Justin Schlosberg: Medya İsrail'in Saldırılarını Nasıl Aklıyor?
ABD ve İngiltere medyası bir yılı aşkın bir süredir İsrail'in savaşmaktan ziyade bir soykırım yaptığını kabullenmeyi reddediyor ve bu durum Batı'nın suç ortaklığını maskelemeye hizmet ediyor.
Editör Sunumu;
Kendisini bir medya aktivisti olarak tanıtan, akademisyen ve araştırmacı yazar olan Justin Schlosberg, University of London’da Birkbeck College Gazetecilik ve Medya Çalışmaları Bölümünde ders vermektedir.
Çeşitli yazılarını derlediği iki kitabı bulunan Schlosberg, birazdan okuyacağınız makalesinde 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’ndan bu zamana değin başta İngiliz medyası BBC olmak üzere ana akım medyalarda İsrail savaş konseyinin artık Uluslarası Adalet Divanında görülen savaş suçları ve insanlık karşıtı eylemlerinin nasıl aklandığını anlatıyor.
Schlosberg, hem içerik oluşturma da hem akış yönetiminde gösterilen ince profesyonellik ile ana akım medyanın artık dünyanın kabul ettiği soykırımı reddeder ve zihinleri bulanıklaştırmaya çalışırken yaşadığı İsrail kaynaklı ‘teknik’ sorunlara da değiniyor fakat Büyük Britanya’nın 19.yy boyunca yapmış olduğu soykırımlardan miras kalan bir medyacılık kabiliyetinden örnekler sunduklarına da özellikle dikkat çekiyor.
Okurlarını, ‘‘İsrail tarafından gerçekleştirilen zulüm ve savaş suçlarına gösterilen ilgi ile bu suçları işleyenlere yönelik eleştirel bakış arasındaki dengenin nerede ve nasıl kurulduğunu sorgulamalıyız; tetikçi ile silahları tedarik edeni ve emirleri veren patronları arasındaki dengenin nerede kurulduğunu sorgulamalıyız.’’ diye uyarırken aslında sadece Anglo-Amerikan ana akım medyaları için konuşmadığını da belirtmek lazım.
Yazıda geçen kurum ve kuruluşların isimlerini sıklıkla takip ettiğiniz basılı, görsel veya internet mecralarından herhangi birisinin ismiyle değiştirerek de okuyabilirsiniz. Göreceksiniz, yazı da bahsedilenler böylesi bir düşünce deneyi içerisinde de geçerliliğini korumaya devam edecektir.
Keyifli okumalar.
***
Orijinal Adı; “How the Media Whitewashes Israel’s Rampage”
⑊ Justin Schlosberg ⑊ 10 Ekim 2024, Jacobin
John Newsinger'ın Blood Never Dried: A People's History of the British Empire (Kan Asla Kurumadı: Britanya İmparatorluğu'nun Beşeri Tarihi) adlı eserine dayanarak, Birleşik Krallığın, Avrupalı emperyal rakipleri karşısında kendisine üstünlük sağlayan kabiliyetinin bizzat soykırımlarına taşeron ve dış kaynak kullanmış olması olduğunu söyleyebiliriz.
Britanya devleti, kendi adına gerçekleştirilen kitlesel katliamlarla arasına bir kol boyu mesafe koymakla beraber, bir yandan daha yardımsever bir imparatorluk imajı çizebildi, hatta zaman zaman himayesindeki rejimlerin vahşetini alenen eleştirmekten çekinmedi. Güneş Batmayan İmparatorluk zamanlarında eşi benzeri görülmemiş bir propaganda becerisiydi bu ve ne yazık ki Filistin halkına yönelik zulmün geçtiğimiz yıl (2023) boyunca en yaygın şekilde haberleştirilme tarzınında maalesef bunun kalıcı bir mirasını taşıyor olduğunu gözlemlemek hiç de zor değil.
Maaşını aldığı haydutlarla ilişkisini kesmek için imaj temizleme görevindeki bir suç patronu gibi, ABD ve İngiltere hükümetleri de İsrail'in askeri makinesini finanse ettiklerini yumuşak eleştirilerin ve boş itidal çağrılarının arkasına (çn: dünya kamuoyunu salak yerine koyduklarını düşünerek) gizlemeye çalıştılar. Ve ana akım medya da genel olarak bunu benimsedi.
İsrail Ordusunun Şifa Hastanesinin bahçesinde daha önceki saldırılardan sakat kalanların kaldığı çadırları havadan bombaladıktan sonrasının görüntüleridir. Kaynak: Saleh Aljafarawi
Elbette durum biraz daha karmaşık ve ilk bakışta Gazze'de geçen yıl yapılan yayınların İsrail'in resmi senaryosuna pek uymadığı söylenebilir.
ITV1, İsrail ordusunun elinde açıkça beyaz bayrak tutan bir adamı vurarak öldürdüğüne dair şok edici görüntüler yayınladığında, hikayeyi İsrail'in resmi inkar ve şaşırtmacasına karşı sundu. BBC, o dönemki başbakan Rishi Sunak ve hükümetinin Gazze'ye destek için yapılan barışçıl gösterileri terörist nefret çeteleri olarak göstermesini de tamamen kabul etmedi.
Gerçekten de, demokratik dünyada Filistinlilere yönelik eşi benzeri görülmemiş bir sempati patlaması yaşanmasında, kuşkusuz Gazze'deki yaşamın toptan yok edilişinin ve hukuk uzmanlarının giderek daha fazla soykırım olarak nitelendirdikleri eylemin gerçek zamanlı olarak yayınlanmasının payı büyüktü.
Anlatıyı Şekillendirmek
Peki neler oluyor? İlk olarak, ölçeğin ve zamanlamanın haber değerini göz ardı edemeyiz. Eğer 7 Ekim'den bu yana Filistinlilerin maruz kaldığı şiddete, 7 Ekim günü İsraillilerin maruz kaldığı şiddetten nispeten daha fazla ilgi gösteriliyorsa, bunun tek nedeni ilkinin hem devam ediyor olması hem de şu anda ikincisinden en az kırk kat daha büyük ölçekte olmasıdır.
Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu oldukça bariz iki hakikat, medya analizi konusunda sıfır uzmanlığa ya da deneyime sahip İsrail yanlısı bir hukuk firması tarafından yürütülen ve “İsrailli bir işadamı” tarafından finanse edilen yakın tarihli bir “çalışmada” ne yazık ki gözden kaçırılmıştır.
Medyalarımız, yapıları gereği saldırganlara ya da işgalcilere kolay yol vermeyi de sevmez. Batılı müttefikler herhangi bir çatışmada işgalci, fetihçi ya da baskıcı devlet olduklarında, ya büyük ölçüde görmezden gelinirler (Yemen'e yönelik ABD ve İngiltere destekli Suudi savaşı bunun bir örneğidir) ya da tam da imparatorluğun daha serkeş olan sömürge rejimlerine yaptığı türden yumuşak ve sınırlı eleştirilere maruz kalırlar.
İşleri daha da karmaşık hale getiren bir faktör daha var: Macaristan'ın Viktor Orbán'ı ve hatta bir dereceye kadar Rusya’nın Vladimir Putin’i de dahil olmak üzere, Netanyahu Batı'nın yeminli düşmanlarıyla arasındaki ilişkiyi gizlemek için hiçbir çaba sarfetmedi. Buna bir de ABD güvenlik kurumlarıyla olan küskün düzeydeki ilişkisi tarihsel olarak sadece John F. Kennedy'ninkiyle benzeşen bir Donald Trump'la olan derin kişisel bağı ekleniyor. Tüm bunlar kuşkusuz Washington ve Londra’daki güç elitlerinin saflarında bir rahatsızlık yarattı ve bölünmeye yol açtı.
Öyle ki bu tedirginlik ve belirsizliğin haber anlatılarına yansıması için hali hazırda fazla bir şey gerekmemekte. Ancak asıl sorun tam da bu nüansın gizlediği hususta yatmaktadır.
Öncelikle İsrailli yetkililerin ajandaları ve oluşturdukları gündem, haber dilini şekillendirmedeki ince ama son derece önemli avantajları dikkatlerden kaçırıyor. Bu durum, İsrail ve Filistin hakkında ilgili ana akım medyanın on yıllar öncesine dayanan güvenilir ve ciddi analizleriyle tutarlı bir şekilde ortaya konmuştur. Fakat mevcut çatışmada, arka plandaki gürültüler arasında bile olsa haberleri izleyen herkes neyin söylenip neyin söylenemeyeceğinin sınırlarının farkına varacaktır.
Örneğin, İsrail ordusunun ayrım gözetmeksizin Filistinlileri öldürmesini “7 Ekim'e misilleme saldırıları” olarak tanımlamak tamamen kabul edilebilir bazıları için.
Ancak 7 Ekim'de Hamas ve diğer militanlar tarafından ayrım gözetmeksizin öldürülen İsraillileri, insan hakları grupları tarafından acımasız bir apartheid rejimi olduğu artık neredeyse evrensel olarak kabul edilen bu rejimin suçlarından herhangi birine ya da tümüne karşı yapılmış “misilleme saldırıları” olarak tanımlamak çok daha zordur.
İngiliz yayıncıların 7 Ekim sonrasında benimsediği dilin özellikle dikkat çekici bir yanı var. Bu da Hamas'a yapılan herhangi bir atfın ardından, Hamas'ın Birleşik Krallık hükümetine göre terörist bir grup olduğunu açıkça ortaya koyan ifadelerin sıklıkla kullanılmasıdır.

Deneyimli BBC muhabiri Jon Simpson, 7 Ekim sonrasında BBC'nin hala terörist etiketini niteleme ihtiyacı hissetmesinden rahatsızlık duyduğu için, İsrail yanlısı eleştirmenlere karşı bu geleneği ateşli bir şekilde savundu. Simpson, sırf Birleşik Krallık, ABD, İsrail ve diğer bazı hükümetler öyle diyor diye Hamas'ın terörist bir örgüt olduğunu kabul etmenin BBC'nin işi olmadığını etkileyici biçimde savundu.
Bu sözde tartışmada tamamen göz ardı edilen daha kayda değer bir soru ise yayıncıların neden Hamas'a yapılan herhangi bir atfı bu şekilde nitelendirme ihtiyacı hissettikleridir. Bu sorunun Hamas'ın terörist olup olmadığıyla ya da terörist olarak görülüp görülmemesi gerektiğiyle bir ilgisi yoktur, daha ziyade İsrail'le ilgili haberlerde uygulanan çifte standartla ilgilidir. Örneğin, bir dizi ülke İsrail'i devlet destekli terörizmin yanı sıra apartheid rejimi olmakla suçlarken, bu durum muhabirler tarafından İsrail resmi kaynaklarına atfen neredeyse hiç dile getirilmiyor.
7 Ekim'den bu yana, uluslararası hukuk organları ve insan hakları gruplarının bir bölümüyle birlikte toplam otuz üç ülke İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını soykırım olarak nitelendirdi. Yine de BBC muhabirleri üzerinde bunu izleyicilere tekrar tekrar göstermeleri için hiçbir şekilde tazyik yok, ve daha trajik olan şudur ki, “Hamas tarafından yönetilen” sağlık bakanlığı tarafından verilen kayıp haberlerinin bile rutin olarak uyarıya tabi tutulması gibi bir habercilik ihtiyacı hissetmediler.
Gerçekten de, İsrailli yetkililerin kafası kesilen bebekler ve hastanelerin altında bulunan Hamas kontrol merkezleri gibi iddiaları, geçen yıl boyunca çok sık bir şekilde olduğu gibi kabul edildi ve tamamen çürütülmeden çok önce gerçekmiş gibi yaygın bir şekilde haberleştirildi. Şu anda bile, Gazze'de sivil yaşamın ve altyapının ayrım gözetmeksizin bombalandığına dair ezici kanıtlara rağmen, BBC muhabirleri Lübnan'daki benzer büyük bombalama kampanyalarını “Hizbullah'ı hedef alan saldırılar” olarak çerçeveleyen İsrailli propagandacıların dilini benimsemeye devam ediyor.
Suç Ortaklığını Gizlemek
Ne var ki bu çifte standartlar, medyanın sadece Batı'nın aktif suç ortaklığı değil, aynı zamanda Uluslararası Adalet Divanı'nın bile Filistin halkına karşı potansiyel bir soykırım olduğuna hükmettiği bir savaşa sürekli destek vermesi konusundaki körlüğünün yanında önemsiz kalıyor.
Sorun sadece vergi mükelleflerinin paralarının, kamuoyunun ezici bir çoğunlukla karşı olduğu bir savaşı körüklemek için müstehcen bir şekilde kullanılması değildir.
Silah üreticileri de tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi Gazze'den ve NATO'nun askeri harcamalarının görülmemiş bir hızla artmasından büyük ölçüde kazanç sağlıyorlar. BAE Systems'in CEO'sunun Gazze soykırımından kişisel olarak yaklaşık 1 milyon Sterlin nakit para kazandığının ortaya çıkmasının ardından, silah ticareti araştırmacıları bir dizi yayıncının hikayeyi haberleştirmekle ilgilendiğini, ancak yayınlamadan önce derhal vazgeçtiklerini söylediler. Görünüşe göre toplu katliamdan kişisel kazanç elde etmek yeterince haber değeri taşımıyordu.
ABD ve İngiltere'nin askeri ve istihbari müdahalelerinin derinliği ana akım medya tarafından genellikle gizlenmekte ya da daha sık olarak tamamen görmezden gelinmektedir.
Sadece Declassified UK, Kıbrıs'taki Birleşik Krallık askeri üssünün ABD özel kuvvetlerini İsrail'e konuşlandırmak için kullanılmasının yanı sıra yüzlerce kargo sevkiyatı ve Gazze ve Lübnan üzerinde sık sık yapılan casus uçak uçuşları hakkında haber yaptı. Fakat ana akım medyayı takip edenlerin bu türden uygulamaların varlığından haberi bile elbette olmayacaktır. Dahası, dil üzerindeki büyük dengesizliklerle ilintili olarak, bu kör nokta, İsrail propagandasını benzersiz ve evrensel olarak güçlü olarak algılayan bazı Filistin yanlısı medya eleştirmenleri için de bir tuzak oluşturmaktadır.
Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerdeki İsrail yanlısı lobinin karanlık ve geniş bir siyasi etki ağı aracılığıyla faaliyet gösterdiğine inanmak için yeterince keskin nedenler var. Ancak tuzak, bu etkinin İsrail'in Batı üzerinde sahip olduğu bir tür özerk güç kaldıracı olarak algılanmasıdır. ABD, İngiltere ve çoğu AB hükümetinin İsrail yanlısı lobinin kapsamı ve etkinliği nedeniyle gönülsüzce ya da farkında olmadan suç ortaklığına zorlandığını düşünmek başlıca tuzaktır.
Ve asırlık bir gerçeğin ürünüdür: hakiki güç kendini göstermeme eğilimindedir. Nihayetinde İsrail yanlısı lobi, faaliyet gösterdiği ülkelerdeki güçlü ve menfaat sahibi çıkarlar tarafından desteklendiği için bu kadar etkili olabilmekte.
İsrail Apartheid’ının tarihsel olarak nasıl geliştiğine dair daha kapsamlı ve dürüst bir bakış, Balfour Deklarasyonu'ndan Camp David Anlaşmaları'na kadar, ABD gücünün İsrail'in bitişik ve gerçekten bağımsız bir Filistin devletine asla izin vermeme kararlılığını etkin bir şekilde desteklediğini göz ardı edemez.
Geçtiğimiz yıl yaşanan dehşetin gerçek anlamda dengeli bir tasviri, ezen ve ezilen arasında ya da iki gün içinde gerçekleşen menfur bir terör saldırısının kurbanları ile on iki ay boyunca endüstriyelleşmiş toplu katliamın kurbanları arasında eşit muamele yapılmasını gerektirmemektedir.
İsrail tarafından gerçekleştirilen zulüm ve savaş suçlarına gösterilen ilgi ile bu suçları işleyenlere yönelik eleştirel bakış arasındaki dengenin nerede ve nasıl kurulduğunu sorgulamalıyız; tetikçi ile silahları tedarik edeni ve emirleri veren patronları arasındaki dengenin nerede kurulduğunu sorgulamalıyız.