Eric Hobsbawm: "Dünya Savaşı Galibiyetinin Ardından ABD"
"İnsanlığa iyilik yaptıkları inancıyla kendi çıkarlarının peşinde koşan imparatorluklardan daha tehlikeli çok az şey vardır" diyen büyük düşünür Eric Hobsbawm'ın 2003 yılından bugüne seslenen makalesi
Editörden;
“Zamansız Yazılar” olarak yayınladığımız, sözü zamanın sınırlarını aşan, belki de yayınlandığı zaman diliminden daha çok gelecek zamanlara seslenen makalelerden biri, Eric Hobsbawm’ın aşağıda çevirisini okuyacağınız yazısı. 2003 yılında kaleme aldığı ve bugün artık gerçekleşmiş bir çok tehlikenin altını çizerek uyarılar yaptığı bu makalenin, Hobsbawm’ı tanımayanlar için de onunla buluşmak adına güzel bir fırsat, başlangıç olduğuna inanıyorum.
20. yüzyılın en ilgi çekici entelektüel ve tarihçilerinden biridir Eric Hobsbawm. Marksist bir tarihçi olan Hobsbawm’ın eserleri otuz kadar dile çevrilerek dünyanın dört bir yanında yayınlanmış ve çok ses getirmiştir.
2012 yılında hayata gözlerini kapamış olan Eric Hobsbawm, 9 Haziran 1917’de İngiliz sömürgesi Mısır’ın liman şehri İskenderiye’de, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Tam adı Eric John Ernst Hobsbawm olan yazar, ailesinin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Mısır’ı terk etmesiyle önce Avusturya-Viyana ve ardından da Almanya-Berlin’de yaşadı. Henüz 12 yaşında babasını ve 14 yaşında da annesini kaybettikten sonra, 16 yaşında İngiltere’ye taşındı. Daha çocukluğunda sürekli göçer ve acı kayıplarla dolu bir hayatla tanışan Hobsbawm, kişiliğini belirleyen bu durumu 2006 yılında yazdığı otobiyografiyisinde şöyle değerlendirir:
“... benim gibi insanların riayet etmeyi öğrendiği, potansiyel mülteciye özgü temel tedbirleri bilinçli olarak sürdürüyordum: Bu tedbirler, süresi geçerli bir pasaport; ani bir kararla iltica etmeyi seçtiğiniz ülkeye gitmenizi sağlayacak bilet için yeterli miktarda para; çabucak ayrılmanıza elverişli bir yaşam tarzı ve yanınızda götüreceklerinize ilişkin kabaca bir fikirden ibaretti.”
Çocukluk ve ilk gençlik çağlarından başlayarak döneminin önemli toplumsal ve siyasal olaylarına tanıklık eden Hobsbawm, otobiyografisindeki kendi anlatımı ile yaşanan toplumsal olayların bilincindedir, “yani bir bilimciden çok bir çağdaş olarak” yaşadığı dönem hakkında “görüşler ve önyargılar” biriktirmiştir.
Kendisine ve düşüncelerine hasım olanların onunla dalga geçmek için taktığı lâkapla“Yaşayan Son Komünist” Eric Hobsbawm için aslında son direngen Marksist tarihçiydi denilebilir. Bütün eserlerinde savaş ve çatışmaların ardındaki üretim ilişkileri ve kapitalizmin rolünü vurgular. Sol eğilimli pek çok Yahudi gibi Siyonizm yolunu da seçmemiştir. “Hobsbawm’ın Sol ile ilişkisi çoğunlukla şartların ürünüdür. Faşizme karşıt olan tavrını dile getirmesine aracı olan ve kendini yaratma sürecinde aklını geliştirip, bilgisini artıran bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Onun bakışı zorunlu gibi gösterilen seçenekler arasında bir başka yol ve yön tayin edebilme çabasını içermektedir. Bu nedenle denilebilir ki Hobsbawm hiçbir ideolojiye, milliyete, dine ve ırka tam anlamıyla bağlılığını bildirmemiştir.” diyor Olçum Akyüz, “ERIC HOBSBAWM’IN TARİH ANLAYIŞI ÜZERİNE SOSYOLOJİK BİR İNCELEME” adlı Yüksek Lisans Tezinde (İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı, 2019).
“İnsanlığa iyilik yaptıkları inancıyla kendi çıkarlarının peşinde koşan imparatorluklardan daha tehlikeli çok az şey vardır.”
Böyle söylüyor Eric Hobsbawm, Dünya Savaşı’nı kazanmış Amerika’nın sürüklendiği yeri kaleme aldığı, aşağıda okuyacağınız makalesinde. Bunu sadece ABD politikalarının Dünya için nasıl bir tehlike arz ettiğini ifade etmek için değil, aynı zamanda kendi ülkesi için de ne menem bir tehlike olduğunun altını çizmek adına da söylüyor:
“Esasen askeri yollarla dünya kontrolünü hedefleyen bir ülke için asıl tehlike, yurt dahilinde militarizasyon tehlikesidir. Bu tehlike ciddi şekilde hafife alınmaktadır.”
“Son zamanlarda Washington'da hakim olan politikalar, dışarıdan bakan herkese o kadar çılgınca geliyor ki, gerçekte neyin amaçlandığını anlamak zor. Ancak şu anda Washington'da politika yapımına hakim olan ya da en azından yarı hakim olan kişilerin aklındaki şeyin, aleni bir şekilde askeri güç kullanarak küresel üstünlüğün savunulması olduğu açıktır. Amacı belirsizliğini korumaktadır.” şeklinde 2003 yılında Dünya’yı bölgesel savaşlar ve ateş çemberleri ile dize getirmeye çalışan Amerikan dış politikasına bakıp da söyledikleri. Dönemin Amerikan politika yapıcılarına bakıp da söyledikleri de oldukça nettir:
“Önemli olan tek şey ABD'nin ezici gücüymüş. Bu bir politika değildir. İşe de yaramayacaktır. Bunun ABD için sonuçları çok tehlikeli olacaktır.”
Bugün Amerika Birleşik Devletleri başkanlarından tutun da senatör ve üst düzey yöneticilerine kadar rüşvet, irtikap, seçimlere hile karıştırmak gibi suçlamalarla yargı önünde hesap veriyor olduklarını düşünürsek, Hobsbawm’ın “gerçekte neyin amaçlandığını anlamak zor” dediği konuda, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi'nde 1916-39 yılları arasında Yargıç olarak görev yapan, hukuk alanında Amerikan tarihine geçmiş önemli bir avukat Louis Dembitz Brandeis’in söylediklerinde ne denli haklı olduğunu görürüz:
“Bu ülkede demokrasiye sahip olabiliriz ya da birkaç kişinin elinde toplanmış büyük bir servete sahip olabiliriz; ama ikisine birden sahip olamayız.”
Eric Hobsbawm’ın makalesini, günümüzde yaşanan “yeni dünya düzeni” çekişmesinin dinamikleri ile birlikte değerlendirirken, bu yazının 2003 yılında yazılmış olduğuna inanmakta güçlük çekeceksiniz. Ve fakat düşünmek tam da böyle bir eylemdir aslında. Bugüne bakıp, geleceği anlamak, anlamlandırmak için yapılır. Gûngen olarak yapmaya çalıştığımız da bu. Sizi de kendimize ortak ederek…
Şimdi sizleri Eric Hobsbawm ile baş başa bırakırken, keyifli okumalar dilerim.
Dünya Savaşı Galibiyetinin Ardından
Birleşik Devletler: Giderek Daha Da Genişliyor
Orijinal Adı; “After the winning of the war United States: wider still and wider”
Eric Hobsbawm, Haziran 2003, The Le Monde Diplomatique
Hafızası kuvvetli olanlar ve önceki imparatorlukların hırslarını ve tarihini ve bunların kaçınılmaz çöküşünü bilenler için ABD'nin şu anki hali tanıdık ve aynı zamanda eşi benzeri görülmemiş bir durumdur. ABD'nin askerileşmesine, Orta Doğu'nun istikrarsızlaşmasına ve dünyanın geri kalanının her yönden yoksullaşmasına yol açabilir.
Dünyanın bugünkü durumu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir durum. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda İspanyollar ve özellikle de on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda İngilizler gibi daha önce görülmüş büyük küresel imparatorluklar, bugün Birleşik Devletler İmparatorluğu'nda gördüklerimizle kıyaslanamayacak kadar zayıftır. Küreselleşmenin bugünkü durumu, entegrasyonu, teknolojisi ve politikaları açısından benzersizdir.
Öylesine entegre olmuş, sıradan operasyonların birbirine öylesine bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz ki, herhangi bir sekteye uğramanın anında küresel sonuçları oluyor ─örneğin SARS, Çin'de bir yerlerde bilinmeyen bir kaynaktan başlayarak birkaç gün içinde küresel bir fenomen haline geldi. Dünya ulaşım sisteminin, uluslararası toplantıların ve kurumların, küresel piyasaların ve hatta tüm ekonomilerin sekteye uğraması, daha önceki hiçbir dönemde düşünülemeyecek bir hızla gerçekleşti.
Ekonomide ve her şeyden önce askeri güçte sürekli devrim yaratan teknolojinin muazzam bir gücü var. Teknoloji askeri ilişkilerde her zamankinden daha belirleyici. Bugün küresel ölçekte siyasi güç, son derece büyük bir devletle birlikte bu teknolojiye hakim olmayı gerektiriyor. Önceleri büyüklük meselesi önemli değildi: zamanının en büyük imparatorluğunu yöneten Britanya, 18. ve 19. yüzyıl standartlarına göre bile sadece orta büyüklükte bir devletti. 17. yüzyılda İsviçre ile aynı büyüklükte bir devlet olan Hollanda küresel bir oyuncu haline gelebilmişti. Bugün ise, ne kadar zengin ve teknolojik olarak ne kadar gelişmiş olursa olsun, göreceli bir dev dışında herhangi bir devletin küresel bir güç haline gelmesi düşünülemez.
Günümüz siyasetinin karmaşık bir doğası var. Çağımız hâlâ küreselleşmenin işlemediği tek alan olan ulus-devletler çağıdır. Ancak bu, sıradan insanların neredeyse her birinin önemli bir rol oynadığı kendine özgü bir devlet türü. Geçmişte karar alıcılar, nüfusun büyük kısmının ne düşündüğüne çok az atıfta bulunarak devletleri yönetiyorlardı. Ve 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında hükümetler, geriye dönüp bakıldığında artık pek de düşünülemeyecek olan bir halk seferberliğine güvenebiliyorlardı. Bununla birlikte, halkın ne düşündüğü ya da ne yapmaya hazır olduğu, bugünlerde hükümetler için eskisinden daha belirleyici.
ABD'nin emperyal projesinin en önemli yeniliklerinden biri, diğer tüm büyük güçlerin ve imparatorlukların tek olmadıklarını bilmeleri ve hiçbirinin küresel egemenliği hedeflememesidir. Çin'de görüldüğü gibi ya da Roma İmparatorluğu'nun zirvede olduğu dönemde, dünyanın merkezinde olduklarına inansalar bile, hiçbiri kendisini dokunulmaz olarak görmüyordu. Bölgesel hakimiyet, dünyanın Soğuk Savaş'ın sonuna kadar içinde yaşadığı uluslararası ilişkiler sisteminin öngördüğü azami tehlikeydi. 1492'den sonra mümkün hale gelen küresel erişim, küresel hakimiyet ile karıştırılmamalıdır.
İngiliz İmparatorluğu 19. yüzyılda tüm gezegende faaliyet göstermesi anlamında gerçekten küresel olan tek imparatorluktu ve bu bağlamda Amerikan İmparatorluğu için olası bir emsal teşkil etmektedir. Komünist dönemdeki Ruslar dönüşmüş bir dünya hayal ediyorlardı, ancak Sovyetler Birliği gücünün zirvesindeyken bile dünya hakimiyetinin kendilerini aştığını çok iyi biliyorlardı ve Soğuk Savaş retoriğine ters düşecek şekilde böyle bir hakimiyeti hiçbir zaman ciddi olarak denemediler.
Ancak ABD'nin bugünkü hedefleri ile İngiltere'nin bir asır ve daha önceki hedefleri arasındaki farklar çok keskin. ABD, dünyanın en büyük nüfuslarından birine sahip, fiziksel olarak geniş bir ülke ve (Avrupa Birliği'nin aksine) neredeyse sınırsız göç nedeniyle büyümeye devam ediyor. Tarz açısından da farklılıklar var. Britanya İmparatorluğu zirvedeyken dünya yüzeyinin dörtte birini işgal etmiş ve yönetiyordu1.
Amerika Birleşik Devletleri, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki uluslararası sömürge emperyalizmi modası dışında hiçbir zaman fiilen sömürgecilik uygulamamıştır. ABD bunun yerine bağımlı ve uydu devletlerle, özellikle de neredeyse hiç rakibinin olmadığı Batı yarımkürede faaliyet gösterdi. Britanya'ya benzemeyen yönü ise, 20. yüzyılda bu devletlere silahlı müdahale politikası geliştirmiş olmasıdır.
Dünya imparatorluğunun belirleyici gücü eskiden donanma olduğu için, Britanya İmparatorluğu dünya çapında stratejik öneme sahip deniz üslerini ve mevzileri ele geçirdi. Cebelitarık'tan Saint Helena'ya ve Falkland Adaları'na kadar Union Jack'in dalgalanmasının ve halen dalgalanmaya devam etmesinin nedeni budur. Pasifik dışında ABD ancak 1941'den sonra bu tür bir üsse ihtiyaç duymaya başladı, ancak bunu gerçekten ‘istekli bir koalisyon’ olarak adlandırılabilecek bir anlaşmayla yaptı. Bugün ise durum farklı. ABD, çok sayıda askeri üssü doğrudan kontrol etme ihtiyacının yanı sıra dolaylı olarak da kontrol etmeyi sürdürmesi gerektiğinin farkına vardı.
Ulus devletin yapısında ve ideolojisinde önemli farklılıklar vardır. Britanya İmparatorluğu'nun evrensel değil ama Britanyalı bir amacı vardı, ancak doğal olarak propagandistler daha özgeci motifler de buldular. Köle ticaretinin kaldırılması İngiliz deniz gücünü meşrulaştırmak için kullanıldı, tıpkı bugün insan haklarının ABD askeri gücünü meşrulaştırmak için kullanılması gibi. Öte yandan ABD, devrimci Fransa ve devrimci Rusya gibi, evrenselci bir devrime dayanan ve dolayısıyla dünyanın geri kalanının kendisini örnek alması, hatta dünyanın geri kalanının özgürleşmesine yardımcı olması gerektiği inancına sahip bir büyük güçtür. İnsanlığa iyilik yaptıkları inancıyla kendi çıkarlarının peşinde koşan imparatorluklardan daha tehlikeli çok az şey vardır.
Temel fark, İngiliz imparatorluğunun küresel olmasına rağmen (bazı açılardan şu anda ABD'den bile daha küresel, çünkü okyanusları şu anda hiçbir ülkenin gökyüzünü kontrol etmediği ölçüde tek başına kontrol ediyordu), küresel gücü ve hatta Avrupa ve Amerika gibi bölgelerde askeri ve siyasi kara gücünü hedeflememesiydi. İmparatorluk, Britanya'nın temel çıkarı olan ekonomik menfaatlerini gözetmiştir, mümkün olduğunca az müdahale ile. Her zaman Britanya'nın çapının ve imkanlarının sınırlarının farkındaydı. 1918'den sonra imparatorluğun gerilemeye başladığını zekice fark etti.
Ancak ilk sanayi ülkesi olan Britanya'nın küresel imparatorluğu, İngiliz ekonomisinin gelişiminin büyük ölçüde ilerlettiği küreselleşmeyle birlikte ilerledi. Britanya İmparatorluğu, İngiltere'de sanayi geliştikçe, bunun esasen daha az gelişmiş ülkelere yapılan imalat ihracatına dayandığı bir uluslararası ticaret sistemiydi. Bunun karşılığında Britanya, dünyanın birincil ürünleri için başlıca pazar haline geldi2. Dünyanın atölyesi olmaktan çıktıktan sonra, dünyanın finans sisteminin merkezine dönüştü. ABD ekonomisi ise öyle değil. Potansiyel olarak devasa bir pazarda yerel endüstrilerin dış rekabete karşı korunması esasına dayalıdır ve bu ABD siyasetinde güçlü bir faktör olmaya devam ediyor.
ABD sanayisi küresel olarak baskın hale geldiğinde, serbest ticaret İngilizlerin işine geldiği gibi onun da işine geldi. Ancak 21. yüzyıl Amerikan İmparatorluğunun zayıflıklarından biri, günümüzün sanayileşmiş dünyasında ABD ekonomisinin artık eskisi kadar baskın olmamasıdır3. ABD'nin büyük miktarlarda ithal ettiği ürünler dünyanın geri kalanından gelmekte ve fakat buna karşın hem iş çevrelerinin hem de seçmenlerin tepkisi korumacı olmaya devam etmektir. ABD kontrolünde serbest ticaretin hakim olduğu bir dünya ideolojisi ile, Amerika'nın içinde kendilerini bu durumdan dolayı zayıf düşmüş bulan önemli güçlerin siyasi çıkarları arasında bir çelişki vardır.
Bu zayıflığın üstesinden gelmenin birkaç yolundan biri silah ticaretinin genişletilmesidir. Bu da İngiliz ve Amerikan imparatorlukları arasındaki bir başka farktır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, ABD'de barış zamanında modern tarihte örneği olmayan olağanüstü derecede sürekli silahlanma olmuştur: Başkan Dwight Eisenhower'ın “askeri sanayi kompleksi” olarak adlandırdığı şeyin hakimiyetinin nedeni bu olabilir.
Soğuk Savaş döneminde 40 yıl boyunca her iki taraf da sanki bir savaş varmış ya da patlak vermek üzereymiş gibi konuştu ve davrandı. İngiliz İmparatorluğu, 1815-1914 yılları arasında büyük uluslararası savaşların yaşanmadığı bir yüzyıl boyunca zirveye ulaşmıştı. Dahası, ABD ve Sovyet gücü arasındaki bariz orantısızlığa rağmen, Amerikan silah endüstrisinin büyümesine yönelik bu itici güç, Soğuk Savaş sona ermeden önce bile çok daha güçlü hale geldi ve o zamandan beri de devam ediyor.
Soğuk Savaş ABD'yi Batı dünyasının hegemonu haline getirdi. Ancak bu bir ittifakın başı olarak gerçekleşti. Göreceli güç konusunda bir yanılsama yoktu. Güç Washington'daydı, başka bir yerde değil. Bir bakıma Avrupa o zamanlar Amerikan Dünya İmparatorluğu'nun mantığını kabul etmişti; oysa bugün ABD hükümeti, Amerikan İmparatorluğu'nun ve hedeflerinin artık gerçekten kabul görmediği gerçeğine tepki gösteriyor. İstekliler koalisyonu diye bir şey artık yok: aslında ABD'nin mevcut politikası, şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin ve muhtemelen herhangi bir büyük gücün politikasından daha popüler değil.
Amerikalılar, Sovyet ordularına karşı mücadelede Avrupalıların ön saflarda yer alması gerektiği için olsa gerek, Batı ittifakını uluslararası ilişkilerde geleneksel olan bir nezaketle yönetti: ancak ittifak, askeri teknolojisine bağımlılık nedeniyle ABD'ye kalıcı olarak bağlandı. Amerikalılar Avrupa'da bağımsız bir askeri potansiyele sürekli olarak karşı çıktılar. Amerikalılar ve Fransızlar arasında De Gaulle döneminden beri süregelen sürtüşmenin kökleri, Fransızların devletler arasındaki herhangi bir ittifakı ebedi olarak kabul etmeyi reddetmesinde ve yüksek teknolojili askeri teçhizat üretimi için bağımsız bir potansiyelin sürdürülmesi konusundaki ısrarında yatmaktadır. Bununla birlikte, ittifak tüm gerginliklerine rağmen gerçek bir istekliler koalisyonuydu.
Sovyetler Birliği'nin çöküşü, ABD'yi başka hiçbir gücün meydan okuyamayacağı ya da meydan okumak istemeyeceği tek süper güç haline getirdi. ABD'nin gücünün olağanüstü, acımasız ve düşmanca sergilenmesinin aniden ortaya çıkmasını anlamak zordur, zira bu durum ne Soğuk Savaş sırasında geliştirilen ve uzun süredir test edilen emperyal politikalara ne de Amerikan ekonomisinin çıkarlarına uymaktadır. Son zamanlarda Washington'da hakim olan politikalar, dışarıdan bakan herkese o kadar çılgınca geliyor ki, gerçekte neyin amaçlandığını anlamak zor. Ancak şu anda Washington'da politika yapımına hakim olan ya da en azından yarı hakim olan kişilerin aklındaki şeyin, aleni bir şekilde askeri güç kullanarak küresel üstünlüğün savunulması olduğu açıktır. Amacı belirsizliğini korumaktadır.
Başarılı olma ihtimali var mı? Dünya, tek bir devletin egemen olamayacağı kadar karmaşık. ABD, yüksek teknolojili silahlardaki askeri üstünlüğü haricinde, giderek azalan ya da azalma potansiyeli taşıyan varlıklarına bel bağlamış durumda. Ekonomisi büyük olsa da, küresel ekonominin gitgide küçülen bir payını oluşturmakta. Kısa vadede olduğu kadar uzun vadede de savunmasız halde. Yarın Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün tüm faturalarını dolar yerine avroya çevirmeye karar verdiğini düşünün.
ABD bazı siyasi avantajlara sahip olsa da, son 18 ayda bunların çoğunu çöpe attı. Amerikan kültürünün dünya kültürü üzerindeki hakimiyeti ve İngilizce dili gibi küçük avantajlar kaldı. Ancak şu anda emperyal projeler için en önemli kozu, askeri. Amerikan İmparatorluğu askeri açıdan rekabetin ötesindedir ve muhtemelen öngörülebilir gelecekte de öyle olmaya devam edecektir. Bu, bölgesel savaşlarda belirleyici olduğu için kesinlikle nihai belirleyici olacağı anlamına gelmiyor. Ancak pratik amaçlar doğrultusunda, Çinliler de dahil olmak üzere hiç kimse Amerikalıların teknolojisine ulaşamaz. Ancak ileride teknolojik üstünlüğün çerçevesi konusunda dikkatli bir değerlendirme yapılması gerekecektir.
Elbette Amerikalılar teorik olarak tüm dünyayı işgal etmeyi amaçlamıyor. Yapmayı amaçladıkları şey savaşa girmek, dost hükümetleri arkalarında bırakmak ve tekrar evlerine dönmek. Bu işe yaramayacaktır. Askeri açıdan Irak savaşı çok başarılıydı. Ancak, tamamen askeri olduğu için, bir ülkeyi işgal ettiğinizde ne yapmanız gerektiğine dair gereklilikler ihmal edildi ─İngilizlerin Hindistan'ın klasik sömürge modelinde yaptığı gibi, onu yönetmek, korumak. Amerikalıların Irak'ta dünyaya sunmak istedikleri “demokrasi” modeli, bu amaç için uygun olmayan ve alakasız bir modeldir. ABD'nin diğer devletler arasında gerçek müttefiklere ya da ordusunun şu anda fethedebildiği (ancak etkin bir şekilde yönetemediği) ülkelerde gerçek halk desteğine ihtiyacı olmadığı inancı bir fantezidir.
Irak'taki savaş ABD'nin karar alma sürecindeki ciddiyetsizliğinin bir örneğiydi. Irak, Amerikalılar tarafından yenilgiye uğratılmış ve fakat boyun eğmeyi reddeden bir ülkeydi: tekrar kolayca mağlup edilebilecek kadar zayıf bir ülke. Petrol gibi varlıkları vardı ama savaş aslında uluslararası güç gösterisine yönelik bir egzersizdi. Washington'daki çılgınların bahsettiği politika, yani tüm Orta Doğu'nun tamamen yeniden formüle edilmesi, hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer amaçları Suudi krallığını devirmekse, onun yerine ne planlıyorlar? Eğer Orta Doğu'yu değiştirmek konusunda ciddilerse, yapmaları gereken tek şeyin İsraillilere yaslanmak olduğunu biliyoruz. Baba Bush bunu yapmaya hazırdı, ancak Beyaz Saray'daki mevcut iktidar bunu yapmıyor. Onun yerine ABD yönetimi, Ortadoğu'daki yasayla garantiye alınmış laikliğe sahip iki hükümetten birini yok etti ve diğerine, Suriye'ye karşı harekete geçmeyi hayal ediyor.
Politikanın boşluğu, hedeflerin halkla ilişkiler terimleriyle ortaya konma biçiminden de anlaşılmaktadır. "Şer ekseni" ya da "yol haritası" gibi ifadeler politik söylemler değil, sadece kendi politika potansiyellerini var etmeye çalışan ses kırıntılarıdır. Son 18 ayda dünyayı saran bunaltıcı haber dili, gerçek politikanın yokluğunun bir göstergesi. Bush politika değil, sahne gösterisi yapıyor. Richard Perle ve Paul Wolfowitz gibi yetkililer tıpkı özel hayatlarında olduğu gibi kamuoyu önünde de Rambo gibi konuşuyorlar. Önemli olan tek şey ABD'nin ezici gücüymüş. Söyledikleri gerçekte, ABD'nin yeterince küçükse her yeri işgal edebileceği ve dolayısıyla yeterince hızlı bir zafer kazanabileceği anlamına gelmektedir. Bu bir politika değildir. İşe de yaramayacaktır. Bunun ABD için sonuçları çok tehlikeli olacaktır.
Esasen askeri yollarla dünya kontrolünü hedefleyen bir ülke için asıl tehlike, yurt dahilinde militarizasyon tehlikesidir. Bu tehlike ciddi şekilde hafife alınmaktadır.
Uluslararası alanda tehlike, dünyanın istikrarsızlaşmasıdır. Orta Doğu bu istikrarsızlaşmanın sadece bir örneğidir ve şu anda 10 yıl öncesine ya da 5 yıl öncesine göre çok daha istikrarsızdır. ABD politikası, kendi düzenini korumak için resmi ve gayri resmi tüm alternatif yapılanmaları zayıflatmaktadır. Avrupa'da Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nü (NATO) mahvetti ─pek bir kayıp sayılmaz; ancak NATO'yu Amerika için dünya çapında bir askeri polis gücüne dönüştürmeye çalışmak tam bir rezalettir. Avrupa Birliği'ni kasıtlı olarak sabote etti ve 1945'ten bu yana dünyanın bir diğer büyük başarısı olan müreffeh demokratik sosyal refah devletlerini sistematik olarak yıkmayı hedefliyor. Birleşmiş Milletler'in güvenilirliği konusunda yaygın olarak konu edilen kriz, göründüğünden daha az dramatiktir çünkü BM, Güvenlik Konseyi'ne tamamen bağımlı olması ve ABD'nin vetosunu kullanması nedeniyle hiçbir zaman kısmi bir faaliyetten fazlasını yapamamıştır.
Dünya ABD ile nasıl yüzleşecek ─onu nasıl kontrol altına alacak? Bazı insanlar ABD'ye karşı koyacak güce sahip olmadıklarına inanarak ona katılmayı tercih ediyor. Daha tehlikelileri ise Pentagon'un arkasındaki ideolojiden nefret eden ama Amerikan projesini, ilerleyişi sırasında bazı yerel ve bölgesel adaletsizlikleri ortadan kaldıracağı gerekçesiyle destekleyenlerdir. Buna insan hakları emperyalizmi de denebilir. Avrupa'nın 1990'larda Balkanlar'daki başarısızlığı bunu cesaretlendirmiştir. Irak savaşı konusundaki görüş ayrılığı, ABD'de Michael Ignatieff ve Fransa'da Bernard Kouchner'in de aralarında bulunduğu, ABD'nin müdahalesini desteklemeye hazır etkili entelektüellerden oluşan bir azınlık olduğunu gösterdi, çünkü dünyanın hastalıklarını düzenlemek için bir güce sahip olmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Ortadan kalkmalarının dünya için net bir kazanç olacağı şüphe götürmeyecek kadar kötü hükümetler olduğu bir hakikattir. Ancak bu durum, anlamadığı bir dünyayla ilgilenmeyen, ancak Washington'un hoşuna gitmeyen herhangi bir şey yapıldığında silahlı güçle kararlı bir şekilde müdahale edebilen bir dünya gücü yaratma tehlikesini asla haklı gösteremez.
Bu zeminde medya üzerindeki artan baskıyı görebiliriz - çünkü kamuoyunun bu kadar önemli olduğu bir dünyada medya da büyük ölçüde manipüle ediliyor4. 1990-91 Körfez Savaşı'nda, medyayı olayların yakınına yaklaştırmayarak Vietnam'daki durumdan kaçınmaya çalışıldı. Ancak bunlar işe yaramadı çünkü CNN gibi Bağdat'ta bulunan ve Washington'un anlatılmasını istediği hikayeye uymayan şeyleri haber yapan medya vardı. Bu kez, Irak savaşında, kontrol yine işe yaramadı, bu nedenle eğilim daha etkili yollar bulmak olacaktır. Bunlar doğrudan kontrol, hatta belki de son çare olarak teknolojik kontrol şeklinde olabilir. Hükümetler ve tekel konumundaki medya patronlarının birlikteliği Fox News5 ya da İtalya'daki Silvio Berlusconi'de olduğundan çok daha etkili bir şekilde kullanılacaktır.
Amerikalıların mevcut üstünlüğünün ne kadar süreceğini söylemek mümkün değil. Kesinlikle emin olduğumuz tek şey, diğer tüm imparatorluklar gibi bu tarihi müttefikliğin de geçici bir olgu olacağıdır. Bir ömürlük süre içinde tüm sömürge imparatorluklarının sonunu, Almanların sadece 12 yıl süren sözde Bin Yıllık İmparatorluğunun sona erdiğini, Sovyetler Birliği'nin dünya devrimi rüyasının bittiğini gördük.
Amerikan İmparatorluğunun uzun ömürlü olamayacağının içsel sebepleri de var; bunlardan en önemlisi Amerikalıların çoğunun emperyalizmle ya da dünyayı yönetmek anlamında dünya hakimiyetiyle ilgilenmiyor olması. Onların ilgilendiği şey, ABD'de kendilerine ne olacağıdır. ABD ekonomisinin zayıflığı, bir aşamada hem Amerikan hükümetinin hem de seçmenlerin, ekonomiye odaklanmanın yabancı askeri maceralara devam etmekten çok daha önemli olduğuna karar vermelerine neden olacaktır6. Dahası, bu yabancı askeri müdahaleler büyük ölçüde Amerikalıların kendi cebinden karşılanmak zorunda kalacaktır ki Körfez Savaşı’nda ya da Soğuk Savaş döneminde durum böyle değildi.
1997-98'den beri kapitalist dünya ekonomisinin krizi içinde yaşıyoruz. Ekonomi çökmeyecek, ancak yine de ABD'nin kendi içinde ciddi sorunları varken dış ilişkilerde hırslı olmaya devam etmesi pek olası değil. Yerel iş dünyası standartlarına göre bile Bush'un ABD için yeterli bir ekonomi politikası yok. Bush'un mevcut uluslararası politikası da özellikle ABD'nin emperyal çıkarları için -ve kesinlikle Amerikan kapitalizminin çıkarları için- pek de rasyonel bir politika değil. ABD hükümeti içindeki görüş ayrılıkları da bundan kaynaklanıyor.
Şimdi asıl mesele Amerikalıların bundan sonra ne yapacağı ve diğer ülkelerin nasıl tepki vereceği? İktidardaki koalisyonun tek gerçek üyesi olan İngiltere gibi bazı ülkeler ABD'nin yapmayı planladığı her şeyi destekleyecek mi? Bu ülkelerin hükümetleri Amerikalılara ellerindeki güçle yapabileceklerinin bir sınırı olduğunu göstermelidir. Şu ana kadar en olumlu katkıyı, bedelini ödeyeceklerini bildikleri halde yapmaya hazır olmadıkları şeyler olduğunu söyleyerek Türkler yaptı. Ancak şu anda en önemli mesele, kontrol altına alınamasa bile, en azından ABD'yi aydınlatmak veya yeni baştan eğitmektir.
ABD imparatorluğunun sınırlarını ya da en azından sınırları varmış gibi davranmanın arzu edilebilirliğini kabul ettiği bir dönem vardı. Bunun nedeni büyük ölçüde ABD'nin başka birinden, Sovyetler Birliği'nden korkmasıydı. Bu tür bir korkunun yokluğunda, aydınlanmış kişisel çıkar ve eğitim devreye girmelidir.
Düzenleyen: Victoria Brittain
🌍
🗞️ Eric Hobsbawm’ın The Le Monde Diplomatique’da “After the winning of the war United States: wider still and wider” başlığı ile Haziran 2003 tarihinde yayınlanan makalesinden çevirilmiştir.
The Age of Empire (İmparatorluk Çağı) 1875-1914,
Weidenfeld and Nicolson, Londra, 1987
a.g.e.
Chalmers Johnson, Blowback: The Costs and Consequences of American Empire (Geri Tepme: Amerikan İmparatorluğunun Maliyetleri ve Sonuçları), Owl Books, 2001.
"France protests US media plot" (Fransa ABD medyasının komplosunu protesto ediyor), International Herald Tribune, 16 Mayıs 2003.
Eric Alterman, "United States: making up the news" (Amerika Birleşik Devletleri: haber uydurmak), Le Monde diplomatique, İngilizce baskı, Mart 2003.
"US unemployment hits an 8-year high" (ABD'de işsizlik son 8 yılın en yüksek seviyesine ulaştı), International Herald Tribune, 3 Mayıs 2003.