Gustav Jönsson: "Realist Dış Politika, Büyük-Güç Politikalarının Özrü Haline Geldi"
Peki Entelektüellerin, Büyük Güçlerin 'Devlet-Oluş'larına Yaslanarak Palavracıları Aklamaktan Vazgeçmelerinin Zamanı Gelmedi Mi?
Editör’den;
Bu ön yazıyı yazmaya oturmadan az evvel mesaj kutuma düşen bir haber beni gayr-ı ihtiyari olarak şu şekilde söylenmeye itti; “Yahu Çinliler, size ne Batı Afrika’dan?”
Söylendim, çünkü sebeplerini gayet iyi kavrayabiliyor olmak, kabul ediyor ve onaylıyor olmayı gerektirmez. En azından şimdilik ‘bu Çin tarzı ekonomik yayılmacılık denilebilir’, doğrudur; Amerika Birleşik Devletlerinin, Afganistan, Irak, Nikaragua ve dünyanın bir çok yerinde tanıklık ettiğimiz gibi deniz aşırı askeri müdahelelerine benzemiyor. Henüz!
Bilinen ilk devlet aygıtını icat ettiğimizden beri, gezegeni ticaret yolları ile olduğu kadar, belirli coğrafyaların üzerinde kendi egemenlik aygıtlarını kullanan ve birbirileri ile türlü türlü ilişkiler tesis eden devletlere bölerek bir kaç sefer ‘dünyalaştırdık’. Günümüz ise bizzat bu yeniden dünyalaştırma sürecinin içerisinde olduğumuzu gösteren yığınla vaka örneği ile dolu, fakat bu başka ve daha etraflıca bir yazının konusu edilmelidir.
Öte yandan, devletler arasındaki ilişkilerin olup bittiği uzamı tanımak, devletlerin ‘devlet-oluş’larını tanımlamak ile iç içe geçmiştir. Kategorik-amprik metodolojilerin krize girmiş olduğu 1960’lardan siyaset bilimcilerde paylarını aldılar ve kendilerini, iş bu uzamı uluslararası hukuktan ve kurumlardan soyutlayarak, en çıplak haliyle tarif etmeye yeltenir halde buldular.1
Uluslararası sistemin özünde kuralsızlık yattığını ileri sürerek, devletler arası ilişkilerin kendi doğasını anarşiye indirgeyerek, vahşi bir hayatta kalma oyun alanı oluşuna benzeştirdiler. Böylelikle tüm uluslarası hukuk ve ulus-üstü kurumların varolabilmesi için, bu anarşizan tabiatın bir dengeye oturtulması, kategorize edilebilmesi ve devletler arası ilişkilerin biçimlendirilmesinin nasıl gerçekleşebildiği sorunsalı, düşüncenin merkezine çadırını kurmuş oldu.
Hakikaten, devletler arası oyunun tabiatında anarşi yatıyor ise ve en nihayetinde gökyüzünde oturan bir ilahi düzenleyici, devletleri konumlayıp harita üzerinde sınırlandırmadığına göre, uluslarası sistem nasıl kurumsallaşabilmektedir? Bir diğer yanıyla, kendi hükmünün geçtiği coğrafyada iç barışını sağlayan devletlerin gezegen üzerinde de barışı sağlayabilmelerinin formülü neden mutlaklaştırılamıyor?
Devletlerin kendi doğaları gereği ‘hayatta kalmanın-kendi varlıklarını korumanın’ birincil amaçları olduğunun farkında olmak ve bu ön kabulden hareketle kendi aralarındaki ilişkileri bir denge oyununa dönüştürmelerinin imkanlarını sorgulamak ‘Realist Ekol’e kabul edilmenin ilk adımıdır. Peki kendi aralarında tecelli eden oyunun özü itibariyle anarşik bir karakterde olması devletlerin davranışlarını nasıl etkiler, onları hangi yöne teşvik eder?
Devletlerin DNA’larında, öncelikli olarak kendi güvenliklerinin merkezde olduğu bir yöne doğru eğilim gösteren davranışlar sergilemek mi yazar? Yoksa ‘Güç ve Etki Alanları’nı maksimize etmek baskın genetik karakteristik midir? Güvenlik arayışıları sadece kendi güç temerküzlerini arttırmak için midir? Yoksa, bütün istihbari kabiliyetlerine rağmen, diğer devletlerin niyetlerinden son kertede asla emin olamayacakları için ve öncelikli hedefleri hayatta kalmak olduğuna göre, birer rasyonel entite olarak tüm stratejik kabiliyetlerini, hayati risklerini minimuma indirmek için mi seferber ederler? İş bu ve benzeri soruların peşinde Realistler, ilk adımı attıktan sonra, uluslararası oyunun devletlerin karakterleri üzerindeki koşullandırıcı etkisi konusunda, ana hatlarıyla, devletleri defansif veya ofansif bir karakteristik öze sahip olan varlıklar olarak tarif etmek suretiyle ikiye ayrılırlar.
Ofansif Realism, devletlerin yayılmacı karakteristiğinin ‘sınırsız arzu’ olarak tanınmasını salık verirken, teşbihte hata olmaz, Defansif Realizm, devletleri, korkak, güvensiz, sinsi ve fırsatlardan istifade edebilmenin peşinde bir karakter yapısına sahip varlıklar gibi tarif eder: Bir devlet için büyük bir güç olmanın öncelikli olarak mevcut uluslararası oyunun güçler dengesini korumayı gerektireceğini ve böylelikle kendi güvenliğini maksimize etmenin temel eğilim olduğunu ileri sürer defansif perspektif. Bu bağlamda saldırmak bile kendini savunmak içindir, zira güç dengesi bozulmuştur, fakat yeni şekliyle ve yeniden dengeye kavuşacaktır. Öte yandan, uluslararası ilişkilerin kendi kaotik yapısının nasıl dengeye oturacağı konusunda kendimizi kandırmamamız gerektiğinin altını çizen ofansifler, bilfiil devletler arasındaki uzamda oynanan oyun sahasının kendisinin bizzat büyük güçlere temel dürtüleri olan hayatta kalma motivasyonunu sağlarken, aslen kendi güvenliklerini arttırmak için daha saldırgan bir yönelim içerisinde olmalarını teşvik etmekte olduğunu ileri sürmektedirler.2 Yine teşbihte hata olmasın; nesneler arzuyu kendilerine çağırır.
Mesele zaten hakikati böyle olan bir varlığın kendisi ile aynı hakikate sahip diğer varlıklarla nasıl bir strateji oyunu oynaması gerekiyor, tarih ve coğrafya gibi diğer boyutları da işin içine katarak bunu tasarlamaktır.
Öte yandan, devletlerin kendi coğrafyalarından taşan hüviyette güç sahibi olmayı neden arzu ettiklerine düşünürken, her büyük gücün ‘devlet-oluş’una hali hazırda içkin olan büyük-güç olma arzusunun, büyük-güç olmayı sağlama aldıktan sonra da süreceğini ve her büyük-gücün nihai kertede hedefinin uluslararası ilişkileri domine eden kuvvet olarak hegemon olabilmek olup olmadığını da hesaba katmamız gerekiyor. Bu noktada genişlemenin motoru çalışmaya başladığında yayılma arzusunun kaçınılmaz olup olmadığı, sürekli fırsat kovalayıp kovalamayacağı ve en önemlisi, bunu hangi politikalar üzerinden yürüteceği, yumuşak ve sert gücün kullanımının dengesi vesair detaylar üzerinden devletlerin ‘devlet-oluş’ özellikleri açıklanabilir. Fakat kendi rollerini en üst seviyeye çıkarmanın, eşitler arası bir oyundan ziyade üstünlük arayışında olmanın, uluslararası sistem için en zorlayıcı husus olduğunu görebiliyoruz. Bu bağlamda, evrensel barışın anahtarının birden fazla uluslarası gücün birbirilerini sınırlayacağı dengeye ulaşmaları ve onu korumayı becerebilmelerinde yattığı ortaya çıkıyor. Bu sayede devletler arası ilişkilerin anarşik yapısının bir düzene kavuşabileceği, en azından savlanabilir oluyor.
Peki her şey kağıt üzerinde göründüğü kadar rasyonel, HTML sayfasından yansıdığı gibi mantık dairesi içerisinde mi tecelli etmektedir?
Yazar ve Eleştirmen Gustav Jönsson, Sean Mirski'nin “Dünyaya Hükmedebiliriz” adlı kitabına dair eleştirilerini merkezine aldığı, birazdan
çevirisiyle okuyacağınız yazısında, Realizmin, devletleri ve devletler arası uzamın nasıl tecelli ediyor olduğunu kavramanın haricinde, Büyük Güçler için, savaş ve istila politikalarını geliştirmek amacıyla kendilerine meşruiyet çerçevesi ararken kullanılıyor olduğuna dikkatimizi çekiyor. Bir de, Amerikan siyasi elitlerinin kirli tarihlerinin yıkanması amacıyla kullanılıyor olmasına.Entelektüelin siyasi rolü ve sorumluluğu burada kendisini bir daha hatırlatıyor: Karar vericilerin kendi çıkarları için masalarında aldıkları kararlar ve uygulamaya koydukları savaş politikalarının kaçınılmaz olduğu için uygulamaya konulduğunu ileri sürmek, onları aklamak anlamına gelir. Realist Okulun bu amaçla kullanılabiliyor olduğunu göstermesi açısından Jönsson’un oldukça önemli bir eleştiri makalesi kaleme almış olduğunun hakkını teslim etmeliyiz.
Daha açık ve net ifade etmek gerekirse, Realist olmak, ‘Oyun bu; kuralı bu! Hayatta kalmak için saldırmalısın, sen saldırmazsan, senden daha büyük bir güç senin yerine saldırır ve sen etki alanından olursun, çünkü doğa boşluk kabul etmez’ demek değildir. Hatta bu, kazmayı biraz daha derine vurur isek; Realizm değildir. ‘Sadece ve Sadece Güç Ahlaki Değere Sahiptir’ tahayyülünü içerisinde barındıran Niçezyen düşünce geleneğinin bir yansımasıyla karşı karşıya kalmışız demektir. Halbuki Realistler için gücün kendisi de, güç istenci de birer normatif olgudur. Bu bağlamda Realizm, ister defansif ister ofansif formunda olsun, bizleri devlet adı verilen entiteye yabancılaşmaktan alıkoymaya davet etmesi kadar, hem uluslarası sonuçları hem de devletlerin tekil ünite olarak davranışlarını kapsayabilen bir açıklama sistemi sağlamak içindir. Meşruiyet devşirmek ya da suçu aklamak için değil.
Üstelik, ofansif perspektifte, devletlerin rasyonel entiteler olması sebebiyle uluslararası sistem içerisinde revizyonist olabilmelerinin mümkün olduğu ileri sürülmektedir. Revizyonist devletlerin ittifaklar kurabilme ve geliştirme kapasiteleri vardır. Güç ve Etki Alanlarını maksimize etme arzusu, balans ve dengeyi sürekli gözetmek suretiyle tatmin edilebilir. Kısacası, Büyük Güçlerin kendilerinden daha zayıf olan devletlere, fiziken, aktif veya pasif olarak (vekil örgütler kullanarak) saldırmaları, uluslararası oyunun doğası gereği kaçınılmaz ve o sebepten mecburi değildir. Gelgelelim, Büyük Güçler, çoğu zaman her devletin temel dürtüsü olan hayatta kalma itkisinin karşılığı olarak savaşa giriyor da değillerdir. Bir müdahelenin haklılığı bu bağlamda hayatta kalma ve güvenlik kaygıları ile açıklanamıyorsa, genişleme motoru savaş olmadan da çalıştırılamıyorsa, o devlet, ‘devlet-oluş’unu yani soğuk rasyonel aklını yitirmektedir. Çünkü kendi varoluşu tehlikeye girmediği halde savaşa girmek, cinayetle eş değerdir. Bu noktada savaş sanatının kadim düşünürü büyük usta Sun Zi’ye (Sun Tzu) hakettiği saygıyı teslim etmemiz gerekir;
‘‘Öfkeli, kızgın, öç alma peşinde olan savaşçı kaybetmeye mahkumdur. Tao-Te Ching der ki; Askerlikte başarılı olanlar, askercilik yapmazlar. Savaşta iyi olanlar, kızmazlar. Düşmanlarına karşı galip gelenler, düşmanlarına karşı herhangi bir duygu beslemezler.’’3
Sun Zi’nin askerler ve komutanları için olan bu tarih üstü öğütleri, bugün entelektüeller için de, karar vericiler için de canlılığını korumaktadır.
Keyifli okumalar.
Realist Dış Politika, Büyük-Güç Politikalarının Özrü Haline Geldi
Orijinal Adı; “Realist Foreign Policy Has Become an Apology for Great-Power Politics”
Gustav Jönsson, 19 Eylül 2023, Jacobin
Yeni bir kitap olan “Dünyaya Hükmedebiliriz” (We May Dominate the World), ABD'nin Latin Amerika'daki dış politikasına Realist bir açıklama getirmeye çalışıyor. Diğer bu tür açıklamalarda olduğu gibi, güç farklılıklarını kaçınılmaz çatışma nedenleri olarak ele alıyor.
Eğer vatanseverlik, palavracı Samuel Johnson'ın bir zamanlar dediği gibi, “alçakların son sığınağı” ise, o zaman “ulusal çıkar” da ilk sığınak olmalı. Bu laf, gerekçeler arasında en oynak olanı: öyle ki, devletler bu gerekçeye başvurarak askeri müdahaleleri meşrulaştırabildikleri gibi, affedilemez pasifliği de mazur gösterebilirler. İş bir noktaya dayandığında, bir hükümet yetkilisinin çıkıp falanca ve filanca insanların durumunu anladıklarını dile getirip, ancak hemen peşine de ama bu konuda bir şey yapmanın ABD'nin ulusal çıkarlarına uygun olmayacağını eklediğini hangimiz işitmedik ki? Emperyalist retorikte sıkça kullanılan “ulusal çıkar” ifadesi, dalkavuk izolasyonistlerin tiratlarında da hiç eksik olmaz —şöyle söyleyelim, hükümet ne anlama gelmesini istiyorsa, “ulusal çıkar” o anlama gelir bunların ağzında.
Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgesel hegemonluğa yükselişinin izini süren Sean Mirski'nin “Dünyaya Hükmedebiliriz” adlı kitabı, Washington'un Monroe Doktrini'ni ‘ulusal çıkar’ ile özdeşleştirerek, bulunduğu yarıkürede gerçekleştirdiği çok sayıda askeri müdahaleyi nasıl kutsallaştırdığını anlatıyor. Mirski diyor ki, “Amerika Birleşik Devletleri'nin dış politikası her daim tek bir merkezde şekillendi, her şeyi kapsayan sorunlardan mütevellit.” —sözümona düzen sorunu. Monroe Doktrini'nin bütünlüğünü sağlamak için ABD'li politika yapıcılar “komşularından biri için üç koşul oluştuğu an” müdahale etmek zorunda hissediyorlardı: “stratejik olarak önemlidir, yabancı güçler tarafından tehdit edilmektedir ve kendini savunamayacak kadar istikrarsız ya da zayıftır.” Tüm kıtayı stratejik açıdan önemli ilan eden ABD, Avrupa imparatorluklarının kuvvetlerini indirebilecekleri her yere müdahalenin yolunu hazırladı.
Mirski, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Amerikan müdahaleciliğinin üç aşamasının profilini çıkarıyor. 1860'tan 1896'ya kadar Amerika Birleşik Devletleri, komşusu olan ülkeleri ticaret yoluyla güçlendirmeye çalışarak Avrupa'nın istilalarına karşılık verdi. Washington, müreffeh komşuların kendi egemenliklerini garanti altına alabileceklerini umuyordu, ancak ABD gerekirse güç kullanmaya elbette hazırdı. İkinci ve en yayılmacı aşama İspanya-Amerika Savaşı ile başladı ve ABD'nin bölgesel hegemonyasının güvence altına alındığı Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürdü. Üçüncü aşamada ‘İyi Komşu’ politikasına geri dönüldü; ancak bu kısa emperyalist ara Soğuk Savaş'la birlikte sona erdi. Amerikan müdahaleciliğinin evrimi basitçe bu şekilde özetlenebilir —peki ya sonuçları? Teorik olarak, müdahalelerin huzursuz ülkeleri istikrara kavuşturması gerekiyordu, ancak pratikte daha fazla çatışmaya neden oldular.
ABD defalarca sorunlu komşularını istikrara kavuşturmak ve güçlendirmek için müdahalede bulundu; defalarca bu müdahaleler başarısız oldu, yeni ve daha saldırgan müdahaleler gerektiren daha büyük istikrarsızlıklara yol açtı.
Birleşik Devletler ancak Konfederasyon yenildikten sonra Monroe Doktrini'ni uygulamaya başlayabilirdi. Fransa Kralı Napolyon III, talihsiz Habsburg prensi Maximilian'ı Meksika tahtına oturtmak için Amerikan İç Savaşı'ndan faydalanmıştı; buna karşılık Washington düşmanlarına silah sağladı, onları Fransız baskınlarından korudu ve ABD askerlerinin Meksika Devlet Başkanı Benito Juárez'in ordusunda gönüllü olarak görev almasına izin verdi. Elbette Fransız birlikleri kalsaydı ya da ABD cumhuriyetçi tarafı desteklemeseydi bile Maximilian'ın imparatorluğu er ya da geç yıkılacaktı ama bu olay ABD'li devlet adamlarını Monroe Doktrini'nin korunması gerektiğine ikna etti.
Ancak sorun şuydu ki, Dışişleri Bakanı William Henry Seward'ın ifadesiyle, bölgede "güçlülerin karşı koyması beklenemeyecek cazibeler" sunan çok sayıda zayıf devlet vardı. Washington'un bölgeyi ticaret yoluyla istikrara kavuşturma stratejisinin kökeni de burada yatıyordu. Ancak ABD komşularını kendi ekonomik yörüngesine çekerek dayanıklılık yerine kırılganlık yarattı —komşuları ABD ile ticarete aşırı bağımlı hale geldi.
Kitabın belki de en açıklayıcı pasajında Mirski, Hawaii'nin şeker ticaretinin Washington'u -biraz da isteksizce- Hawaii'yi ilhak etmeye zorlayan devrime nasıl yardımcı olduğunu anlatıyor. Lehine bir ticaret anlaşması ile Hawaii'nin şeker üretimi teşvik edilmiş, öyle ki şeker Hawaii'nin açık ara en önemli sektörü haline gelmişti. Ancak şeker ekinekleri, yerli halktan çok az kişinin toplayabileceği türden muazzam bir sermaye gerektiriyordu: dolayısıyla ticaret, Hawaii monarşisini desteklemek yerine, beyaz sömürgeci sınıfı güçlendirirken, Hawaii'yi tamamen şeker ihracatına bağımlı hale getirdi. Bu nedenle Mirski şöyle diyor: “Kongre 1890'da şeker tarifesini değiştirdiğinde, Hawaii'yi ekonomik krize ve nihayetinde devrime sürükledi; Kongre dört yıl sonra tarifeyi tekrar değiştirdiğinde, Küba'yı kendi ekonomik krizine ve nihayetinde devrime sürükledi.”
Amerikan müdahaleciliğinin ardındaki ideolojik ve ekonomik faktörlerin bu tür bir incelemeye tabi tutulması hoş olabilirdi, ancak Mirski genel olarak bu faktörlerin öneminin pek fazla olmadığına ikna olmuş durumda. ABD imparatorluğuna dair eldeki verileri doğrulayabilecek tek yorumunun realist ve güvenlik odaklı yorum olduğunu söylüyor. Elbette, Küba ve Panama'ya yapılan seferleri örnek göstererek "düzen sorununun her bölgesel müdahaleye neden olmadığını" kabul ediyor, ancak "Amerikan politikasını sürekli olarak belirli bir yöne kanalize etti ve Washington, diğer faktörler de aynı yöne itse bile, nadiren (hiç değilse) katı kurallarından sapabildi." diyor. Bu, abartıya kaçarak tezi ciddi şekilde zayıflatma riski doğuruyor. Mirski "düzen sorununun" ABD müdahaleciliğinin gidişatını nasıl şekillendirdiğini gösterseydi yeterli olurdu, ancak bunun yerine onun rakipsiz merkeziliğini göstermeye çalışıyor.
Sözde Realist uluslararası ilişkiler okulu, emperyalizme sempatiyle bakma eğiliminde; ancak Mirski, ABD'nin davranışını “emperyalist” olarak adlandırmanın “kanıtlayıcı olmaktan çok önyargılı” olduğunu düşünüyor. Mirski, bunun yerine ABD'nin dış politika yaklaşımını “müdahalecilik” olarak tanımlamamız gerektiğini söylüyor. Bunun nedenleri nelerdir? “1860'tan 1945'e kadar,” diye yazıyor Mirski, “Amerika Birleşik Devletleri kendisini komşularının işlerine tekrar tekrar müdahale ederken buldu, bunun başlıca ve paradoksal bir şekilde savunmacı bir nedeni vardı: düşman büyük güçlerin müdahale tehdidini önlemek.” ABD'nin jeopolitik duruşunun ardında yatan neden, emperyal çıkarlardan ziyade kendini savunma güdüsüydü:
Mantık ve deneyim, Amerikalı politika yapıcıları kaçınılmaz olduğu kadar trajik de görünen bir sonuca götürdü: rakiplerinin yerel güç boşluklarını doldurmasını engellemenin en güvenli yolu -bazen tek yolu-, bu boşlukları önce ABD'nin doldurmasıydı.
Basitçe söylemek gerekirse, Washington müdahale etmek zorundaydı: Mirski'ye göre, eğer Washington Avrupa imparatorluklarının tek bir yeni koloni bile almasına izin verseydi, bu durum Afrika'da olduğu gibi Amerika kıtası için de bir mücadeleyi tetikleyebilirdi:
Dolayısıyla sürekli tehdit algısı paranoya değildi; potansiyel tehlikelerle dolu bir dünyaya verilen rasyonel bir tepkiydi. Elbette büyük güç politikalarının trajedisi de budur: uluslararası sistem rasyonel aktörleri güvenliklerinden endişe duymaya ve herkes için daha az güvenlik -ve çok daha fazla şiddet, kan dökülmesi ve savaş- ile sonuçlanacak şekilde hareket etmeye sevk eder.
Bu, en açık terimlerle ifade edilen Realist pozisyondur. Ancak ABD'nin savaşçılığını “rasyonel” olarak nitelendirmek, W. H. Auden'in dizeleriyle, “Tarih mağluplara / Tüh diyebilir ama yardım edemez ya da mazur göremez” görüşünün Realist versiyonudur. Mirski “ABD'nin davranışlarını aklama niyetinde olmadığını” söylüyor. Ancak, “Washington'daki yetkililer ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ‘düzenin temel mantığı’ sorunundan kaçamadılar” demek, suçluluklarını hafifletmektir. Kant'ın sözleriyle ifade edecek olursak: Kaçınılmazlık, aklanmayı gerektirir.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupalı güçlerin tehditlerinden korktuğu gerçekten söylenebilir mi? Belki bazı durumlarda, ama genele şamil değil. Eğer Washington'un, örneğin Nikaragua'ya müdahale etmesini gerektirecek kadar büyük tehditler söz konusu olsaydı, ABD'nin Avrupa'nın Amerikan anakarasını işgaline karşı koyabilecek uygun bir donanmaya yatırım yapması beklenirdi. Ancak Mirski'nin de açıkça belirttiği gibi, ABD Donanması 1890'ların ortalarına kadar gülünç denecek bir durumdaydı —ve o zaman bile isteksizce modernize edildi. Washington'un korktuğu şey Avrupa'nın ABD'yi yeniden fethetmesi değil, Avrupa'nın sözde “çıkar alanı” üzerindeki hak iddialarıydı. Mirski, Alfred Thayer Mahan'ın Monroe Doktrini'nin “tamamen savunmaya yönelik fikirler” doğrultusunda hayata geçirildiği yönündeki ifadesini alıntılıyor, ancak bu sadece saldırının en iyi savunma biçimi olduğu klişesini yeniden dile getirmek anlamını taşıyor. Monroe Doktrini, doğası gereği saldırgan bir emperyalist tavırdı. Onu savunmak, emperyal bir düzlemi korumak anlamına gelir.
Mirski, “Doğru ya da yanlış, Amerikalı yöneticiler yarıküreye yönelik büyük-güç tehdidine kafayı takmışlardı” diye yazıyor. Ancak bu, Amerika Birleşik Devletleri'nin kendisine yönelik büyük-güç tehditlerine takıntılı olduklarını söylemekle aynı şey değildir —ABD’ye yönelik Avrupa tehditlerinden değil, ABD'nin emperyal alanına yönelik tehditlerden korkuyorlardı. Mirski, Avrupalı güçlerin Latin Amerika'yı da Afrika gibi parçalamaya hazır oldukları kabulünde. “Büyük güç tehdidinin varlığını destekleyen en ikna edici kanıtlardan biri, yarıküre-dışı kontrol grubudur” diyor. Bu sözde bilimsel ifade, uluslararası ilişkiler alanında neyin yanlış olduğunu göstermektedir: basit teorileştirme, yetersiz tarihsel nüanslar:
Avrupalılar 1870'ten 1914'e kadar Afrika, Orta Doğu ve Çin de dahil olmak üzere Asya'da daha önce bağımsız olan ulusların en az yüzde 85'i üzerinde siyasi kontrolü ele geçirdiler. Latin Amerika ise, esasen Avrupa yayılmacılığı için aynı fırsatları sunmasına rağmen, aynı dönemde Avrupa’ya karşı bağımsızlığını korumuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nin yarıküreyi koruma yolları, özellikle de on yıllardır süren müdahaleciliği sorgulanabilir ve sorgulanmalıdır da. Ancak dünyanın Avrupa emperyalizminden neredeyse hiç zarar görmeden kurtulan tek bölgesinin, herhangi bir dış yayılmacılığa sınır çeken kıskanç bir büyük güce ev sahipliği yapan bölge olması kesinlikle tesadüf değildir.
Polemiklerde kullanıldığında, “esasen” terimi çok önemli bir şeyin atlandığına işaret eder —bu durumda koşullar ‘esasen’ aynı değildir. İki şey hemen anlaşılabilir. Avrupalı güçlerin Latin Amerika'yı parçalamamasının nedeni başka bir yerle meşgul olmaları olabilir: Britanya İmparatorluğu bile tüm dünyayı aynı anda kontrol edemedi. Kaldı ki Latin Amerika ülkeleri zaten evvelce sömürgeleştirilmişti: her Avrupa ülkesinin çok iyi hatırlayacağı üzere, sömürgeci yöneticilerini kovdular. Mirski sadece Avrupa'nın Afrika'daki tutumunun ABD'li politika yapıcıları Monroe Doktrini'ni sürdürme konusunda daha kararlı hale getirdiğini söyleseydi, hiç itiraz eden olmazdı ama abartıya kaçmaktan kendini alamıyor.
“İnsan her yerde ve her iklimde aynıdır” diyordu Onuncu Aranda Kontu Pedro Pablo Abarca de Bolea. Kont, İspanyol İmparatorluğu'nun eninde sonunda sömürgelerini Amerika Birleşik Devletleri'ne kaptıracağını, çünkü “her çağda yükselmeye başlayan ulusların başına gelen şeyin” bu olduğunu öngörmüştü. “Zaman,” diyor Mirski, “Kont'u haklı çıkardı.” Özgürlük aşkıyla övünen Birleşik Devletler'in gücün cazibesine direnebileceğine inananlar yanılmıştı. Realist teorinin içgörülerinden biri de budur: Güç, ilkelerden daha önemlidir. Örnekleri üst üste yığan Mirski, çok sayıda Amerikan başkanının ABD'nin gücünü artırma karşılığında ilkelerini -bana göre oldukça ucuza- nasıl sattıklarını gösteriyor. İyi niyetin hiçbir önemi olmamıştır: Grover Cleveland, Hawaii Kraliçesi Liliuokalani'nin devrilmesinin ahlaki bir rezalet olduğunu düşünüyordu, ancak hükümeti yine de darbecilerle işbirliği yaptı. Naif özgürlükçü idealizme bir karşı çıkış olarak Realist okul vazgeçilmezdir.
Kontun dile getirdiği insan doğasına ilişkin trajik görüşün bir avantajı var, ancak oldukça indirgeyici. Evet, insanlar Hans Morgenthau'nun ifadesiyle, başkalarına boyun eğdirmek için içsel bir hükmetme isteği -animus dominandi-'ye sahiptir, ancak insan olmak bundan ibaret değildir. Mirski'nin gerçekçiliğindeki kusur, fazla basit olmasıdır. İdeoloji ya da ekonomi gibi "diğer faktörlerin" marjlarda önemli olabileceğini kabul eden Mirski, bunların rolünü en aza indirmek için aceleci paragraflar halinde ilerliyor. Sonunda çok az şeyle, çok fazla şey açıklamaya çalışıyor. Biraz abartarak söylemek gerekirse, uluslararası ilişkileri, her imparatorluğun tek amacının hegemonyayı güvence altına almak olduğu büyük bir ‘Risk Oyunu’ olarak görüyor. Örneğin, insan kusurluluğuyla birleşen “düzen sorununun” Birinci Dünya Savaşı'ndan günümüzdeki Ukrayna savaşına ve Çin'in yükselişine kadar neredeyse her çatışmayı açıkladığını iddia ediyor. Teorisi için böylesine büyük iddialarda bulunmak adına, onu sıradan bir şeye indirgiyor —istikrarsızlığın emperyal yayılma için fırsatlar sunduğu fikrine. Ama biz bunu Thucydides'ten beri biliyoruz.
🌍
🗞️ Gustav Jönsson’un Jacobin dergisinde “Realist Foreign Policy Has Become an Apology for Great-Power Politics” başlığı ile 19 Eylül 2023 tarihinde yayınlanan makalesinden çevirilmiştir.
Kenneth N. Waltz, "Realist Thought and Neorealist Theory", Journal of International Affairs, 1990
Bkz: Mearsheimer J., Tragedy of Great Power Politics, W.W. Norton & Company, 2001
Sun Zi (Sun Tzu), Savaş Sanatı, Çev: Pulat Otkan-Giray Fidan, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014