Modern Kapitalizmin Yeniden Feodalleşmesi
Yirmi Birinci Yüzyılda Feodalitenin Dönüşü Araştırmaları // Bölüm 1: Teorik Çerçeve ve Ana Hatlar, Vol.1
Orijinal Adı; ‘‘The Refeudalization of Modern Capitalism’’
Yazar: Sighard Neckel, University of Hamburg
Yayım Tarihi ve Mecrası: 26 Haziran 2019, Journal of Sociology, Vol 56:3
Yazı Dizisi Editörü, Çevirmen ve Kapak Resmi:
Redaktör:
Günümüzde gelir ve serveti belirleyen, performans ve rekabet gibi burjuva-kapitalist ilkeler değil, sosyal statü, ekonomik güç ve siyasi ayrıcalıklardır. İşbu koşullar bir araya geldiğinde, Thomas Piketty'nin (2013) yakın zamanda gösterdiği gibi1 günümüz modern toplumları bir kez daha 19. yüzyılın başlarını karakterize eden toplumsal eşitsizlik seviyelerini sergilemektedir. Bugün toplumsal elitler, tarihsel olarak emsali görülmemiş zenginlik seviyelerinin tadını çıkarırken alt tabakalar sadece yoksullaştırılmakla kalmıyor; aynı zamanda modern sözleşme ilişkilerinin temel standartlarını artık karşılamayan iş ilişkilerine giderek daha fazla maruz kalıyor.
Başlarken…
Birçok Batı toplumunda, güvencesiz sosyal gruplar yoksullaşma ve dışlanma yaşarken üst sınıflar için 'neo-feodal' ayrıcalıklar tesis eden bir sosyal dönüşüm yaşanmaktadır. Ancak yeni kutuplaşma biçimlerini açıklarken son araştırmalar, tüm modern statü rekabeti ve sosyal hareketlilik vaatlerinin aksine, sosyal eşitsizliğin mülk temelli bir konsolidasyonunun ortaya çıktığından bahsetmektedir.2 Ekonomik, siyasi ve sosyal kurumları önemli ölçüde dönüştüren finans piyasası kapitalizminin yükselişi, modern öncesi döneme özgü servet, gelir ve güç dağılımına ilişkin sosyal kalıpları, güncellenmiş bir biçimde de olsa ne yazık ki geri getirmiş görünmektedir.
Jürgen Habermas Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü adlı ünlü çalışmasında bir zamanlar modern kamusal alanın yapısal dönüşümünü ''yeniden derebeyleşme- refeudalizasyon'' terimini kullanarak incelemişti. Ekonomik tekellerin gelişimi sırasında burjuva öncesi iktidar biçimlerinin kamusal alana nasıl yeniden nüfuz ettiğini ele almaktaydı.
Ancak Habermas'ın 'refeudalizasyon' kavramına yeni bir boyut kazandıran şey, sosyal bilimlerin bugün yeniden kamusal alanın krizinden söz ediyor olması değildir. Aksine, günümüz toplumlarında pek çok alanda ekonominin neoliberal tarzda modernizasyonu sırasında, modern öncesi dönemdeki toplum yapılarının, hiyerarşiler ve iktidar mekanizmalarının yeniden oluşturulduğu bir toplumsal dönüşüm yaşanmaktadır.
Dönüşüm geçmiş toplumsal formların nüksetmesi olarak değil, eskiyi yeni olarak üreten ve böylece servet, onay ve güç dağılımında 'neo-feodal' modeller üreten toplumsal dönüşümlerin paradoksal bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Birazdan okuyacağınız bu makale, Habermas’ın ortaya attığı kavrama atıfta bulunarak toplumsal eşitsizliğin ve ekonomik alanın mevcut dönüşümlerini ‘modern kapitalizmin yeniden feodalleşmesi’ olarak incelemektedir. Analitik bir kavram olan 're-feodalizasyon', modern toplumsal düzenin sürekliliğinde bir kırılma olarak gerçekleşen modernleşmenin yer aldığı günümüzün paradoksal toplumsal dinamiğini tanımlar şekilde kullanılmaktadır.
Bir bütün olarak günümüz kapitalizminin toplumbilimsel incelemesi için 're-feodalizasyon' genelleştirildiğinde, modernleşmenin bir sonucu olarak yeniden modern öncesi toplumsal örüntülere yol açan paradoksal bir toplumsal dönüşüm de tanımlanmış olacaktır. Buradan hareketle 'yeniden feodalleşme' günümüz modern kapitalist toplumlarının gelişimini anlamak için anahtar bir kavram olarak sunulacaktır. Kapitalizmin dönüşümünün 'ilerici' ve 'gerici' biçimleri ikileminin, paradoksal toplumsal değişimin daha karmaşık modelleriyle tamamlanmasının gerekliliği gözler önüne serilecektir. Savım şu şekilde ilerleyecektir:
Öncelikle Habermas'ın re-feodalizasyon kavramının özgün araştırma alanındaki güncelliğini göstermek için kamusal alanın mevcut krizine ilişkin bazı yeni bulguları tartışacağım.
İkinci olarak yeniden feodalleşmenin sosyolojide analitik bir terim olarak, sadece kamusal alanın araştırılması için değil, günümüz kapitalizmindeki çeşitli toplumsal gelişmeler için de nasıl kullanılabileceğini göstereceğim.
Araştırmamın ampirik sahası olan toplumsal hiyerarşinin en tepesinde olduğu kadar toplumsal yapının en altında da modern öncesi toplumsal tabakalaşma türlerine yol açan günümüzdeki toplumsal eşitsizlik dönüşümlerine değineceğim.
Makalenin sonunda, genel olarak modern kapitalizmdeki toplumsal değişim biçimlerine ilişkin bazı temel çıkarımlar tartışılacaktır.
***
Kamusal Alanın İçinde Bulunduğu Kriz
Toplumbilimsel araştırmalarda bugün, kamusal alandaki mevcut gelişmelere olan ilgi artmıştır. Bu ilginin arka planında, neo-liberalizm ve internet çağında yaşanan dönüşümler bulunmaktadır. Kurt Imhof (2011, 2014), "kamusal alanın yeni krizleri" üzerine yaptığı çalışmalarında ya da Colin Crouch'un post-demokraside siyasi iletişimin bozulması üzerine yürüttüğü incelemelerde (2004-2015), büyük medya şirketlerinin 1980'lerden itibaren daha basit ve hedef odaklı iletişim biçimlerini benimseyerek ticari başarıya yöneldiğini ortaya koymaktadır.3
Çevrimiçi portalların hakimiyeti ve medyanın "öfke yönetimi"nin giderek sadeleşmesi, "daha düşük kaliteli içeriklerin" yayılmasına yol açmıştır.4 Toplum ile devlet arasında vatandaşların ortak meselelerini gündeme taşıma işlevi, giderek epizodik ve yüzeysel konuların, duygusal temsillerin ve kolay tüketilebilir unsurların etkisiyle zayıflamıştır.5 Bu vb. analizler, politik bir özne olarak yurttaşın artık dijital sosyal ağların "beğeni ekonomisi" ve internetin duygu odaklı iletişim kültürü yoluyla kendi dönüşümüne aktif olarak katılan bir tüketiciye dönüşmüş halde olduklarını bizlere göstermektedir. Ayrıca demokrasilerin bel bağladığı medyaların politik işlevlerinin gördüğü zararı da resmetmektedir.
Günümüzde medya ne yeni sorun tanımlamalarıyla kamusal iletişim sağlama işlevini yerine getirebilmekte ne de devletin kendini güçlendirmesine yönelik eğilimler üzerinde etkili bir kontrol uygulayabilmektedir.6 Sonuç olarak medya, kamuyu ilgilendiren konuların medyada yer almadığı post-demokrasinin temel dayanaklarından biri haline gelmektedir; tıpkı siyasi kararların fiilen siyasi olarak meşrulaştırılmış organlardan ekonomik olarak güçlü özel çıkar çevrelerine kayması gibi.7
Ve tam olarak medya iletişimindeki bu özelleşmenin ekonomik etkisiyle 'kamusal alanın yeni bir yapısal dönüşümü' söz konusu olmaktadır.
Kamusal alanın "yeniden yapısal dönüşümü"ne dair Habermas, kamusal alanı, devlet ile toplum arasında aracılık eden ve tüm vatandaşların genel ilgi ve siyasi yönetim meseleleri üzerine eşit şekilde katılabildiği bir sosyal ve politik alan olarak görmüştür.8 Bu bağlamda devlet otoritesi kamusal alanın bir parçası değil, aksine onun karşıtıdır. Ancak bu durum, "kamusal"ın iktidarın görünür temsili anlamına geldiği ve kamu otoritesinin mahkeme gibi alanlardan ayrılmadığı feodal sistemle keskin bir şekilde çelişmektedir. Örneğin feodal rejimlerde devlet bütçesi, toprak sahiplerinin özel mülkiyetinden ayrı tutulmamaktaydı.
Editör Notu:
Modern toplumlar, devlet bütçesinin halkın çıkarları doğrultusunda kamu hizmetlerine harcanması gereken bir kaynak olarak kabul edildiği dönemin ürünü iken Habermas, fiili hayatta kamu kaynaklarının giderek özel çıkar gruplarının eline geçmesinden hareket ederek modernite ve feodalite arasında ayrımın silikleşmeye başlamasını ilk farkedenlerdendir. Bu bağlamda Habermas'ın bu tespiti, feodal dönem ile modern rejimler arasındaki temel farklardan birini ortaya sererek "kamusal alanın refeodalizasyonu" argümanının bir parçasını oluşturmaktadır.9
Kamusal alan bu vb. sebeplerden ötürü başlangıçta monarkların kişisel gücüne sınırlar koyan bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Habermas’a göre, ekonomik hesaplara dayalı özel çıkarlar için bu alanın kullanımı 19. yüzyılda ticari baskının yükselişiyle başlamıştır.10 Bu süreçte, "kamusal" kavramı ticari tüketim kültürünün ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür.
Kişisel gücün kamusal temsili, ekonomik açıdan güçlü bireylerin kendi özel çıkarlarını genel çıkarlar gibi sundukları bir halkla ilişkiler biçimi olarak geri dönmüştür. Bunun sonucunda da Habermas'ın "kamusal alanın bir tür yeniden feodalizasyonu" olarak adlandırdığı modern bir devlet temsili formu ortaya çıkmıştır.11
Habermas, "yeniden feodalleşme-refeudalizasyon" terimini ortaya koyarak ve kamusal alanı ele alarak burjuva iletişim biçimlerinin geriye dönük bir dönüşümünün, bu alanların temel kurumlarında meydana gelen radikal değişimler yoluyla nasıl gerçekleştiğini göstermektedir. Onun analizi, ekonomik ticarileşmenin baskısı altında kalan ve siyasi meşruiyet sağlama ihtiyacı duyan toplumsal alanların özelleştirilmesine odaklanmaktadır.
Söz konusu yapısal değişim, burjuva kamusallığının bozulmasını içermektedir; bu kamusallık, ekonomik çıkar gruplarının ve etkili siyasi medyanın bir aracı haline gelmiştir. Sonuç olarak, burjuva toplumunun temelini oluşturan kamu işleri ile özel çıkarlar arasındaki ayrım ortadan kalkmaktadır. Bu, Crouch'un (2004) (Habermas’ın kavramı ortaya ilk atmasından on yıllar sonra) modern iş dünyası elitleriyle ilgili olarak tanımladığı biçimde, siyasi alanı ve devlet kurumlarını kâr odaklı şirketlerin modeline uyarlayan kalıcı bir dönüşüm olarak gerçekleşmektedir.
Bu tür süreçler, modern bir monarşik temsil biçimine - siyasi gücün teatral bir şekilde sergilenmesine doğru kaymasına12 - yol açmaktadır ki Habermas, siyaseten toplumların kendi kaderlerini tayin eden politik tartışmaları yürütebilmeleri açısından ‘ilkesel bağımsız alan’ olarak kamusallığın rolünün yozlaşması sebebiyle süreci 'refeudalizasyon' olarak tanımlamaktadır. Zira kamusallığın bu yol gösterici fikrinin kritik işlevi giderek zayıflamıştır. Ve sonuç ‘örgütlü çıkarlar çatışması'nın zaferi13; genel meseleler ile özel güç ve kâr arayışları arasında bir alan ayrımı iddiası üzerinde yaşanan bir çatışmadır. İşte tam da bu noktada; siyasetin ve kamusal alanın, burjuva öncesi dönemleri hatırlatacak şekilde bir kez daha özelleştirilmesi hususunda, Habermas ve Crouch'un analizleri birbirine yaklaşmaktadır.
Günümüz medya endüstrisi 1960'lardan oldukça farklı olmasına rağmen Habermas, kendisinden yaklaşık elli yıl sonra medya araştırmacılarının vardığı benzer sonuçlara daha o tarihlerde ulaşmıştır. Onun çalışmalarında kamusal alanın özelleştirilme sürecinin bir benzerini günümüz medya sistemindeki kriz teşhisinin merkezinde de görmekteyiz.
Bu bağlamda medyadaki "yeniden feodalleşme", ekonomik güce sahip bireylerin kamusal alan üzerindeki hakimiyetini kesintisiz bir şekilde sürdürme, özel çıkarların genelin üzerinde belirleyici olduğu bir süreçtir. Sonucunda ise devlet ve toplum arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tahayyül ile yorumlanan bir kamusal alan, modern öncesi sosyal düzenlere benzer bir yapıya gerisin geriye dönmektedir.
Habermas'a göre ekonomik tekellerin oluşumu, eski burjuva öncesi güç biçimlerinin kamusal alana geri dönmesine olanak tanımaktadır.14 Tıpkı günümüzde çevrimiçi medyanın özelleştirici dönüşümü vasıtası ile yeni ticari "İlgi Manzaraları (Attention Landscapes)”15 yaratılarak internet üzerinde genel konularla ilgili kamusal tartışmaların sınırlanıyor olması gibi.
Habermas’ın açınladığı şekliyle re-feodalizasyon terimi çevrimiçi iletişim modernitesine tam olarak uymasa bile öte yandan Google, Apple, Facebook ve Microsoft gibi büyük veri imparatorluklarının, internetin başlangıçta "modern" olarak tanımlanan dağınık ağ yapısını kendi özel dijital medya güçlerine dönüştürmeleri ‘Yeniden Feodalleşme’nin apaçık bir örneğidir. Örneğin, Facebook dünya genelinde 1,4 milyar kişi tarafından kullanılmaktadır ancak yalnızca tek bir sahibi vardır.16 (ÇN: Dar bir zümre tarafından kontrol edilmektedir.17)
***
Günümüz Toplumbilimi için Analitik Bir Terim Olarak Yeniden Feodalleşme
Kamusal alanın mevcut durumu sadece medya teorisinin ilgi alanına girmez. Kamusal alanın nasıl değiştiği aynı zamanda toplumsal dönüşümün genel bir semptomunu da temsil etmektedir. Habermas, kamusal alanın herhangi bir zamandaki durumunu “siyasi bir gösterge” olarak tanımlamıştır.18 Bu yüzden çağdaş demokrasilerin sorunları ve modern toplumsal yapıların çöküşü hiçbir yerde medyanın kamusal alanından daha bariz değildir. (Habermas, 2004). Dolayısıyla kamusal alanın güncel krizleri, bir bütün olarak toplumsal gelişimin mevcut sorunlarına dair bir uyarı işareti olması açısından da önemlidir.
Bu noktada benim temel savım, Habermas'ın ''refeodalizasyon'' kavramının yenilenip güncellenerek gündeme gelişinin, sadece sosyal bilimlerde ''kamusal alanın krizi''nden bahsetmenin tekrar olağan hale gelmesinin bir unsuru olmadığıdır. Bunun yerine toplumun birçok kesiminin, ekonomi ve toplumun neoliberal modernleşmesi sürecinde modern öncesi toplum yapılarını, hiyerarşileri ve iktidar yapılarını yeniden canlandıran bir dönüşümden geçtiğini göstermek istiyorum.19
Bu, daha önceki zamanlara bir geri dönüş değildir. Bunun yerine, 'eski'yi 'yeni' bir şey olarak üreten ve böylece servet, tanınma ve güç dağılımında 'neo-feodal' kalıplar üreten toplumsal dönüşümlerin paradoksal sonucudur.
‘Yeniden Feodalleşme’ analizinde toplumbilimsel zaman dilimleri iç içe geçmektedir. Kısacası 'Yeni' çizgisel modernleşme süreçlerinin bir sonucu değildir. Bunun yerine, ekonomik ve toplumsal yaşamdaki günümüz örgütsel biçimlerinin geleneksel düzen kalıplarını son derece modern biçimlerde yeniden icat etmesini sağlayarak eskinin yeni olarak ortaya çıkmasına olanak tanıyan bir toplumsal dönüşüm süreci bağlamında ortaya çıkar.
Habermas'ın kamusal alanın yapısal dönüşümüne ilişkin analizi, bu analitik model için örnek bir vaka çalışması sunmaktadır diyebiliriz. Habermas, medyanın kamusal alanını, kişisel gücün salt temsili olarak kamunun eski feodal yapısının ticari biçimde yeniden yükselmesini sağlayan bir fikir pazarı olarak tanımlamıştır.
Yeniden Feodalleşme, toplumsal değişimin aldığı bir biçim olarak ele alındığında, geçmişe dönüşten çok daha karmaşık bir süreçtir. Toplumsal dönüşümün bir modu olarak incelendiğinde ise Habermas'ın daha sonra İletişimsel Eylem Kuramı'nda20 "yaşam dünyasının kolonizasyonu" başlığı altında sunduğu tek yönlü dönüşüm modelinden çok daha kompleks bir karaktere sahiptir.
Habermas'ın modelinde toplumsal dönüşüm lineer bir nitelik taşır: Yaşam alanlarının rasyonalizasyonu, giderek daha fazla sosyal ilişkinin para veya bürokrasi ile metalaştırılmasına ve yönetim nesnelerine dönüştürülmesine yol açan bir boyuta ulaşır. Bu bağlamda, Re-feodalizasyonun dönüştürücü moduyla karşılaştırıldığında kolonizasyon tezi durdurulamaz bir rasyonalleşmeyi temsil eder; işbu süreç, modern sistem araçları olan para, piyasa, hukuk, ve bürokrasi aracılığıyla mevcut sosyal ilişkilerin işlevselliğe indirgenmesini ve ortak anlamlar dünyası ile sosyal uyum ve toplumsal entegrasyonu tehdit eden bir toplumsal krize evrilen patolojik bir "ilerlemeci modernleşme" halini alır.
Gelgelelim re-feodalizasyonun analitik modeli, bu tür kriz fenomenlerinin lineer bir artışını iddia etmek zorunda değildir ve bunları modern araçsal rasyonalitelerin patolojilerine dayandırmaz. Örneğin, sosyal kriz fenomenlerinin kaynağı modern piyasanın anonim fakat sistemik zorunlulukları değil, zümre temelli ayrıcalıklara sahip dominant ekonomik grupların iktidar fırsatları gayet tabi olabilir.
Habermas'ın kamusal alanın re-feodalizasyonuna dair örnek analizleri, bir nevi eleştirilen yapısal dönüşümün kökenleri burjuva öncesi toplumsal tarihe uzanan sosyal yapıların yeniden tesis edildiği paradoksal bir modernleşme sürecinin sonucu olduğunu da gösterir. Ancak günümüze dek sosyal teorideki hakim değişim modelleri, modernleşme kuramındaki "ilerlemeci" varsayımları21, Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisi22 gibi yaklaşımların "gerilemeci" toplumsal çöküş süreçleriyle karşıtlık içinde ele alır.
Bu ikiliği aşmak adına, kapitalizmdeki "ilerlemeci" ve "gerilemeci" değişimlerin yerini paradoksal toplumsal dönüşüm modellerinin alması gerektiğini savunuyorum.
Kapitalist modernleşmenin ‘Yeniden Feodalleşme’ şekline bürünmesi, bir nesneyi geriye doğru hareket ettirerek ileriye taşıyan geri vitesteki bir şanzıman gibi bir karşı hareket sürecine dayanır.
O halde "re-feodalizasyon", modern kapitalizmin merkezinde yer alan ve geçmişe saf bir dönüşü değil, burjuva toplum düzeninin temel kurgusunun (fırsat eşitliği, gelir güvencesi vb.) reddine dayanan paradoksal bir modernleşme dinamiği olarak ‘Yeniden Feodalleşmeyi’ ifade eder.
***
'Vertigo etkisi': Beşeri Değişimde Paradoksal Karşı Hareketler
Sinemada bu tür bir karşı hareket 'dolly zoom' ya da 'Vertigo etkisi' olarak bilinir; zira bu etki ilk olarak Alfred Hitchcock tarafından 1950 yapımı Vertigo filminde kullanılmıştır. 'Vertigo etkisi', kamerayı fiziksel olarak bir nesneye doğru hareket ettirirken aynı anda ondan uzaklaşarak ve görüntü karesini sabit tutarak üretilir. Bu sayede izleyicinin çerçevenin içine çekilmesi gibi güçlü bir görsel çekim etkisi yaratılır ve Hitchcock bunu başrol oyuncusu James Stewart'ın yükseklik korkusunun sinematik bir ifadesi olarak kullanmıştır.
Vertigo, 1958. Yönetmen: Alfred Hitchcock, Görüntü Yönetmeni: Robert Burks
Yeniden Feodalleşme konusunda beni ilgilendiren, toplumsal değişimin 'Vertigo etkisi'dir. Öyle ki yeniden feodalleşmenin günümüzde modern kapitalist toplumların gelişimsel dinamiğini anlamak için kilit bir kavram olduğunu öne sürmekteyim. Kapitalist modernitenin 'yeniden feodalleşmesi'ne ilişkin analitik bakış, ister medya gücünün özelleştirilmesi yoluyla kamusal alanın aşınması isterse günümüz kapitalizminin diğer işlevsel alanlarındaki özünde çelişkili dönüşüm süreçleri olsun, bir bütün olarak toplumsal değişimin incelenmesi için öğreticidir.
Yeniden feodalleşme süreçleri, mevcut toplumsal düzenin çeşitli boyutlarında meydana geliyor olarak görülebilir, özellikle ekonomik süreçlerin organizasyonundan ve iş adamı olmaktan ziyade rantiyeci olarak faaliyet gösteren finansal piyasalardaki ekonomik liderlik gruplarının sahip olduğu statüden, kamusal sosyal politikayı hayırsever vakıflar olarak yeniden özelleştiren ve sosyal refah taleplerini özel hayır kurumlarına bağımlılığa dönüştüren refah devletinin yeniden feodalleşmesine kadar.23
En önemlisi ise son yirmi yılda toplumsal eşitsizlikte meydana gelen, ölçülemez seviyelerdeki kutuplaşmalar ve toplumsal statülerin parçalanmasını içeren dönüşümlerdir. Bir başka deyişle, son yirmi yılda çok sayıda kapitalist ülke, toplumsal eşitsizlikte açıkça yeniden feodalleşme belirtileri gösteren gelişmeler yaşamıştır. Bu gelişmenin karakteristik özellikleri, toplumun zirvesindekilere yönelik son derece tek taraflı ayrıcalıklı muameledir.
***
Tabandaki Sosyal Eşitsizlik: Hür Olmayan İşgücünün Geriye Dönüşü
Günümüzün iş örgütlenmesi yapıları genellikle küresel ölçekte 'kanun önünde eşitlik' normlarından ayrışmış durumdadır. Bu durum, örneğin ev hizmetleri işkolunda ulus-aşırı kitlesel bir fenomendir. Bu çerçevede, büyük kentlerde ev hizmetlisi olarak istihdam edilen çoğunlukla kadın işçilerin oluşturduğu göç dalgaları üzerine yapılan araştırmalarda, göçmen hizmetçi ve dadılar tarafından yapılan ev işlerinin, eski ev hizmetlileri düzenine geri dönüş ve ev içi çalışma koşullarının feodalleşmesi anlamına gelip gelmediği üzerine bir tartışma gelişmiştir. 24
Fenomenin çekilen fotoğrafı, ev hizmetleri için küresel piyasalarda iş arayan genç kadınların kamusal ve özel alanlar, işyeri ve ev arasındaki modern burjuva tipi ayrımı ile bir maaşın ödenmesi ve kişisel kabul edilebilecek bir ikramiyenin sunulması, verilmesi arasındaki farkları geçersiz kılan modern öncesi bağımlı ilişkilere hapsolmakta olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda söz konusu kadınların çalıştıkları ülkelerde halihazırda yasadışı olarak yaşamadıkları varsayıldığında, ikamet hakları son derece sınırlıdır. Bu nedenle yaptıkları işler çoğu zaman işverenlerinin şahsi mülkiyetinde ve kadınların hareket özgürlükleri üzerinde herhangi bir kontrolü olmaksızın yaşadıkları hanelerde fark edilmeden gerçekleştirilmektedir.
Kadınların daha zengin ülkelerde bakım ve ev işleri yapmak üzere kendi yoksul ülkelerinden ayrıldıkları 'küresel hizmet zincirleri' olarak adlandırılan devasa büyüklükteki bir küresel işgücü segmenti, işveren-çalışan ilişkilerini, modern toplumun hakların dağıtımı konusundaki tüm tarihsel ilerlemelerinin gerisine düşüren ve kadınları neo-feodal tahakküm ve bağımlılık ilişkilerine zorlayan kişisel bağımlılık ilişkilerine dönüştürmüştür.
Özgür olmayan emeğin ileri derecedeki örneklerine, özellikle Asya, Afrika ve bazı Latin Amerika ülkelerinden gelen geniş endüstriyel göçmen işçi ordusunda rastlanmaktadır. Çin'de göçmen işçiler yeni mega kentleri inşa ediyor; Arap Emirlikleri'nde pasaportsuz işçiler olarak inşaat alanlarında çalışıyorlar; Özbekistan'da oligarkların zenginleşmesi için pamuk tarlalarında devlet eliyle organize edilip zorla çalıştırılmaktalar ve Hindistan'da tahminen 20 milyon insan kişisel borç esareti altında yaşıyor.25 Bu günümüz iş köleliği biçimlerinin, örneğin Sudan ve Moritanya gibi Afrika ülkelerindeki etnik kölelik gibi eski ırkçı güç yapılarına dayandığı da bir hakikattir.26
Walk Free Foundation ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gibi insan hakları örgütlerinden uzmanlar, iş köleliğinin bir kez daha yükselişte olduğu ve küreselleşmenin modern çağında daha önce duyulmamış boyutlara ulaştığı konusunda hemfikirler. 2014 itibariyle 30 ila 35 milyon insanın köleliğe benzeyen şiddete dayalı hukuksuz koşullar altında yaşadığını tahmin eden sosyal bilim araştırmaları söz konusuyken27 ILO aynı yıl dünya çapında 21 milyon insanın zorla çalıştırılmanın mağduru olduğunu tahmin ediyor - ancak gerçek sayının çok daha yüksek olduğundan şüpheleniyordu çünkü bu durum yılda yaklaşık 150 milyar dolar kâr sağlıyordu.28
Bu tahminlerden hareket ettiğimizde 21. yüzyılda dünyada zorla çalıştırılan işçi sayısının insanlık tarihinin herhangi bir döneminden daha fazla olacağı su götürmez. Küreselleşmeye ek olarak bu olgunun altında yatan nedenlerden birisi de özgür olmayan emeğin maliyetinde tarihsel olarak benzersiz bir azalmaya yol açan nüfus artışıdır. Dahası, dünya çapındaki göç akışları ekonomik olarak sömürü zincirini beslemektedir. Bu akışlar genellikle yasadışı koşullar altında gerçekleşir ve bu nedenle göçmenler büyük ölçüde korumasızdırlar. İşçilerin salt materyal olarak sömürülmesi ve bedensel sermayenin acımasızca kötüye kullanılması, küreselleşmenin merkezlerinde bile hiç yabancı kalınacak hususlar değildir.
Zorla çalıştırma ve insan ticareti, emeğin aşırı sömürü biçimleri ve ayrıca bir işçi olarak 'kendini rehin verme' gibi modern borç esareti biçimleri bugün Batı ülkelerinde mevcuttur.29 Et ve gıda endüstrilerinde, kömür madenlerinde, inşaat sektöründe, evde bakımda, düşük vasıflı hizmetlerde ve tarım sektöründe, Batılı firmaların ve taşeronların himayesi altında işgücü piyasasına girmek tüm modern ve yasal hürriyet standartlarına aykırı olan hukuksuzluk ve kişisel kontrol biçimlerine dayanır durumdadır ve bu olgu artık iş ilişkilerinde gittikçe yerleşik hale gelmektedir.
Özellikle küresel olarak genişleyen düşük vasıflı hizmet sektöründe mevcut hizmet proletaryası, bir alt sınıfa dönüşmüştür ve bu durum, kazançların artık geçimlik bir ücret sağlamadığı, sözleşmeye dayalı bağımlılık ilişkileri yerine kişisel bağımlılık ilişkilerinin var olduğu ve çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik veya vasıf kazanma olasılığı olmadan ve mesleki ilerleme beklentisi olmadan kendilerini işe aldıkları modern çalışma toplumunun yeni çöplüğü haline gelmektedir.
Günümüzdeki çalışma ilişkileri, bu son derece güvencesiz çalışma hayatlarının tamamen umutsuzluğunu tanımlamak için ilgili araştırmaların “piyasa ile ilişkili statü kaderciliği” olarak adlandırdığı olguyla işaretleniyor.30
Tarihsel açıdan bakıldığında, kişinin görünüşte değiştirilemez olan toplumsal konumuna yönelik kaderci bir tutum, kurumsal yoksulluğa dayalı bir toplumsal düzenin ayırt edici özelliğidir. Bu statü kaderciliğinin modern bir piyasa toplumunda karşılaşılması, çalışma hayatının yeniden feodalleşmesinin açık bir işaretidir. Sonuçta işçileri sanayi öncesi dönemden kalma düşük statülü toplumsal tabakaların varoluş biçimlerine geri iten, işin ulus ötesi metalaşmasına yönelik modern eğilimlerdir.
Bu anlamda özgür olmayan emek “modern öncesi feodal dönemin kalıntıları olarak” değil, bizzat “kapitalizmin yayılımının göstergeleri’” olarak algılanmalı31 ve ‘yeniden feodalleşme’ olarak yorumlanmalıdır.
***
Zirvedeki Eşitsizlik: Süper Zenginlerin Yeni Oligarşileri
Özgür olmayan emeğe dönüş ve kurumsal güvence altına alınmış iş güvencesizliği, toplumsal hiyerarşinin en altında yaşanan yeniden feodalleşmenin en karanlık yüzünü temsil ediyor. Buna tezat olarak, günümüzün ekonomik üst sınıflarının yeniden feodalleşmesi ise sözleşmeye dayalı eşitliğin ve sosyal güvencenin ötesine geçen emek sömürüsünde gözlemlenenlerden hiç de daha az burjuva karşıtı olmayan biçimler yer alıyor.
Toplumların kaymak tabakası artık kişisel servetin tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçüde artmasıyla beslenen yeni bir oligarşik zenginler zümresinden oluşuyor. Bu eşi görülmemiş refah; performans, rekabet ve piyasa başarıları gibi modern ekonomik ilkelerin bir işlevi değil -ki bu burjuva-kapitalist bir toplum düzeninin öz-anlayışına fiilen daha uygun olurdu- kökenleri kapitalizm öncesi zamanlara dayanan ayrıcalıkları güvence altına alma stratejilerinin bir sonucudur.
Yönetim sektöründeki gelirlerin gelişimini örnek olarak ele alalım: 1960'ların ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nde bile CEO'ların gelirlerinin şirketlerindeki işçilerin ortalama maaşlarına oranı yirmiye birdi. 2012 yılına gelindiğinde ise yine Amerika Birleşik Devletleri'nde CEO maaş oranı ortalama maaşın 273 katına yükselmiştir.32
Kendilerini hala 'sosyal piyasa ekonomileri' olarak gören Avrupa ülkelerinde de benzer bir gelişme yaşanmıştır. Nitekim, 1989 yılında Almanya'da borsaya kayıtlı en büyük 30 şirketin yöneticileri, o dönemde ortalama bir çalışanın gelirinin yirmi katı olan ortalama 500.000 Deutche Mark yıllık maaş alıyordu. 2010 yılında yönetim kurulu üyelerinin maaşları yıllık 6 milyon Euro'ya yükseldi ve bu da ortalama gelire oranla iki yüz katlık bir artışı temsil ediyordu.33
Bu muazzam kazançların nedenlerini araştırdığımızda ise üst yönetimin kazançlarındaki bu artışı açıklayabilecek tek bir ekonomik faktör olmadığını göreceğiz:
Örneğin, performanslarındaki çarpıcı biçimde artan farklılıklar veya üretkenliklerinde ani bir yükseliş söz konusu değil, yüksek gelirler, 'performansa göre ücretlendirme'ye dayanmamaktadır. Daha ziyade anonim şirketlerin yönetim ve denetim kurullarının, herhangi bir üst düzey yöneticinin kendi performansıyla katkıda bulunabileceğinden çok daha fazla geliri şirketlerinden elde etme kabiliyetinin artışını bizlere göstermektedir.
Ekonomik olarak bakıldığında bu tür bir kârı en üst düzeye çıkarma çabası, piyasa işleyişinin rayından çıkmasına neden olur. Çünkü piyasada yapılan her işlem, yatırılan paranın kâra dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda belirsizliği doğası gereği içinde barındırır. Özellikle de rekabet, her ne kadar piyasaların vazgeçilmez bir unsuru olsa da beklenen gelirleri sekteye uğratarak kâr beklentilerini suya düşürebilir. Bu yüzden en avantajlı yol her zaman için, gelirleri rekabetten bağımsız bir şekilde güvence altına almaktır.34
Ne var ki piyasa güçlerine maruz kalmadan kişisel kazanç elde etme fırsatları, toplum içinde son derece adaletsiz bir şekilde dağılmış haldedir. Üst sınıflara kabul edilmişlik, piyasa güçlerinden sıyrılmak ve kişinin gelirlerini performans ve rekabet baskılarından bağımsız olarak azami seviyeye çıkarması için sayısız fırsat sunar:
Ayrıcalıklı grupların yönetim kurullarında, denetim kurullarında ve diğer ekonomik yönetim organlarındaki statü konumları, ister doğrudan ödemeler, ister ek menfaatler, ister garantili ikramiyeler veya sosyal haklar biçiminde olsun, karşılıklı olarak birbirlerine ayrıcalıklar tanıma imkânı sağlar.
Merton'ın (1968) klasik analizinden farklı olarak tekil aktörlere değil, kapalı grupların tamamına, yani ekonomik liderlik öbeklerine35 yarar sağlayan, 'Matta etkisi'36 modeline dayalı bir kümülatif fayda ödül sistemi gelişmiş haldedir. Bu gruplar, kendi referans sistemleri içinde ayrıcalıkların alınıp satıldığı bir tür 'statü piyasası' yaratırlar.37 Statü piyasalarının alamet-i farikası ise değerlerin sıralamasının 'kalite' gibi standartlar tarafından değil, piyasa aktörlerinin oluşturduğu sosyal yapılar tarafından belirlenmesidir. Dolayısıyla bir aktörün statü piyasasında ne alacağı veya ne sunması gerektiği, statü sisteminde işgal ettiği konuma bağlıdır.
Yüksek statülü aktörler, birbirlerini en üst düzeydeki mali konumlarına göre tanımlayabildiklerinde pazarlığını yaptıkları mali faydanın değeri, herhangi bir performans ölçütünden zaten bağımsızlaşır. Böylelikle statü piyasasındaki aktörler, bu tür performans standartlarına kulak asmaz hale gelebilirler. Artık onları asıl ilgilendiren, yüksekliği sayesinde çeşitli faydalar sağlayabilecekleri, sağlamlaştırabilecekleri veya tehlikeye atabilecekleri sosyal konumlarıdır.
Ekonomik üst sınıfın statü piyasası, ekonomik mantığın hiçbir zaman derinden etkilendiği sosyal ilişkiler mantığından bağımsız var olamayacağının tekil bir örneğidir. Bu nedenle kümülatif faydalardan oluşan ödül sisteminden en üst düzey yöneticilere kadar, Pierre Bourdieu'nun (1977) ilk olarak Cezayir'deki Kabile halkında gözlemlediği 'sembolik onur ekonomisi'nin38 üst sınıfa uyarlanmış bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkündür. Üst düzey yöneticilerin statü piyasası, sembolik malların ekonomisi işlevini de görür, zira burada alınıp satılan parasal değerler, her şeyden önce ekonomik güç yapılanmasındaki bir rütbenin göstergeleridir. Takdir, nakit para biçiminde de kabul görür ve bu meblağlar başlı başına önemli statü sembolleridir.
Sonuç olarak ekonomik elitlerin statü piyasalarında başarının ana belirleyicisi piyasada oluşan talep değil, ayrıcalıklı grubun, şirketlerin ve çevre ekonominin zararına olacak şekilde birbirlerine karşılıklı avantajlar sağlamasını mümkün kılan sosyal konumlarıdır. Bu tür stratejiler, üyeleri birbirine oldukça benzeyen ve yönetim ve denetim kurullarındaki hiyerarşik konumlarını kendi zenginleşmeleri için fırsat yapılarına dönüştürmelerini sağlayan kapalı bir grubun sosyal yapısı sayesinde mümkün hale gelir.
Bu tür bir ekonomik gücün kullanımına hükmeden kurallar genellikle 'rant kollama'39 veya 'rant elde etme'40 olarak bilinir; çünkü burada mesele, şirketlerden karşılığında herhangi bir katkı sunmadan yüksek gelirler yani rantlar elde etmektir. Bu şekilde hak sahiplerine rekabetin kapsamını kısıtlayan ya da tamamen geçersiz kılan özel bir hak tanınmakta ve tam da bu durum sayesinde 'kazanan her şeyi alır ilkesine' dayalı olarak gelirin yeniden dağıtılmasına imkân tanınmaktadır.41
Şirketlerden ayrıcalıklı menfaatler şeklinde elde edilen rantiyeler ve ödemeler, toplumun zirvesindeki servette benzersiz bir artışa yol açtı ve bu da bir bütün olarak toplumsal eşitsizliğin yapısını değiştiriyor.
Stanford Üniversitesi'nden Amerikalı sosyal bilimci David Grusky de farklı sınıfların rantlara erişimindeki adaletsizliğin, son otuz yılda toplumsal eşitsizliğin sert bir şekilde derinleşmesinde belirleyici faktör olarak görmektedir.42 Alt kesimler arasında asgari ücretlerin ekonomik olarak değersizleştirilmesi şeklinde bir rant yıkım politikası uygulanırken buna karşın toplumun zirvesinde, özellikle üst yönetime yönelik aşırı kazanç garantileri şeklinde rant yaratma stratejileri, kalıcı bir başarı elde etti.
Neoliberalizm nasıl alt gelir grupları arasında garantili hakların aşınmasına yol açtıysa toplumsal hiyerarşinin en tepesinde de bu tür Feodal statüler devasa ölçekte yaratıldı.
Almanya gibi Avrupa toplumları açısından bu gelişme, farklı sınıfları tamamen farklı şekillerde etkileyen 'asimetrik piyasalaşma' olarak da tanımlanabilir. Alt tabakalar, özgür olmayan emeğe dönüşe kadar uzanan kuralsızlaştırılmış işgücü piyasalarına maruz kalırken en üst gelir grupları için tam da piyasa süreçlerini ve rekabeti devre dışı bırakma yoluyla azami gelire yönelik garantili haklar tesis eden çok sayıda kurum oluşturuldu. Karşılığında hiçbir katkı sağlamadan rant elde edebilme ayrıcalığı ise -ki bu rantların muazzam meblağları, ekonomik çevrenin sömürülmesine ve fırsat yapılarından avantaj elde edilmesine dayanır- şu anda bir tür feodal kapitalizme ve uluslararası eşitsizlik araştırmalarında bilindiği üzere yeni bir 'yaldızlı çağ'a yol açan tek faktör değildir.43
Yeniden feodalleşmede rol oynayan ve aynı zamanda kurumsal ayrıcalıklandırmanın tarihsel cephanesine uygun olan diğer faktörler doğrudan siyasi niteliktedir.
Başta finansal piyasalardan elde ettiği devasa gelirleriyle küresel bir zengin sınıfa tanınan eşi benzeri görülmemiş ayrıcalıklı muameleler ve fırsatlar, zenginlere yönelik bir tür resmî hediye ekonomisinin sonucudur.44
Çoğu Batı ülkesinde son yirmi yıldaki sermaye kazançları, miraslar ve yüksek gelirler üzerindeki devasa vergi indirimleri şeklinde milyarlarca avroluk hediyeler söz konusudur. Zenginler ile kontrol ettikleri şirketler ve bankalar için uygulanan neoliberal vergi indirimi politikasının temelinde, zengin nüfus gruplarının ekonomik güçleri sayesinde parasal çıkarlarına yönelik müdahalelere karşı fiili bir veto koyma konusunda siyasi olarak başarılı oldukları gerçeği yatmaktadır.
Amerikalı siyaset bilimci Jeffrey Winters (2011), bu 'serveti savunma politikası'nın başarısını, zenginler ve süper zenginler tarafından inşa edilen bir 'gelir savunma endüstrisi'ne dayandırıyor.45 Varlıklı kesimlerin elde ettiği muazzam finansal imkânlar sayesinde vergi uzmanları, ekonomi danışmanları, avukatlar, medya kampanyaları için lobiciler, düşünce kuruluşları ve parti gruplarından oluşan devasa denilebilecek ordular, servetin savunulması için siyasi güvenceler sunmak üzere seferber edildi. Winters, ayrıca siyasi gücün dağılımının 'kazanan her şeyi alır' ekonomisine göre büyüdüğünün bir kanıtı olarak da görüyor, öyle ki en zengin kesimler, tüm ortalama vatandaşların toplamından daha güçlü hale geliyorlar.
Her bir servet sınıfı için nüfusun siyasi etki şansını ölçmek amacıyla Winters (2011) bir “maddi güç endeksi” geliştirmiştir.46 Net serveti ölçen “maddi güç endeksi”, en zengin Amerikalıların %1'inin - yaklaşık 3 milyon kişi - yurttaşlarının ortalamasından yüz kat daha güçlü olduğu siyasi etki şansına ilişkin bir tablo ortaya koymaktadır.47 Ancak en büyük farklar, sadece toplam servetin en yüksek yüzdelik dilimine sahip olan %0.1'lik kesim ele alındığında ortaya çıkmaktadır. Yalnızca bu 400 kişinin her biri, (2011’den itibaren) geri kalan 317 milyon ABD'linin ortalamasından yaklaşık 22.000 kat daha güçlüdür.
Bu tablo -Winters'a göre- belki de Roma İmparatorluğu'nda bir senatör ile bir köle arasındaki güç farkı kadar büyük bir farkı göstermektedir.
Gayet net görülüyor ki sosyolojik olarak bu tür bir ayrıcalığın örgütsel biçimini en iyi hangi kavramın kavrayacağı sorusu karşımızdadır:
Jeffrey Winters ya da Wolfgang Streeck (2014) gibi akademisyenler burada yeni bir 'oligarşi'nin gelişiminden söz etmekten çekinmemekte ve böylece 1990'dan beri esas olarak Rusya, Ukrayna, Singapur ya da Çin'deki siyasi sahnelerin arkasındaki zengin nüfuz sahipleri için kullanılan bir kategoriyi Batılı toplumlar için de benimsemektedirler.48 İşbu ülkelerin otoriter siyasi sistemleri ekonomik çıkarlar için tek bir siyasi referans noktası sunuyorsa Batı'daki oligarşiler de demokrasi ve oligarşinin bir siyasi sistemde çıkar kaynaklarının iki çelişkili biçimi olarak nasıl bir arada var olabileceğinin işareti olarak görülebilir.
Bu konudaki yeni araştırmalar, bugün Batı kapitalizmi altında, geçmişin savaşçı, lord ya da sultan oligarşilerinden farklı olarak doğrudan kendileri yönetmeyen, daha ziyade devlet ve hukukun üstünlüğü tarafından desteklenen ve bu sayede servetleri ve çıkarları lehine muazzam bir güç kullanan 'sivil oligarşi' ile nasıl başa çıktığımızdan bahsetmektedir. Modern demokrasilerde, oligarkların güçlü ortak ekonomik çıkarlara sahip oldukları görülebilir; bu çıkarlar, zenginliklerinin savunulması ortak zorunluluğu için onları birbirine bağlamak üzere siyasi tercihlerinin her biriyle tam olarak uyuşmak zorunda değildir. Buna ek olarak doğrudan siyasi angajmanlardan kaçınmalarına rağmen muazzam mali güçleri sayesinde devlet ve toplum, onların ekonomik tercihlerinin çoğuna bağımlı kaldığı için son derece etkili bir siyasi konuma sahiptirler.
Böylece sivil oligarklar demokratik kurumlar ile ayrıcalıklı ekonomik çıkarlar arasındaki güç dengesini kesin olarak kendi lehlerine değiştirmektedirler.
***
Günümüz Toplumunda Yeniden Feodalleşme
Gelir ve serveti belirleyen, performans ve rekabet gibi burjuva-kapitalist ilkeler değil; sosyal statü, ekonomik güç ve siyasi ayrıcalıklardır. Bu koşullar bir araya geldiğinde Thomas Piketty'nin (2013) yakın zamanda gösterdiği gibi günümüz modern toplumları bir kez daha 19. yüzyılın başlarını karakterize eden toplumsal eşitsizlik seviyelerini sergilemektedir. O dönemde nüfusun en üst dilimi toplam varlıkların yaklaşık %80-90'ını kontrol ederken savaş sonrası refah devleti döneminin kurallı kapitalizminin bu oranı %45 ila 55 arasına düşürmesinin ardından bugün Almanya gibi toplumlarda bile bu oran yaklaşık %70-75'tir.49
Buradan hareketle Almanya gibi bir ülkede Gini katsayısı 2012'de 0,78'e ulaşmış olup bu değerin karşılaştırılabilir ülkeler arasında sadece 0,87 ile ABD tarafından aşıldığı iddia edilmektedir.50
Editör Şerhi:
Gini katsayısı, bir toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliğini ölçmek için kullanılan istatistiksel bir ölçüttür. İtalyan istatistikçi Corrado Gini tarafından 1912 yılında geliştirilmiştir. Gini katsayısı, 0 ile 1 arasında bir değer alır. Değer 1'e yaklaştıkça, gelir dağılımındaki eşitsizlik artmakta, Değer 0'a yaklaştıkça, gelir dağılımındaki eşitsizlik azalmaktadır.
Almanya’nın gelir eşitsizliği ve Gini katsayısı hakkında ciddi miktarda spekülasyon son on sene boyunca yapılmıştır. Öncelikle Avrupa Birliği genelinde Gini katsayısının 2011-2023 yılları arasındaki değişimi şu şekildedir:
Almanya özelinde ise 2005-2022 yılları arasında Gini katsayısının değişim eğrisi şu şekildedir:
Kaynak: https://www.statista.com/statistics/872522/gini-index-score-of-germany/
Özetleyecek olursak artık sermayenin yeni bir oligarşik zengin sınıfın elinde aşırı yoğunlaşmasına dayanan 'patrimonyal kapitalizmin' geri dönüşünden bahsedilmektedir.51 Günümüz patrimonyal toplumunda, miras yoluyla ve evliliklerle zenginleşmenin52 bir kez daha önemli bir rol oynadığı ve büyük servet sahiplerinin eğitim, çalışma ve performans yoluyla asla elde edilemeyecek gelirlere sahip olduğu hanedan tipi ekonomik güç yapıları söz konusudur.53
***
Sonuç Yerine…
Uzun dönemli tarihsel perspektiften halihazırda mevcut toplumsal değişimin paradoksal yönlerinden birisi olarak kapitalist piyasa ve rekabet yoluyla refah ve nüfuz elde eden ekonomik burjuvazi incelendiğinde, söz konusu en zengin kesiminin günümüzde artık bir zamanların aristokrat üst sınıfın yaptığı gibi, konumunu rant temelli ve kalıtsal hanedan gücüne benzer şekilde hatta aynı araçlarla servetini güvence altına almaya çalıştığı görülmektedir. İşbu tarihsel ortaklık, büyük sermaye sahipleri, finansal piyasalardaki zengin yatırımcılar ve üst yönetimler ile birlikte kapalı ve korporatif ayrıcalıklı bir sınıfı temsil etmektedir. İşte bu zümreleşme, küreselleşmenin ve finansal kapitalizmin ekonomik süreçlerindeki hakim konumlarını, modern kapitalizmin yeniden feodalleşmesine ve dolayısıyla karşıt-hareketin paradoksal bir toplumsal gelişimine, yani ‘politik-ekonomik Vertigo etkisi’ne borçludur.
Mevzubahis neo-feodal ekonomik konum, aynı zamanda, günümüz post-demokrasilerinde bu sınıfın giderek artan siyasi gücüyle de yakından ilişkilidir. Öyle ki üst sınıflar bu siyasi gücü belirgin bir şekilde kendi ekonomik çıkarlarını korumak için kullanmaktadır. Ekonomik ve politik gücün, yeni zenginlik oligarşisinin elinde bu şekilde birleşmesi, siyaset ve piyasa ya da hukuk ve ekonomi alanları arasında çok az ayrımın olduğu, modern öncesi bir toplumsal sınıf oluşumunu adeta yeniden canlandırmaktadır.
Habermas'ın kamusal alanın yapısal dönüşümü üzerine yaptığı çalışmanın önemi burada bir kez daha ortaya çıkıyor: Kamusal alanın yeniden feodalleşmesine atıfta bulunarak, kapitalizmin modernleşme süreci içerisinde kökenine borçlu olduğu burjuva karakterini ve dolayısıyla onu tarihsel olarak yeni bir şey olarak ayıran normatif özellikleri nasıl kaybedebileceğini göstermiştir.
Bir yandan Habermas'ın elli yıldan uzun bir süre önce ele aldığı kamusal alanı ilgilendirirken öte yandan genel olarak toplumsal değişimin bir paradigması olarak anlaşıldığında modern kapitalizmin yeniden feodalleşmesi teorisi, çağdaş toplumun diğer önemli alanlarına da ışık tutar. Hem emeğin mevcut yoksullaşmasını hem de aşırı sömürü biçimlerinin geri dönüşünü, ayrıca yeni zenginlik oligarşilerinin ortaya çıkışını ve hanedan gücünün büyümesini, bu sert toplumsal değişim biçimlerini yeniden feodalleşme teorisi açısından analiz edersek daha iyi anlayabiliriz.
Yeniden feodalleşme süreçleri, modern kapitalizmin önceki normatif temellerinden ne ölçüde koptuğunu belgelemek için de kullanılabilir. Görünüşe göre günümüz Batı toplumu, kapitalizm ile burjuva toplumu arasındaki tarihsel bağın sonuna tanıklık ediyor, öyle ki kapitalizm ve burjuva toplumu artık birbirini belirlemiyor ve paradoksal bir sonuç olarak burjuva yapıları olmayan modern bir kapitalizm ortaya çıkıyor. Muhtemelen, 21. yüzyılda kapitalizmin muzaffer yürüyüşü için kültürel bir ön koşul da burjuva yapılarının işbu eksikliği olacaktır.
***
Yazar Hakkında
Sighard Neckel, ekonomik sosyoloji, duygular sosyolojisi, başarı ve rekabet sosyolojisi ile sosyal eşitsizlik gibi alanlara odaklanan, özellikle finansal piyasaların, kapitalizmin ve ekonomik seçkinlerin sosyolojisi üzerine çalışmalar yapan Hamburg üniversitesinde görevli bir Alman toplumbilimcidir. Profesör Neckel son görev yeri olan Hamburg Üniversitesi'ndeki görevine başlamadan önce Almanya'da Frankfurt ve Giessen üniversitelerinde ve Avusturya'da Viyana Üniversitesi'nde profesörlük yapmıştır. ABD, Avustralya, Güney Kore ve İsviçre'de misafir profesör olarak bulunmuştur ve halen Alman Araştırma Vakfı'nın 'Sosyal Bilimler' İnceleme Kurulu üyesidir.
Yeniden feodalleşme teorisi çerçevesinde, günümüz toplumlarında artan eşitsizliği ve bunun toplumsal sonuçlarını analiz eden Neckel, sağ popülizm ve aşırı sağ hareketlerin yükselişi üzerine de çalışmalar yapmıştır. Okumuş olduğunuz ‘Modern Kapitalizmin Yeniden Feodalleşmesi" gibi önemli eserlere imza atan Neckel'in çalışmaları, günümüz toplumlarında yaşanan ekonomik, siyasi ve kültürel değişimleri anlamak için önemli bir katkı sağlamakta; artan eşitsizliği, ekonomik ve siyasi gücün belirli ellerde yoğunlaşmasını ve demokrasinin karşılaştığı zorlukları açıklamak için güçlü bir çerçeve sunmaktadır.
Dorling, D. (2014) Inequality and the 1%. London: Verso. // Piketty, T. (2013) Le Capital au XXIe siècle. Paris: Seuil. // Sayer, A. (2015) Why We Can’t Afford the Rich. Bristol: Policy Press.
Piketty, T. (2013) Le Capital au XXIe siècle.
Imhof, K. (2011) Die Krise der Öffentlichkeit. Frankfurt: Campus. // Imhof, K. (2014) ‘Der dünne Firnis der Zivilisation: Krisen in der Öffentlichkeit und die Krise der Öffentlichkeit’, Zeitschrift für Theoretische Soziologie 3(2): 304–38. // Crouch, C. (2004) Post-democracy. Cambridge: Polity Press. / Crouch, C. (2015) The Knowledge Corrupters: Hidden Consequences of the Financial Takeover of Public Life. Cambridge: Polity Press.
Imhof, 2011: 147
Thompson, J. (2011) ‘Shifting Boundaries of Public and Private Life’, Theory, Culture & Society 28(4): 49–70.
Imhof, 2014: 318
Crouch, 2004, 2015: 49
Habermas, J. (1991 [1962]) The Structural Transformation of the Public Sphere. Cambridge, MA: MIT Press.
Habermas, 1991 [1962]: 145
Habermas, 1991 [1962]: 222.
Habermas, 1991 [1962]: 403.
van Krieken, R. (2019:141) Celebrity Society: The Struggle for Attention, 2nd edn. New York: Routledge.
Habermas, 1991 [1962]: 145
Habermas, 1991 [1962]: 145
Imhof, 2014: 327
Lanier, J. (2015) ‘Noch erscheinen die Diktatoren des Internets milde’, Frankfurter Allgemeine Zeitung 2 July: 13.
https://lexchart.com/org-charts/meta-facebook-organization-structure/
Habermas, J. (2008) ‘Public Space and Political Public Sphere – The Biographical Roots of Two Motifs in My Thought’, pp. 11–23 in Habermas, J., Between Naturalism and Religion. Cambridge: Polity.
Neckel, S. (2010) ‘Refeudalisierung der Ökonomie: Zum Strukturwandel kapitalistischer Wirtschaft’, MPIfG Working Paper 10(6). Cologne: Max Planck Institute for the Study of Societies. //Neckel, S. (2013) ‘“Refeudalisierung” – Systematik und Aktualität eines Begriffs der Habermas’schen Gesellschaftsanalyse’, Leviathan 41(1): 39–56. //Neckel, S. (2014) ‘Oligarchische Ungleichheit: Winner-take-all-Positionen in der (obersten) Oberschicht’, WestEnd. Neue Zeitschrift für Sozialforschung 11(2): 51–63. .// Neckel, S. (2017) ‘Retour vers le futur: la reféodalisation du capitalisme moderne’, Revue Suisse de Sociologie 43(1): 183–96.
Habermas, J. (1985) The Theory of Communicative Action, Vol. 2: Lifeworld and System. Boston, MA: Beacon Press.
Örneğin, klasik Frankfurt Okulu'nun yazılarındaki 'liberal kapitalizmin yeniden yapılandırılması.
Parsons, T. (1966) Societies: Evolutionary and Comparative Perspectives. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.
Neckel, 2013: 49 vd.
Ehrenreich, B. and A. Hochschild (eds) (2003) Global Women: Nannies, Maids, and Sex Workers in the New Economy. New York: Metropolitan.
Bales, K. (2012) Disposable People: New Slavery in the Global Economy. Berkeley: University of California Press.
Bales, K. and R. Soodalter (2009) The Slave Next Door: Human Trafficking and Slavery in America Today. Berkeley: University of California Press.
Bales, K., Z. Trodd and A.K. Williamson (2009) Modern Slavery. Oxford: Oneworld.
Datta, M.N. and K. Bales (2013b) ‘Slavery is Bad for Business: Analyzing the Impact of Slavery on National Economies’, Brown Journal of World Affairs 19(1): 205–23.
Datta, M.N. and K. Bales (2013a) ‘Slavery in Europe, Part 1: Estimating the Dark Figure’, Human Rights Quarterly 35(4): 817–29. // Walk Free Foundation (2014) Global Slavery Index 2014.
Bahl, F. (2014) Lebensmodelle in der Dienstleistungsgesellschaft. Hamburg: Hamburger Edition.
Corrigan, P. (1977) ‘Feudal Relics or Capitalist Monuments? Notes on the Sociology of Unfree Labour’, Sociology 11(3): 435–63.
Mishel, L. (2013) ‘The CEO-to-Worker Compensation Ratio in 2012 of 273 Was Far Above That of the Late 1990s and 14 Times the Ratio of 20.1 in 1965’, Economic Policy Institute, 24 September. URL (consulted 7 June 2019)
Wehler, H-U. (2013) Die neue Umverteilung: Soziale Ungleichheit in Deutschland. Munich: C.H.Beck.
Neckel, S. (2015) ‘Die Ungleichheit der Märkte’, pp. 93–103 in Mau, S. and N.M. Schöneck (eds) (Un)Gerechte (Un-)Gleichheiten. Berlin: Suhrkamp
DiPrete, T.A. and G.M. Eirich (2006) ‘Cumulative Advantage as a Mechanism for Inequality: A Review of Theoretical and Empirical Developments’, Annual Review of Sociology 32: 271–97.
DiPrete, T.A. and G.M. Eirich (2006) ‘Cumulative Advantage as a Mechanism for Inequality: A Review of Theoretical and Empirical Developments’, Annual Review of Sociology 32: 271–97.
Aspers, P. (2007) ‘Wissen und Bewertung auf Märkten’, Berliner Journal für Soziologie 17: 431–49.
Bourdieu, P. (1977) Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge University Press.
Stiglitz, J.A. (2012) The Prize of Inequality. New York: Norton.
Bebchuk, L.A., J.M. Fried and D.I. Walker (2002) ‘Managerial Power and Rent Extraction in the Design of Executive Compensation’, University of Chicago Law Review 69: 751–846
Frank, R.H. and P.J. Cook (1995) The Winner-take-all Society. New York: Free Press.
Grusky, D.B. and K.A. Weeden (2011) ‘Is Market Failure Behind the Takeoff in Inequality?’, pp. 90–7 in Grusky, D.B. and S. Szelényi (eds) The Inequality Reader. Boulder, CO: Westview Press.
Krugman, P. (2014) ‘Why We’re in a New Gilded Age’, New York Review of Books 8 May.
Stiglitz, 2012: 47 vd.
Winters, J.A. (2011a) Oligarchy. Cambridge: Cambridge University Press. // Winters, J.A. (2011b) ‘Democracy and Oligarchy’, The American Interest 7(2): 18–27.
Winters, 2011a: 215 ff., 2011b: 22
Winters, 2011a: 215 ff., 2011b: 22
Streeck, W. (2014) Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism. London: Verso.
Piketty, 2013: 541 vd., 591 vd.
Grabka, M.M. and C. Westermeier (2014) ‘Anhaltend hohe Vermögensungleichheit in Deutschland’, DIW-Wochenbericht 9: 151–64.
Piketty, 2013: 541 vd.
Beckert, J. (2008) Inherited Wealth. Princeton, NJ: Princeton University Press. // Beckert, J. (2010): ‘Are We Still Modern? Inheritance Law and the Broken Promise of the Enlightenment’, MPIfG Working Paper 10(7). Cologne: Max Planck Institute for the Study of Societies.
Piketty, 2013: 546