Matias Spektor: Bağlantısızların Yükselişi... Çok Kutuplu Bir Dünyada Kim Kazanır?
Trump vaatlerini yerine getirse bile (ki getiremeyebilir), Küresel Güney için daha büyük bir hikaye, bir fırsat hikayesi doğuracak potansiyel mevcut.
Sunu;
Bağlantısızlar; millî bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini sömürgecilikten, yayılmacılıktan, ırkçılıktan ve her türlü dış baskı, istila, işgal ve dış müdahaleden korumak amacıyla bir araya gelmiş ülkeler birlikteliğidir.
1979 yılında gerçekleştirilen Havana Konferansının ardından, 1. Havana Bildirisi olarak tarihe geçen metinde özetle kendilerini böyle tarif eden Bağlantısızlar Hareketi’nin evveliyatı ise 50’li yıllara uzanır.
Aşağıda “Çok Kutuplu Bir Dünyada Kim Kazanır?” sorusundan hareketle “Bağlantısızların Yükselişi” başlığı altında kaleme aldığı görüşlerini siz Gûngen okurlarına sunduğumuz Matias Spektor, “Küresel Güney” olarak tanımlayarak, günümüze ait siyasi bir kavram üzerinden anlatıyor Bağlantısızları.
Bugün ‘Küresel Güney’ olarak andığımız oluşum, bağımsız bir düşünce kuruluşu olan Güney Afrika Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (SAIIA) tarafından 2016 yılında yayınlanan raporda şu cümle ile tarif ediliyordu:
Geleceği belirsiz küresel yönetişimin seyircisi olarak kalmak yerine, aktif bir rol edinerek küresel yönetişime şekil verenler…
İki yönlü eşit ortaklık ilişkisi temeli üzerine oturan ve uluslararası işbirliği örgütlenmelerinde yeni bir form olarak kabul edilen Küresel Güney ortaklaşmasının dinamikleri, ‘Bağlantısızlar Hareketi’ olarak tarihte sahne alan çabalara kadar uzanır.
Bağlantısızlar Hareketi; 2. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlığını yeni kazanmış olan ve dünya düzeninde artık farklı kurallar isteyen eski sömürge ülkelerin, iki kutuplu Soğuk Savaş dünya düzeninin hegemon devletlerinin periferisine ait olmadan, bir bütün halinde her iki tarafa eşit ve mesafeli durarak, öncelikle siyasi ve askeri, sonra da ekonomik özgürlüklerini tamamıyla kendi ellerine alabilmek için bir araya gelerek verdikleri mücadelenin çatı oluşumudur.
Haddizatında, Halaskarımız Kemal Atatürk’ün “tam bağımsızlık” şiarı ile önderlik ettiği Türk Devrimi ve onun meyvesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin daha 1. Dünya Savaşı’nın ardından emperyalizme başkaldırısı ile kazandığı hak ve özgürlükleri, ancak 2. Dünya Savaşı sonrası ele geçirebilmek için girişilen bir çabadır, Bağlantısızlar Hareketi.
‘Sömürgecilik sonrası dayanışma hareketi’ olarak tanımlayabileceğimiz Bağlantısızlar, Doğu-Batı kamplarının dışında kalan ve kendileri karşı kamplarda “Üçüncü Dünya” olarak anılan yeni gelişmekte olan ülkelerinin, ister komünist veya ister kapitalist bloktan olsun gelişmiş ülkelerden farklı öncelikleri ve ihtiyaçları olduğunu ortaya koyarak işbirliğine gittiler.
Önce sömürgecilikten kurtulma, hemen peşine tam bağımsız olarak ayakta kalabilme savaşı bağlamında ülkelerin bir araya gelişi, 1950’ler öncesine dayanır. Bu döneme ait özet bilgiyi, Dr. Öğr. Üyesi Segâh TEKİN ve Melike Tuğba Dolu tarafından kaleme alınmış bir araştırma makalesinden alalım:1
I. Dünya Savaşı sırasında geleceğin dünya düzeni için “kendi kaderini tayin hakkı”nın belirleyici ilkelerden biri olacağını ifade eden Wilson İlkeleri, savaş sonrası yıllarda Avrupa içinde de kendine destek bulan sömürgecilik karşıtı mücadelede önemli bir dayanak olmuştur. İki savaş arası dönemde Avrupa’da kurulan ve savaş ortamına girilmesi nedeniyle başarısız bir girişim olarak kalan Emperyalizm Karşıtı Cemiyet, böyle bir örgütlenme çabasının ilk örneğiydi. Yine kıtalar özelinde sömürgecilik karşıtlığını savunmak üzere Afrika ve Asya kıtalarına yönelik toplantılar düzenlenmiştir.
Özellikle 1940’larda Hindistan öncülüğünde Asya’da yeniden ortaya çıkmaya başlayan sömürgecilik girişimlerinin önlenmesini ve yeni bağımsızlığını kazanmış ülkeleri bir araya getirme hedefiyle düzenlenmeye başlanan toplantılar, Bağlantısızlar Hareketi’nin ortaya çıkışında etkili olmuşlardır. Son olarak 1954’te Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’da ve ardından Endonezya’nın Bogor kentinde düzenlenen toplantılar ise hem Bandung Konferansı’nı şekillendirmekte hem de Bağlantısızlık düşüncesinin çerçevesini çizmekte önemli rol oynamıştır.
Özellikle, Afrika ve Asya uluslarında sanayileşmiş Batı’dan kurtuluş mücadelesinin siyasal boyutu yanında muazzam ekonomik boyutu da hatırlandığında, kapsamlı özgürlük talepleri daha iyi anlaşılabilir. Böyle bir atmosferde yirmi dokuz Afrika ve Asya ülkesinin katıldığı, 1955 yılında düzenlenen Bandung Konferansı bu ülkelerin örgütlenmesi adına simge bir tarihtir.
Endonezya lideri Sukarno, 1955 yılında Bandung Konferansı’nın açılış konuşmasını şu sözlerle yapmıştır: “Geçmişe yas tutmak yerine, geleceğe doğru yönelmeliyiz... Biz Asyalılar ve Afrikalılar, birleşmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız!”
Bandurg Konferansına katılan ülkeler arasında bağımsızlıklarını kazanmış olanların yanısıra, henüz bağımsızlık mücadelesi verenlerin de olması, hareketin günümüze kadar uzanan köklerinin özünde yatan dinamikleri anlatması bakımından da önemlidir.
Bandung Konferansı’nı takiben 1961 yılında, Yugoslavya’nın başkentinde gerçekleşen Belgrad Zirvesi’nde Bağlantısızlar Hareketi resmen kurulmuş ve dünyaya ilan olmuştur.
Soğuk Savaş’ın iki kutbunun da yörüngesine girmek istemeyen ve başlangıçta “Beşli Girişimi” olarak anılan; Hindistan lideri Nehru, Endonezya lideri Sukarno, Mısır lideri Nasır, Yugoslavya lideri Tito ve Gana lideri Nkrumah öncülüğünde vücut bulan Bağlantısızlar Hareketi, tarih içinde kendi hikâyesini oluştura oluştura bugüne şekil vermeye devam eder halde. Elbet kendi evrimsel süreci çerçevesinde.
Günümüzde gerek Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında ve gerekse yeni bir Birleşmiş Milletler yapısı ortaya çıkacaksa onun da harcını atma anlamında bugün Küresel Güney ile özdeş gibi görünen Bağlantısızlar Hareketi ortaya çıktığı tarihten beri uluslararası düzenin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır, oynamaya devam etmektedir ve geleceği de şekilleyeceği şüphesizdir.
Bu anlamda, yakında Gûngen’de “Bağlantısızlık Fikriyatı ve Bağlantısızlar Eylemselliği” başlığı altında yazmaya başlayacağım yeni yazı dizine giriş olması mahiyetinde işbu yazıyı sizlere sunmak isterim.
Yazıyı kaleme alan Matias Spektor, FGV Uluslararası İlişkiler Okulu'nda Siyaset ve Uluslararası İlişkiler profesörü. Akademiye katılmadan önce bir Birleşmiş Milletler örgütü çalışanı olan Profesör Spektor, Brezilya, Latin Amerika ve Küresel Güney'e odaklanarak uluslararası güvenlik, iklim politikaları, siyasi şiddet ve uluslararası düzen tarihi ve teorisi üzerine hem akademik araştırmalar hem de saha çalışmaları yürütüyor. Mevcut projeleri arasında uluslararası düzende ikiyüzlülük, yabancı iklim utancına karşı tepki, ABD'nin nükleer silahların yayılmasını önleme politikasının nükleer gizli devletler üzerindeki etkileri ve Batı Yarımküre'deki büyük güç rekabeti gibi çalışmaları yer alıyor. New York Times, Financial Times ve Foreign Affairs gibi yayın organlarında Latin Amerika ve Küresel Güney'in siyaseti ve dış ilişkileri üzerine düzenli olarak yazılar yazıyor.

Orijinal Adı; ‘‘Rise of the Nonaligned… Who Wins in a Multipolar World?’’
Yazar, Yayım: Matias Spektor, Foreign Affairs
İlk Yayın Tarihi: Ocak/Şubat 2025
Çeviren: Kuzgun Nogay / Video Art: Uğur B.Tezgel
***
Bağlantısızların Yükselişi
Çok Kutuplu Bir Dünyada Kim Kazanır?
Küresel Güney, son yirmi yılda küresel güçteki değişimlerden net olarak kazançlı çıkan taraf olmuştur. Gelişmekte olan ekonomilerin artan etkisi, Çin'in büyük bir güç olarak yükselişi, ABD ve Avrupalı müttefikleri ile arasındaki gerilimler ve dolayısıyla artan büyük güç rekabeti Küresel Güney ülkelerine küresel meselelerde yeni bir kaldıraç gücü sağladı. İlk üyeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika olan BRICS gibi yeni koalisyonlar kurarak; Afrika Birliği gibi bölgesel ittifakları güçlendirerek ve BM Genel Kurulu'nda daha iddialı bir gündem izleyerek bu değişimlerden faydalandılar. İklim değişikliği konusunda Paris anlaşmasını desteklemekten İsrail'i Uluslararası Adalet Divanı'na götürmeye kadar, Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu'daki büyük ölçüde sömürge sonrası ülkelerden oluşan geniş bir tabana oturan Küresel Güney, Batı hakimiyetine meydan okumak ve küresel düzenin kurallarını yeniden tanımlamak için daha hevesli bir isteklilik sergiliyor.
“Önce Amerika” dış politikası ise, bütün kazanımları riske atacak gibi görünüyor. Donald Trump başkanlık kampanyası sırasında , gelişmekte olan ülkeleri en çok zarar görecekleri yerlerden vurma sözü verdi: gelişmekte olan ülkelerdeki ihracatçıları zora sokacak gümrük tarifelerini yükseltmek; Küresel Güney'deki pek çok ülkenin ekonomisi için işçi dövizleri büyük önem taşıyan göçmenlerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesini normalleştirmek; ve iklim krizinden orantısız bir şekilde etkilenen insanlara önemli destek sağlayan küresel çevre anlaşmalarından çekilmek. Önerdiği ekonomi politikaları muhtemelen ülke içinde enflasyona yol açacak, faiz oranları küresel olarak yükseldikçe ve kredi zaten borç yükü altında olan ekonomiler için daha pahalı hale geldikçe gelişmekte olan ülkeler için yıkıcı zincirleme etkiler yaratacaktır. Çin'i hedef alma konusundaki kararlılığı, Pekin'in dünyanın büyük bir kısmı için alternatif bir pazar ve yatırım kaynağı olarak hizmet vermeye devam etmesini zorlaştırabilir.
Ancak Trump vaatlerini yerine getirse bile (ki getiremeyebilir), Küresel Güney için daha büyük bir hikaye, bir fırsat hikayesi doğuracak potansiyel mevcut. Trump Batı dışı dünyaya karşı çok az ilgi göstermiş ve çoğu zaman da onları küçümsemiştir, ancak Trump'ın dönüşü paradoksal bir şekilde Küresel Güney ülkelerinin kendi çıkarlarını artırmalarına yardımcı olabilir. Trump'ın bazı uluslararası normlara olan düşmanlığı bu ülkeleri daha etkin bir şekilde birlikte çalışmaya iterken, Trump'ın tüccar yaklaşımı da bu ülkelere büyük güçleri birbirlerine karşı kullanma şansı verecektir.
Ve eğer Trump Rusya'yı Çin'den uzaklaştırmak için Rusya ile uzlaşırsa, bu ABD'nin artık çok kutuplu bir dünyaya yönelmesi anlamına gelecektir ki bu da tam olarak Küresel Güney'in benimsediği jeopolitik anlayış demektir. Nitekim Küresel Güney'deki pek çok hükümet, Trump'ın dünyayı “demokrasi için güvenli” hale getirme iddiasında olan ancak Başkan Woodrow Wilson dönemindeki başlangıcından bu yana Avrupalılara bir standart, diğer herkese başka bir standart uygulayan ABD dış politika geleneği liberal enternasyonalizmden ayrılmasını memnuniyetle karşılar. Buna karşılık Trump başka bir gelenekten, “dolar diplomasisi” ile Amerikan gücünü yurtdışına ahlaki gösterişten uzak bir şekilde yaymak için ekonomik nüfuz kullanan Başkan William Taft'ın geleneğinden besleniyor. Her iki yaklaşım da hegemonik yeniden güçlenme biçimleridir, ABD'nin dünya sahnesindeki üstünlüğünü pekiştirme girişimleri. Ancak biri kendini ahlaki üstünlükle gizlerken diğeri gizlemiyor. Bazı gelişmekte olan ülkeler Trump'ın ahlak dışı pragmatizmini yeni bir soluk ve Washington'un ilan ettiği amaçlar ne olursa olsun kendi çıkarlarını geliştirmek için bir fırsat olarak göreceklerdir.
SARKAÇ SALINIYOR
Küresel Güney, farklı zenginlik, etki ve istek düzeylerine sahip çok çeşitli ülkeleri kapsayan geniş bir yelpaze. Brezilya'nın ekonomik ağırlığına sahip bir ülkenin çıkarları ve ihtiyaçları, Nijer gibi daha fakir bir ülkenin çıkarlarından ve ihtiyaçlarından çok farklı olacaktır tabiatıyla. Küresel Güney'deki tüm ülkeler aynı yönde hareket etmemekteler: Örneğin Endonezya, Çin ve ABD arasındaki rekabette taraf tutmaya giderek daha fazla direnirken, Trump hayranı başkanı Javier Milei yönetimindeki Arjantin, dış politikasını Amerikan pozisyonlarına daha yakın olacak kıvamda yeniden şekillendirdi. Bu arada Hindistan, eski sömürge ülkeleriyle geleneksel dayanışmasını, ABD kampında gevşek bir şekilde yer alan büyük bir askeri oyuncu olma arzusuyla dengeliyor; bu hamlesi, Çin'e karşı bir denge unsuru olarak küresel konumunu yükseltti.
Küresel Güney, barındırdığı çeşitliliğe rağmen, uzun yıllar boyunca güçlülerin çıkarlarına hizmet etmek üzere hazırlanmış uluslararası kuralları yeniden şekillendirmek için etkili koalisyonlar kurmayı başarmıştır. Bu yelpazedeki ülkeler, uluslararası normları daha adil hale getirmek için zaman zaman bir araya gelebilmiştir. Küresel Güney koalisyonu, yirminci yüzyılın ortalarında Bağlantısızlar Hareketi bayrağı altında Batı'nın emperyal mirasını ortadan kaldırmayı hedeflemiş; egemenlik, ırksal eşitlik, ekonomik adalet ve Batı etkisinden kültürel kurtuluş için mücadele etmiştir. 1970'lere gelindiğinde, küresel Güney, BM'deki G-77 de dahil olmak üzere çeşitli gruplar altında örgütlenerek önemli zaferler elde etti: sömürgecilikten kurtulma uluslararası hukukta yer aldı ve egemen devletlerin içişlerine karışmama ilkesi küresel bir norm olarak ortaya çıktı. Petrol ticareti karteli OPEC gibi örgütler, doğal kaynaklar üzerinde Batılı olmayanların kontrolünü arttırmak için ekonomik güç kullandılar. En önemlisi, Küresel Güney'deki ülkelerin mücadelesi, nükleer silahların yayılması, ticaret, enerji ve çevre ile ilgili kuralları etkilemeye başladı ve sömürgeciliğin tahribatından kurtulan ülkelerin hasarlarını tamir etmek için adaletin hakkaniyetli dağıtımına duyulan ihtiyacı yeniden biçimlenmiş şekilleriyle uluslararası hukukta kodlayarak norm haline getirdi.
Küresel nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini ele alalım: 1960'larda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği nükleer silahların ve teknolojik bilgi birikiminin yayılmasını önlemek için işbirliği yaparak nükleer silahların yayılmasını engellemeyi amaçladılar. Bu durum, barışçıl nükleer teknolojiye daha fazla erişim isteyen ve süper güçler arasındaki bir anlaşma sayesinde nükleer silahların etkili bir şekilde kalıcı hale geleceğinden ve ileride bunları ortadan kaldırmayı neredeyse imkansız hale getireceğinden korkan Küresel Güney'deki birçok ülkeyi kızdırdı. Bu ülkeler bir araya geldi ve yıllar süren çetin müzakereler sonucunda süper güçlerle bir uzlaşma sağladı. 1968'de imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması, nükleer silahlara sahip olan devletlerin lehine olmakla birlikte, güçlü ülkelerin silahsızlanmasını teşvik eden ve daha zayıf ülkelerin barışçıl nükleer enerji geliştirmesini teşvik eden hükümler içeriyordu.
Tersine dönüşler de oldu. 1970'lerin sonu ve 1980'lerin başında Amerika Birleşik Devletleri Küresel Güney'i modası geçmiş olarak görüp tüm ülkelerin Amerikan önceliği altında liberal bir düzene uyum sağlamamları adına kendi içlerinde reformları hayata geçirmeleri konusunda baskı yaptı. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın yapısal uyum programları finansal deregülasyon ve kemer sıkma politikalarını dayatırken, ABD de ülkelere koruyucu gümrük tarifelerini ve sübvansiyonları kaldırmaları yönünde baskı yapmak için iç hukukun sınır ötesi uygulamasını -özellikle 1974 Ticaret Yasası'nın 301. Bölümü'nün hükümleri aracılığıyla- kullandı. Yine de küreselleşme beklenmedik şekillerde ortaya çıktı. Birçok eski sömürge ülkesi için yeni zenginlikler yarattı, Çin'i yükselen bir güç konumuna getirdi ve Siyasal İslam gibi güçlü ulusötesi hareketleri besledi. Küreselleşme aynı zamanda gelişmekte olan dünyada bir demokratikleşme dalgasını teşvik etse de, bu sonuç her zaman ABD ve Batılı müttefiklerinin yararına olmadı.
Kimi ülkeler, Trump'ın ahlaksız pragmatizmini
taze bir nefes olarak hissedecektir.
ABD Başkanı Bill Clinton Küresel Güney için fırsat kapılarını yeniden araladı. Liberal uluslararası düzen söylemi, gelişmekte olan ülkeler de dahil olmak üzere refahın daha eşit bir şekilde dağıtılabileceği birbirine bağlı bir dünya fikrine hitap ediyordu. Clinton, 1999'da NATO'nun Kosova'ya müdahalesini başlatmak için BM Güvenlik Konseyi'ni baypas etmesinde olduğu gibi, bu normları ihlal etmekten çekinmedi. 1996'daki Helms-Burton Yasası, Küba ile iş yapan yabancı şirketleri, bu tür faaliyetler kendi ülkelerinde yasal ve Dünya Ticaret Örgütü nezdinde hukuka uygun olsa bile cezalandırdı.
Ancak Clinton'ın “kurallara dayalı düzen” vurgusu, Küresel Güney'deki ülkelerin uluslararası kurumları kendi avantajlarına kullanmalarına olanak tanıdı. Dünya Ticaret Örgütü, gelişmekte olan ülkelere, daha güçlü ekonomilere yasal olarak meydan okuyabilmek de dahil olmak üzere uygun anlaşmalar müzakere edebilecekleri bir platform sağlayarak uluslararası ticarette oyun alanının eşitlenmesine yardımcı oldu. 1995 yılında Pekin'de düzenlenen Dünya Kadın Konferansı, cinsiyet eşitliği girişimlerine uluslararası destek sağlayarak ve hükümetlere kadın haklarını daha sağlam güvence altına almaları için baskı yaparak gelişmekte olan dünyada ilerici bir değişim çağını başlatarak cinsiyet konularını ön plana çıkardı. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Kyoto Protokolü, gelişmekte olan ülkelerin çevre politikaları için mali ve teknolojik destek alabilecekleri bir mekanizma sağlarken, sanayileşmiş ülkeleri karbon emisyonlarını azaltmadıkları için sorumlu tuttu. Dünya Bankası, yoksulluğu azaltan ve Küresel Güney'de sürdürülebilir kalkınmayı teşvik eden programlara öncelik verecek şekilde yeniden yapılandırıldı. Kusurlarına rağmen kurumsallaşmış bir küresel normlar dünyası, gelişmekte olan ülkelerin büyük güçleri sorumlu tutmasına ve çok taraflı mekanizmalar yoluyla anlamlı tavizler koparmalarına olanak tanıdı.
ABD Başkanı George W. Bush'un 11 Eylül saldırıları sonrasında ısrarla ve defaten “Kural yok” sözleri ile dünyaya meydan okumasının ardından sallanmaya başladı sarkaç. Bu açıklama Afganistan, Irak ve başka yerlerde sınırsız güç kullanımı döneminin habercisi idi ve Küresel Güney'de milyonlarca insanın doğrudan ve dolaylı ölümüne yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri gelişmekte olan ülkelerden gelen tutuklulara gizli tesislerde işkence etti. Pek çok Batı ülkesinde Müslümanlar ve genel olarak dinleri ırkçı davaların konusu haline geldi. Soykırım gibi suçları önlemek için müdahaleyi onaylayan “koruma sorumluluğu” insani doktrini, 2011'de NATO öncülüğünde Libya'ya yapılan saldırı gibi, insanların refahına ilişkin kaygılardan çok, stratejik çıkarların motive ettiği aşikar olan işgalleri ve ulusal egemenlik tecavüzlerini kolaylaştırdı. ABD Başkanı Barack Obama, Yemen'i insansız hava araçlarıyla savaş için bir deneme tahtasına dönüştürerek uluslararası hukuka meydan okudu ve kırılgan bir devletin kaosa sürüklenmesine neden oldu. Bu müdahalecilik istikrarsızlığı besledi ve özellikle 2010'lardaki Suriye iç savaşı sırasında Afrika ve Orta Doğu'dan Avrupa'ya kitlesel göçü tetikledi.
2008'deki mali kriz sarkacı diğer yöne doğru zorlayacaktı. Batı'ya yıkıcı bir darbe indirerek liberal uluslararası düzenin temellerindeki çürümeyi ortaya çıkardı. Batı, on yıllardır ilk kez kendisini Küresel Güney'e ihtiyaç duyarken buldu. Geleneksel Batılı güçlerin yanı sıra Brezilya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika gibi yükselen ekonomileri masada bir araya getiren G-20 oluşumu, küresel ekonomik yönetişim adına bir numaralı forum olarak G-7'nin yerini aldı. Batılı olmayan ülkeler, eşgüdümlü teşvik tedbirleri ve mali yönetişim reformları gibi küresel kurtarma planlarının hazırlanmasında daha fazla söz sahibi oldular. Örneğin G-20, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'ndaki temsil gücünün gelişmekte olan ülkelerin sesini daha fazla duyuracak şekilde artmasını sağladı. Aynı zamanda, Afrika Birliği, BRICS, OPEC+ (kartelin genişletilmiş versiyonu) ve Çin liderliğindeki Asya Altyapı Yatırım Bankası da dahil olmak üzere bir dizi Batılı olmayan kurum, Küresel Güney için canlı bir oyunun müşterek eylem sahnesi haline geldi.
Trump'ın 2017'de Beyaz Saray'a gelişi Küresel Güney'in ilerlemesini yavaşlattı. COVID-19 salgını sırasında Dünya Sağlık Örgütü'nü bir kenara itmesi, Paris anlaşmasından çekilmesi ve Dünya Ticaret Örgütü çerçevesi dışında tek taraflı olarak gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret kurallarını hiçe sayması yıkıcı etkiler yarattı. Uluslararası kurumlar Küresel Güney'e bazı mütevazı korumalar sunmuştu; bunlar olmadan zayıf devletler orman kanunlarına karşı savunmasız kalıyordu. Örneğin Trump, 2020'de yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü'nden çekilme niyetini açıkladı ve Afrika'daki kilit programlara yönelik ABD fonlarını geçici olarak dondurarak çocuk felci ve sıtmayla mücadele çabalarını baltaladı. Trump'ın uluslararası kurumları hiçe sayması, Küresel Güney ülkelerinin küresel yönetişimi etkileme kapasitesini de zayıflattı. Trump'ın Küresel Güney ülkelerinden gelen beyaz olmayan göçmenleri şeytanlaştırması, ABD sınırlarının çok ötesinde yankı bulan yabancı düşmanlığı ve ırkçı düşmanlığı teşvik ederek bölünmeyi daha da derinleştirdi.
Joe Biden ABD Başkanı olduğunda da pek bir şey değişmedi. Ticaret konusundaki tutumu büyük ölçüde Trump'ınkini yansıtıyordu. Biden başlangıçta Trump'ın göçmenlik konusundaki sert tutumlarından bazılarını yumuşatmış olsa da, başkanlığının ikinci yarısında bu tutuma geri döndü. ABD'yi Paris anlaşmasına geri döndürdü, ancak Enflasyon Azaltma Yasası da dahil olmak üzere iklim değişikliğiyle mücadele için tasarladığı mevzuat, Küresel Güney ülkelerinin yeşil ekonomilere geçişini kolaylaştırmak yerine zorlaştırarak himayeciliğin bir aracı haline gelme riski içeriyordu.
Son yıllarda pek çok gelişmekte olan ülkenin Çin'e yönelmesi şaşırtıcı değil. Çin'in sadece yarım yüzyıl içinde nispeten fakir bir ülkeden çok daha güçlü ve müreffeh bir ülkeye dönüşmesi, Küresel Güney'deki hükümetlere ve halklara kendini anlatmasına imkân veriyor. Bu ülkeler için önemli bir finansör olan Çin, hızlı büyümesini beslemek için emtia, hammadde, enerji ve liman erişimi karşılığında kredi ve yatırım ticareti yapıyor. Pekin, Washington'un 2003'te Irak'ı işgal etmesi ve Trump'ın uluslararası anlaşmaları ve kurumları küçümsemesi gibi kendi kendine verdiği yaralardan faydalanarak, genellikle gelişmekte olan dünyanın çıkarlarını temsil ettiğini iddia ettiği çok taraflı örgütlerde önemli bir oyuncu haline geldi.
Ancak sorunların büyüdüğüne dair giderek artan işaretler var. Çin güçlendikçe diğer ülkelere bir ortağın davranacağı gibi değil, büyük bir gücün davranacağı gibi davranmaya başladı. Ticaret ve yatırım anlaşmalarına dayattığı ağır koşullar ve Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya'da yürüttüğü sert diplomasi de dahil olmak üzere, birçok kişi Çin'in eylemlerini yeni sömürgecilik olarak görüyor. Güneydoğu Asya'da Çin, Endonezya, Filipinler ve Vietnam gibi ülkelere baskı yaparak ortaktan hegemon olmaya aday bir ülkeye dönüştü. Şu anda kurucu üyelerinin ötesine genişleyen BRICS içinde bile bazıları Çin'in bu birlikteliği gelişmekte olan ülkelere fayda sağlayacak ortak bir eylem platformundan ziyade nüfuzunu yansıtacak bir araç olarak gördüğünden endişe ediyor. Trump'ın Beyaz Saray'a dönüşü Küresel Güney'in Çin'i ABD ile dengelemesini kolaylaştırmayacak; Trump'ın ticareti korumacı politikası tüm gelişmekte olan ülkelere zarar verecektir.
HEGEMONYA SANRILARI
Trump'ın ticaret, iklim, göç ve vergilendirme konularındaki kampanya vaatleri genellikle dünyadan geri çekilme olarak algılandı. Ancak Küresel Güney'in perspektifinden bakıldığında bu taahhütler tam tersine işaret ediyor: ABD hegemonyasını yeniden tesis etmeye yönelik bir girişimin habercisi. Trump uluslararası anlaşmalardan çekilme tehdidinde bulunduğunda, aslında ABD'nin bunu tek başına yapabileceği ve diğerlerinin de kendileri için neyin iyi olduğunu görerek hizaya gelmeleri gerektiği konusunda baskı yapmış oluyor. Amerikan taahhütlerinin güvenilirliği konusunda belirsizlik tohumları eken Trump, ülkeleri ABD ile daha yakın işbirliği yapmaya ya da kaybetme riskini göze almaya itiyor. Trump'ın önerdiği vergi indirimleri ve gümrük tarifeleri enflasyonu körükleyerek ABD faiz oranlarının yükselmesine yol açacaktır. Bu da, özellikle önemli miktarda borcu olan ülkeler için küresel borçlanma maliyetlerini artıracak ve yatırımcıları gelişmekte olan piyasalardan uzaklaştırarak ABD'deki daha güvenli getirilere yönlendirecektir. Bunun sonucunda para biriminin değer kaybetmesi ithalatı daha pahalı hale getirecek, enflasyonu artırırken birçok gelişmekte olan ülkede verimliliği düşürecektir. Trump'ın seçim kampanyasındaki vaatleri, Küresel Güney'de izolasyona işaret etmekten ziyade, hesaplanmış bir revizyonizm stratejisi olarak yorumlanıyor; diğer ülkelerin Washington'a kulak vermesini, onunla aynı hizaya gelmesini ya da giderek belirsizleşen bir düzende savunmasız kalmasını sağlayarak ABD'nin üstünlüğünü yeniden tesis etme çabası.
Küresel Güney'deki liderlerin, ülkelerini Trump'ın politikalarının sonuçlarından korumanın yollarını bulmaktan başka seçenekleri olmayacak. Gelişmekte olan pek çok ülkedeki iç kamuoyu, önceki dönemlere kıyasla siyasi olarak çok daha mobilize ve teknolojik olarak çok daha güçlü olduğundan, talepleri daha yüksek sesle dile getirilmekte ve görmezden gelinmesi zorlaşmaktadır. Küresel Güney'in büyük bölümündeki yoksul ve orta sınıflar, küreselleşmeyle gelen ve Trump'ın tehdit ettiği ekonomik fırsatlardan önemli ölçüde yararlandı. Liderlerinden çizgiyi korumalarını bekleyeceklerdir.
Örneğin birçok hükümet, Beyaz Saray'ın yaptırımlar ve diğer kısıtlamalar yoluyla rakiplerini sindirme kapasitesini köreltmek için dolar dışı ödeme sistemleri, dijital para birimleri ve yerel değerlerde ticaret mekanizmaları deneyerek ABD para birimine alternatifler araştırmaya devam edecektir. Uluslararası ticaret akışını sürdürmek ve yeni ABD yönetiminin getireceği kısıtlamaları bertaraf etmek için yeni ve yaratıcı stratejiler arayışına girebilirler. Bu tür hamleleri öngören Trump, Kasım ayında sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda BRICS ülkelerini “güçlü ABD dolarının yerine geçecek” alternatif bir para birimine yönelmeleri halinde yüzde 100 gümrük vergisi uygulamakla tehdit etti.
Eğer Trump gerçekten de kitlesel sınır dışılar gerçekleştirirse, bu durum Trump'ın Batılı olmayan dünyaya karşı derin bir küçümseme beslediği inancını haklı çıkaracağı için ülkesinin Küresel Güney'in büyük bir kısmındaki itibarına zarar verecektir. Bu durum, ırk ve kültürel farklılık konularında Küresel Kuzey ve Güney arasındaki uçurumu derinleştirecek, Batı'nın Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerini zora sokarken, ırk hiyerarşilerini sürdürdüğü düşünülen Batılı ülkelere yönelik daha geniş bir kızgınlığı da tetikleyecektir. Bu tür eylemler ABD içindeki gerilimleri daha da arttırabilir, ırk ve göçmenlik konularında toplumlar arasındaki uçurumu genişletebilir ve ülkenin küresel sahnedeki ahlaki itibarını daha da zayıflatabilir.
Trump'ın söz verdiği geri adım,
ABD hegemonyasını yeniden tesis etme girişimidir.
Küresel Güney ülkeleri arasında geniş bir dayanışmaya yol açan konulardan biri de Filistin davasıdır. Örneğin Güney Afrika, İsrail'in Gazze'deki eylemlerine Uluslararası Adalet Divanı'nda itiraz etmek için adımlar attı ve İsrail'i soykırım yapmakla suçladı. Küresel Güney'deki pek çok hükümet, Batı'da Rusya'nın saldırganlığı ve Ukraynalı sivillerin öldürülmesi teziyle şiddetli kınamalar yapılırken, İsrail'in Filistinli ve Lübnanlı sivilleri öldürmesine büyük ölçüde göz yumulduğuna işaret ederek, bu durumu Batı'nın riyakar ikiyüzlülüğünün bir örneği olarak görüyor. Bu çifte standart, Küresel Güney'de liberal uluslararası düzenin tarafsızlığı konusundaki kuşkuları daha da derinleştirmiştir. Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü durum bir işaret fişeği, mevcut uluslararası düzendeki eşitsizliklerin bir göstergesi ve gelişmekte olan dünyadaki pek çok kişinin gözünde sömürgecilikten kurtulma çalışmalarının tamamlanmamış olduğunun bir işareti olarak işlev görecektir. Bu mesele Batılı ve Batılı olmayan ülkeler arasında süregelen gerilimin altını beslemeye devam edecektir. Trump İsrail'in emellerini dizginlerinden boşaltsa bile, gelişmekte olan ülkeler BM Genel Kurulu'nu ve uluslararası hukuku kullanarak sadece İsrail'e değil ABD'ye de meydan okumaya devam edecektir.
İklim eylemi konusunda Trump'ın yaklaşımı, Küresel Güney'de yüksek karbonlu endüstrilere ve fosil yakıtların çıkarılmasına adanmış çıkar gruplarını cesaretlendirmeyi vaat ediyor. Bu da ülke içindeki güç dengesini yeşil dönüşümü savunanların aleyhine değiştirecektir. Yüksek karbondan beslenen çıkar grupları gerekli reformlara direnecek ve yeşil dönüşümü küresel olarak gerçekleştirmeyi daha maliyetli ve yavaş hale getirecektir. Trump'ın iklim eylemi konusundaki görece kayıtsızlığı, dünyanın dört bir yanındaki ağaç kesicileri, çiftçileri ve madencileri cesaretlendirerek daha fazla ormansızlaşmaya ve iklim değişikliğini daha da kötüleştirecek sürdürülemez tarımsal genişlemelere yol açabilir, ekosistemleri bozarak ve hem Küresel Güney'de hem de Küresel Kuzey'de ürün verimliliğini azaltarak küresel gıda güvenliğini tehdit edebilir.
Aynı zamanda Trump'ın dış politikası bazı ilginç sonuçlar da doğurabilir. Washington, Amerikan üstünlüğünü yeniden tesis etmek yerine dünyanın ayaklarının altından kayıp gittiğini düşünebilir. Trump, Çin'e baskı yapmaya devam ederken Rusya ile gerilimi düşürme vaadini yerine getirirse, istemeden de olsa çok kutuplu bir dünyaya doğru gidişi hızlandırabilir. Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile düşmanlıkları hafifleterek, Rusya'nın bastırılamayacağını ve Moskova'nın bölgesel hegemonya arayışının meşru olduğunu -Rusya'nın bir etki alanını sürdürmek için çaba göstermeye hakkı olduğunu- zımnen kabul etmiş olacaktır. Bu durum, yıllardır uluslararası sistemin artık tartışmasız Amerikan hegemonyasıyla değil, ABD'nin hesaplı bir itidal için tek kutupluluğun fevri dış politikasından giderek daha fazla kaçınması gereken daha dengeli bir düzenle tanımlandığını savunan Küresel Güney'deki pek çok ülkeyi haklı çıkaracaktır. Gelişmekte olan ülkeler, Çin ve Rusya'yı önemli güç merkezleri olarak görmeye devam edecek ve Çin liderliğindeki çok taraflı bir yapı olan Şanghay İşbirliği Örgütü gibi platformlar aracılığıyla ekonomik, güvenlik ve teknolojik imtiyazlar elde etme fırsatlarını değerlendireceklerdir. Rekabetin ve pragmatik ticari ilişkilerin damgasını vurduğu parçalanmış bir küresel düzende, Trump'ın politikaları Küresel Güney'in etki kabiliyetini artırarak büyük güçleri birbirine düşürmesini sağlayabilir.
Elbette Küresel Güney, Trump'ın dış politikasının keskin köşelerini tamamen köreltecek birlikten ve kaynaklardan yoksundur. Trump yönetimindeki ABD, gündemi belirleme ve uluslararası kuralları şekillendirme konusunda eşsiz bir nüfuza sahip olmaya devam edecektir. Washington, gelişmekte olan ülkelerin ABD tercihlerine meydan okumaya yönelik ciddi çabalarını bastırmak için ekonomik baskı, diplomatik izolasyon ve hatta askeri güç kullanma kapasitesini elinde tutuyor. Ancak Küresel Güney'in yükselen etkinliği ve halkları arasında genişleyen jeopolitik bilinç, küresel gücün dinamiklerini temelden değiştirmiştir. Trump ya da halefleri yönetimindeki ABD hükümeti, bir zamanlar kenarda kalmış ülkelerin artan siyasi önemini görmezden gelmekte giderek daha fazla zorlanacaktır. Trump'ın Amerikan hegemonyasını yeniden tesis etme çabası, hayal ettiğinden çok daha az uysal bir dünyayla karşılaşacaktır.
***
GÜNEY – GÜNEY İŞBİRLİĞİNİN İDEOLOJİK TEMELLERİ: BAĞLANTISIZLAR HAREKETİ VE KÜRESEL GÜNEY, Dr. Öğr. Üyesi Segâh TEKİN ve Melike Tuğba Dolu
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1716481