinlilere yapmakla tehdit ettiği şeyi kudurmuş bir uluslararası destek olmadan yapamazdı. ABD ve İngiltere'nin diplomatik kalkanı ve kayıtsız şartsız desteği olmadan Batı Şeria'daki soykırım ve “tehcir” ~etnik temizlik~ politikasını hızlandıramazdı. İşte bu yüzden denizaşırı halkla ilişkiler mücadelesi İsrail için tarihsel olarak hep çok önemli olmuştur. Bu nedenle İsrail'e karşı kitlesel hareketlerin ortaya çıkması onlar için büyük önem taşır.
İsrail, Levant bölgesinde Yunanistan'dan daha küçük bir nüfusa ve Türkiye'den daha küçük bir GSYİH'ye sahip küçük bir ülkedir. Ordusu, nükleer silah programı (Fransa'nın desteğiyle kurulmuştur) dışında, İran gibi diğer Orta Doğu devletlerinden önemli ölçüde daha büyük ya da daha iyi silahlanmış değildir. Bu yılın başlarında yayınlanan bir ‘Kongre Araştırma Servisi Raporu’nda da belirtildiği üzere, İsrail “İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ABD'den kümülatif olarak en fazla dış yardım alan ülke” olmasaydı, bu kadar saldırgan ve şiddet yanlısı bir devlet olamazdı.
Esasen ABD'nin askerî desteği, İsrail'in 1967'de Arap ordularını yenilgiye uğratmasının bölgenin jeopolitik kontrolü açısından ne kadar faydalı olduğunu göstermesini takiben başladı. Şu anda çoğu askerî olmak üzere İsrail'e yapılan yardım her yıl 3.8 milyar dolardır ve bu yardım Barack Obama'nın on yıllık Mutabakat Zaptı ile tarihteki en büyük yardım paketini (yakın zamanda ABD'nin Ukrayna'ya yaptığı yardımın gölgesinde kaldı) imzalamasının doğrudan bir sonucudur. Cari dolar cinsinden İsrail toplam 158 milyar dolar yardım almıştır.
Pentagon, İsrail'e F-35 Müşterek Taarruz Uçağı olarak bilinen, beşinci nesil hayalet uçaklar da dahil olmak üzere en gelişmiş silahlarını sağlamaktadır. Ayrıca Bill Clinton yönetiminden beri, yeni gelen yönetimlerin imzaladığı gizli bir mektup ile İsrail'in nükleer silahlarına zımni destek sağlanması da bir politika olarak benimsenmiştir. (Ehud Barak'ın korktuğu gibi, İsrail'de “mesihçi bir diktatörlük” iktidara gelir ve çevre ülkeleri nükleer silahlarla tehdit ederse, bu kısmen böyle paha biçilmez bir desteğin sonucu olacaktır).
Şu anda ABD İsrail'e yeni bir grup zırhlı araç tedarik ediyor ve bu araçlar İsrail'in tehdit unsuru olan kara harekatını başlatması halinde kısa süre içinde Gazze halkına karşı kullanılacak. Elbette ABD bunu hayırseverlik duygusuyla ya da büyük bir “İsrail Lobisi” nedeniyle yapmıyor. Her bir dolarlık yardım, nasıl kullanılacağına dair şartlarla birlikte geliyor, böylece İsrail ordusu ~çok isteyerek~ ABD'nin bölgedeki dış politika önceliklerinin bir ileri karakolu olarak hareket ediyor.
Birleşik Krallık, Arapçada felaket anlamına gelen Nakba'da yedi yüz bin Filistinlinin etnik temizliğe uğraması pahasına İsrail devletinin kurulmasına yardımcı olma konusunda elbette belirleyici olmuştur. Bunun reelpolitik gerekçesi, Filistin üzerindeki Manda yönetimi sırasında Kudüs'ün İngiliz Valisi olan ve Siyonist hareketin “potansiyel olarak düşmanca bir Arapçılık denizinde İngiltere için ‘küçük sadık bir Yahudi Ulster’ oluşturmasını” dört gözle bekleyen Ronald Storrs tarafından ifade edilmiştir.
Ve dahi, özellikle 1936-1939 Arap ayaklanması sırasında, Britanya İmparatorluğunun silahlı kuvvetleri, gelecekteki İsrail ordusunun çekirdeğini oluşturacak olan paramiliter güçleri eğitti. Şu anda İngiltere İsrail'in en güçlü küresel müttefiklerinden biridir. İsrail'e her yıl yüz milyonlarca sterlin değerinde silah lisansı vermektedir; bu silahlar 2018'deki Büyük Dönüş Yürüyüşü'nde olduğu gibi, Filistinlilerin bastırılmasında kullanılmaktadır.
Başbakan Sunak'ın “itidal” lafını bile reddettiği İsrail'in savaşını desteklemek üzere hükümet, İsrail'e sembolik bir destek jesti olarak donanma gemileri ve gözetleme uçakları gönderdi. Gove'un protestocuların yıkmaya çalıştığından endişe ettiği “dış politika” budur. Görünürde antisemitizmi engellemeyi amaçlayan resmi kampanyaların gerçekte korumaya çalıştığı şey budur.
Bunların hiçbiri aslında yeni değil. İsrail ile ittifak onlarca yıllık, yeni antisemitizm efsanesi de bir o kadar eski. Ve “teröre karşı savaş”tan bu yana savaş karşıtı ve Filistin yanlısı protestoların belirgin bir şekilde İslamofobik bir eğilim içinde bastırılması giderek şiddetleniyor. Bununla birlikte, tarihi bir değişim yaşanmakta. İsrail'le ittifaka verilen destek yıllardır azalırken, İsrail büyük ölçüde sağa kayarak Brezilya'dan Hindistan'a, Macaristan'dan İtalya'ya, Filipinler'den Polonya'ya ve Amerika Birleşik Devletleri'ne kadar aşırı sağcı bir yönetim tarafından yönetilen devletler furyasından bir devlet haline geldi.
Filistin dayanışmasının bastırılması nasıl gerici komploculukla yoğrulmuş daha geniş otoriter akımlar tarafından çapraz dölleniyorsa, İsrail'e verilen uluslararası destek de en akıldışı ve mantıksız haliyle intikamcı etnik milliyetçiliğin yükselişinden besleniyor. “Büyük Değişim” ya da ‘kültürel Marksizm’ mitlerini yayan ve İsrail'in Filistinlileri ezmesini saldırgan bir şekilde destekleyen aynı güçler, şimdi kendilerini Yahudi halkının müttefiki ve aşırıcılığın düşmanı olarak konumlandırıyorlar.
Sonuç şu anki akıl dışılıktır. Daha önce hiçbir İsrail savaşını soykırım terimleriyle bu kadar açık bir şekilde meşrulaştırarak protesto etmek zorunda kalmamıştık ve geçmişte bunun Washington ya da Londra için şu anda olduğu gibi sorun olmayacağına inanmak zor. Daha önce savaş çıkaran devlet ve müttefiklerinin özgürlükçü enternasyonalizm, insan hakları ve uluslararası yasallık gibi ideolojik dayanaklara karşı bu kadar küstahça davrandıkları bir durumla karşılaşmamıştık. Daha önce hiç bu kadar coşkulu, muzaffer bir şekilde irrasyonel ve şiddet yanlısı bir küresel sağla ya da bu tepkiye karşı bu kadar şikayetçi bir resmi liberalizmle karşılaşmamıştık.
Yine de yüreklendirici karşı duruşlar ve itirazlar var. İsrail saldırganlığına karşı Orta Doğu, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki şehirlerde büyük ve çeşitli protestolar düzenlenirken ve Washington DC, ABD tarihindeki Filistinlilere verilen en büyük Yahudi destek seferberliğine tanık olurken, Batılı güçler Filistin devletine gösterdikleri küçümseyici ve sahte ilgiyi isteksizce yeniden gündeme getiriyorlar.
Sunak, bunun gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmayan ve bunun için örgütlenen tüm sivil toplum araçlarına baskı uygulayarak bunu engellemek için her şeyi yapan İngiltere'nin bir “Filistin devletini” desteklediğinde ısrar ediyor. Donald Trump'ın politikasını sürdüren ve İsrail'in çıldırmışlık içindeki şiddet eylemlerine tam destek veren Biden ise “Filistin devletine giden bir yol olmalı” diyor.
Demokratik hakları geri almaya bu kadar hevesli oluşlarının altındaki aynı sebepten dolayı bunu söylediklerine şüphe yok: durum kontrolden çıkabilir. Bu İsrail ve umarım Filistinliler için bir dönüm noktası olabilir. Aynı zamanda, Delhi'den Huwara'ya, bozguncu milliyetçiliğin tüm dünyadaki karanlık akımlarına karşı koyabilecek ve hatta onları yenebilecek türden bir enternasyonalist koalisyonu da bir araya getirebilir. İşte bu nedenle Filistin dayanışmasının kriminalize edilmesine meydan okumaya devam etmek, protestoları sürdürmek ve İsrail'e karşı BDS kampanyasını devam ettirmek elzemdir.
🌍