Siyasetsizleşme ve Totaliterleşme
Batının Totaliterlikle İmtihanları Üzerine Düşünmek İçin Bir Girizgah
Başlarken…
Siyasetsizleşme ve Totaliterlik…. Politik hareket alanları kuşatma altında olmasına rağmen kuşatılmış olmanın geniş halk yığınlarına hiçbir anlam ifade etmediği rejimlerin ihdas edilmesinin başlangıç evresi ve nihai evresidir.
Totaliterleşme, en kıssadan hisse, bir nevi siyasal hayvan haline dönüştürülmüş bireylerin son kertede artık tamamen erksizleştiği ve/veya topyekün tahakküm altına girdikleri hem yönetsel hem de toplumsal metamorfoz sürecidir.
Siyasetsizleşme günümüz demokrasileri içerisinde onlarca legal politika yapma aracı ve kollektif faaliyet örgütleri olmasına rağmen halkların son kertede siyaset sahnelerine tamamen bağımlı hale getirilmiş olması fakat bilfiil iktidar alanı (ve siyasetin dizaynı) karşısında varlık ve iradelerinin her geçen gün biraz daha silikleşmesidir.
Batının Totaliterlikle İmtihanları Üzerine Düşünmek adını vermeyi tercih ettiğim bu yazı dizisi, Türkiye dahil Atlantik bloğunda olup ‘Batılı Siyasal Kodlar’ ile dizayn edilmiş rejimler ile hükmettikleri halklar arasında süregiden ve her geçen gün etkisini şiddetlenerek arttıran yabancılaşma olgusunu ele almak ve politik hakikatin yitirilmesi ile totaliterlik arasındaki ilişkinin hem tarihsel derinliğinine hem de günümüz veçhelerine dair farkındalığı geliştirmek çabasıdır.
Okumakta olduğunuz bu makale ise yazı dizisine girizgah niteliğindedir.
***
Bir rejim düşünün, iktidarı ellerinde tutanlar, siyasi, askeri ve ekonomik açıdan tamamen tekelci bir kontrol ağı üzerinde oturuyor. Sahip oldukları güvenlik aygıtları ve politik enstrumanlara ek olarak durmaksızın çalıştırılan bir propaganda makinesi var ve geniş halk yığınları sürekli olarak ideolojik aşılamalara tabi tutuluyorlar. Rejim bu haliyle tam bir parti-devletinden müteşekkil. Çünkü başka herhangi bir siyasi oluşuma asla izin verilmiyor.1
Şimdi de başka bir siyasal sistem düşünün; ekseriyetle otoriter olarak bile adlandırılmayan bir rejim, kendisini anayasal hukuk devleti olarak tarif ediyor, liberal değerlere sahip çıktığına inanılıyor, fakat kendi toplumu ile ilişkisi bütünüyle ‘içeren-dışlama’dan ibaret. Hükmettiği topraklar üzerinde halkını tamamen ‘iktidar alanı’nın dışarısında tutan bir rejim bu. Fakat toplum sürekli gözünün önünde faal halde olan ‘siyaset sahnesi’ne bağımlı kılınmış bir vaziyette. Çünkü güç elitleri ve kartelleşmiş partiler tarafından siyasette hiç boş alan bırakılmıyor.23
Her iki örnekte de totaliterliğin birer suretini görmekteyiz zira iktidarın tekelleşmesi, karşısında olan toplumun da tekilleşme süreci ile paralel ilerler. Mevzu bahis tekilleşme sadece etnik, dini veya sınıfsal bir homojenlik anlamında değildir. Özellikle ikinci örnek, kendi içerisinde alabildiğine kutuplaşmış olsalar bile siyaset sahnesine sadece bilet alan tiyatro izleyicilerden farksız biçimde oy veren fakat etkisiz bir toplam yani tekil bir kütleyi gösterir.
Bu bağlamda totaliterleşmeyi nihai hedefi haline getirmiş olan her rejim için en önemli sorun geniş halk yığınları ile baş etme problemidir. Çözüm içinse iki temel kıstas söz konusudur:
Ya toplum büyük oranda nihilistleştirilmelidir veya hiyerarşinin en tepesinden zerk edilmekte olan ‘yüksek idealler’ için her bireyin, bir diğerinin uyum ve hizmetini denetlemekte olduğu kitlesel bir monopol bina edilmelidir. Böylelikle, bir yandan politik-ekonomik çelişkiler kitleselleşmenin içerisinde eritilmeye çalışılırken, diğer yandan başta parlemento olmak üzere tüm siyaset alanı, sonunda res-publica fiilen ilga edilmiş olur, hatta son kertede yok edilebilmesi dahi mümkündür.4
‘‘Parlamenter budalalıkla mücadele etmek isteyen bir hareket, önce kendisi bu sistemi bırakmalıdır.Ancak bu suretle mücadele kuvveti kazanır. Çoğunluğun hakim olduğu bir devirde, Führer düşüncesi ve onun sorumluluğu prensibine dayanan bir hareket, matematik bir kesinlikle, o güne kadar mevcut olan düzeni yıkacak, zafere ulaşacaktır.’’
Adolf Hitler, Kavgam5
Totaliter bir rejim inşaa edildiğinde artık kesintisiz bir siyasal eylemlilik için siyasi örgütlenme lojistiği başta olmak üzere hemen her şey hali hazırda erk sahiplerinin kontrolüne geçmiş demektir.6 Vatandaşlar, kimin idaresi altında olurlarsa olsunlar, iktidar alanı ve siyaset sahnesine pasif şekilde bağımlı hale geldikleri için artık pozitif bir siyasallaşmadan söz etmek imkansız hale gelir. Bununla birlikte söylemeye gerek bile yok, hukuk da tamamen rejimin kendi çıkarlarına göre yorumlanmakta ve kullanılmaktadır.
Teşbihte hata olmaz, totaliter bir sistemin içerisinde sadece bir kısım azınlık haricinde geniş halk yığınları, fert fert her biri bir sabah uyandığında kendisini böcek halde bulan Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı romanının baş kahramanı Gregor Samsa’dan çok farklı bir halde değildirler. Çünkü hem bireysel, hem de toplum olarak sistemin karşısında yeterince güçsüz kaldıkları bir momentum söz konusudur.
Fakat aynı zamanda kitleler halinde büyük bir coşkunun birer zerresi de olabilirler!
İşte bu yanıyla totaliterlik, gerekli siyasi ve toplumsal dönüşümün üstesinden gelmeyi başarabilmiş güç elitleri ve iktidar sahiplerinin insan yaşamına dokunan bütün alanları domine eder hale gelmeyi başardıkları katmanlı bir siyaset ve toplum mühendisliğinin sonucudur. Eğer totaliterleşme süreci kaskatı bir istibdat hali olarak yaşanıyor ise bu aslında bir metamorfozdur; Geçtiğimiz yüzyılda gördüğümüz ve bugün tek tük örnekleri hala devam eden versiyonları ile totaliter sistemin kendisini topyekün tahakküm olarak tecelli ettirebilmesi (kabul ettirebilmesi değil bilakis ortaya çıkartabilmesi) ile nihayete erecektir. Bir başka deyişle otoriter sistemler klasik anlamda totaliter bir düzene doğru evrimlerini tamamlamazlar ise yıkılırlar.
Bu kaskatı suret içerisinde Batı medeniyetinin parçası olarak vücuda gelebilmiş totaliter rejimler hakkında sorulması gereken başlıca sorulardan bir tanesi şudur: Çok katmanlı bir toplum ve siyaset mühendisliği ile otoriter parti devletlerinden halkların üzerinde topyekün tahakküm kurma aşamasına nasıl evrilebildiler?
Buradan hareketle yazı dizisinin ilk makalesi olan -’Neşeyle Gelen Tahakküm’- ile Nazi Almanya’sına odaklanacağım. Bu hakikatin tarihsel derinliğinde kazı faaliyeti şu soruların peşinden giderek ilerleyecek:
Avrupa’nın ortasında bir tür siyasi din; bir çeşit politik iman olarak tecelli eden Nazi Almanya’sı bizlere ne anlatıyor? 1933 yılında iktidara gelen NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) oldukça kısa sayılabilecek beş senelik bir süre zarfında totaliterleşmesini nasıl tamamladı? Bu açıdan ilahi yaptırım iddiasında bulunan bir tanrı-kralın monarşik, iktidarı bir biçimde ele geçiren bir tiranın despotik veya herhangi bir cuntanın askeri darbe sonucunda tesis ettiği zalim bir dikta rejiminden yapısal olarak nasıl ayrıştılar?
Naziler, özellikle iki dünya savaşı arasında, Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın sosyo-psikolojik atmosferi ve politik-ekonomik koşullarını kendi avantajlarına kullanabilmek için hangi yöntemlere başvurdular ve topyekün tahakküm kurma adına gerçekte ne kadar başarılı oldular?
Nazilerin mükemmelleştirmek için çok uğraş verdikleri propaganda makinesine başta Alman emekçileri olmak üzere genel olarak Avrupa halkları nasıl reaksiyon gösterdi? Bir başka deyişle topyekün tahakküm altına girmeyi son kertede neden kabul etmek durumunda kaldılar?
Naziler için genişlemek neden totaliterleşmelerinin kaçınılmaz bir sonucuydu? Bu noktada onları kendi hükmettiği coğrafya üzerinde kapalı bir istibdat rejim kurabilmiş bir Doğu Asya toplumu olan Kuzey Kore’den farklı ve özgün kılan boyutlar nelerdir? Bu bağlamda iktidara gelmelerinin ardından on senelik bir sürecin sonunda Üçüncü Reich olarak tüm kıtaya yayılmayı nasıl başarabildiler?
Bu sorular geçtiğimiz yüzyılda örneklerini gördüğümüz totaliter rejimler içerisinde en kısa sürede bu kategorinin doruğuna çıkan Nazilere bilakis odaklanarak geliştirildi. Çünkü onların eliyle totaliterlik, günümüzün otoriter demokrasilerinden de haddi zatında son dönemde yarışmacı otoriteryen olarak adlandırılan demokrasi ve otokrasi karışımı7 hibrit rejimlerden de farklı olarak, toplumun tamamen kontrol altına alınması ile yetinmedi, yetinemezdi de. Hükmettikleri toplumların rıza temelli konsolidasyonu da asla kafi gelemezdi.
Topyekün tahakküm kurmak isteyen her rejim kitleleri sürekli manipüle eden bir propaganda makinesi ile tepeden tabana doğru yapay bir toplumsal gerçeklik ihdas edebilmelidir. Bununla birlikte bütün otoriter sistemlerin karakteristik özelliği olan kollektif örgütlenmenin ve siyasi talep geliştirebilmenin önünü tıkamak totaliter bir rejim için tek başına yeterli değildir. Tek bir parti-devleti olarak başka hiçbir siyasi oluşuma izin verilmeyen bu suretteki totaliter rejimlerde siyaset alanının tasfiyesi daha farklı bir karaktere bürünür. Bu sebeple kurumlar, sadece halk yığınları kollektif biçimde iktidara müdahil olma talebi geliştiremesin, muhalefet arzuları cılızlaşarak körelsin ile yetinemez. Ayrıca propaganda makinesince bir de ideoloji obezi yapılmalıdırlar. Bir anlamda normatif totaliterlik hem güç temerküzünü sağladığı dönemin siyasi ve ekonomik atmosferini hem coğrafyaya kazınan tarihi hem de toplumun geleceğini bilfiil yeniden kurgulamak zorundadır.8 Aksi takdirde tabandan tepeye doğru yükselen yabancılaşmayı yönetemez.
Fakat söz konusu Nazi Almanya’sı gibi bir dışa dönük totaliter rejim örneği olduğunda esas paye verilmesi gereken nokta, propaganda makinesinin ne kadar başarıyla çalışırsa çalışsın toplumun fert fert zombie haline getirilmesi değildir; bilakis gündelik hayatta kendilerine adaptasyon stratejileri geliştirebilecek kadar izole edilebilmeleridir. Çünkü Hannah Arendt’in de o keskin tarifiyle; ‘‘Sadece izole edilmiş bireyler total olarak domine edilebilirler.’’9
Bu sebepten, totaliter sistemlerde Devletin İdeolojik Aygıtları10 ile Güvenlik Aygıtları, ikisi birlikte rejim için hayati derecede önemli bir ihtiyacı karşılamakla mükelleftir: Atomlardan oluşan devcileyin fakat son kertede iktidarın karşısında tekil ve erksiz bir kütleye toptan ve sürekli olarak birlik ve ilerleme amaçlarını aşılamak durumundadırlar. Elbette buna karşı çıkanlar da sistemli bir şekilde budanacaklardır.
Öte yandan, bütün otoriter sistemlerde Devletin İdeolojik Aygıtları hem özel hem kamusal alanda ama daha çok özel hayatın tanzimine yönelik çalışır olmasına rağmen, Güvenlik ve Baskı Aygıtları kamusaldır. İdeolojik aygıtlar; din, eğitim, hukuk, siyaset ve sendikal mücadele alanları ile kültür ve iletişim alanlarını beslerken, Güvenlik aygıtları, hiyerarşik komuta yapısı içerisinde rejimin şiddet tekeli olabilmesinin tanziminden sorumludurlar. Fakat geçtiğimiz yüzyılda totaliterliğin otoriteryenlikten sıçrama gösterdiği ve topyekünlüğü tesis etmeye başladığı eşik tam olarak buradadır: İdeolojik aygıtlar ve Güvenlik aygıtları kaynaştırılarak bu kaynaşmadan politik bir iman olarak rejime bağlılık türetilmesine çalışılmaktaydı. Sebebi ise gayet anlaşılır:
Geniş halk yığınlarının tekil bir kütleye dönüşümünde, topyekün tahakküm için bireyler bir tür sosyo-ekonomik sarkaç işlevi gören korku ve haz kıskacına alınmalı, bu zemin üzerinde durmaksızın ideolojik aşılamalar yapılmalı, kendilerinin geliştirdiği adaptasyon koşullarının üzerinde bir şiddette payanda edilebilir olmaları gerekir.
"Otoriter rejim örneklerinde, hükümetler kamu gücünü tekellerine almak, kamusal tartışmayı kısıtlamak ve siyasi aktörlerin çoğulluğundan kaynaklanacak öngörülemezliği kontrol altına almak ya da azaltmak için ellerinden geleni yaparlar. Bu çağdaş örneklerin hepsinden daha şedit olan totaliter tahakküm (Hitler Almanya'sı, Stalin Rusya'sı) ise sadece insan çoğulculuğunun ve bireysel kendiliğindenliğin etkilerini değil, bizzat bu olguları da ortadan kaldırmaya çalışmıştır.’’
Dana Villa, 201811
Buradan hareketle, Nazilerin topyekün tahakkümünü anlatacağım serinin ilk makalesinden sonra, ikinci makale-’Zihinlerde Hiç Boşluk Kalmasın’ ile bu çerçeveyi genişletme isteğindeyim ve şu sorunun peşinden fenomenin köklerini kazımaya devam edeceğim:
Nazi propaganda makinesinden bu zamana Batı toplumlarında rejimler kendi siyaset enstrumanları ile geniş kitleler üzerinde yabancılaşmayı yönetmek için ne türden kabiliyetler geliştirmişlerdir? Bu hususta Neoliberal politik-ekonomilerin büyük katkısı ne yönde olmuştur?
Bu noktada artık totaliter rejimlerin insanlığın ortak hafızasında biriktirdiği hem siyasi hem de trajik tecrübeleri sentezleyebilmek ve kavramı da sağlıklı bir şekilde sadeleştirip analitik bir çerçeveye oturtabilmek gerekliliği su götürmez. Bunun için düşüncenin odağını yeniden girizgahın en başında bahsettiğim şu kontrasta çevirebiliriz:
Kitleselleşme ve iktidar alanı karşısında tekil bir kütleye dönüşmek iki türlüdür: Topyekün Tahakküm altına girmek veya Nihilistleşerek Erksizleşmek.
Bu iki süreç kendi içerisinde doğal olarak nicel ve nitel farklılıklar ihtiva eder. İşte bu farklılıklar totaliterliğin dışa dönük veya içe dönük olması arasındaki ayrımı da gösterir. Dışa dönüklük, tahakkümü işaret etmesi sebebiyle normatif anlamda Klasik Totaliterlik (Classical Totalitarianism)12, içe dönüklük ise anonimliği işaret etmesi sebebiyle Ters-Yüz Edilmiş Totaliterlik (Inverted Totalitarianism)13 olarak ifade edilebilir.
‘‘Nazi totalitarizmi kitlelere kolektif bir güç ve kuvvet duygusu, Kraft durch Freude (Neşeyle gelen kuvvet) vermek için çabalarken, tersine çevrilmiş totalitarizm bir zayıflık, kollektif beyhudelik duygusunu teşvik eder. Naziler, sadece rejimi şikayet etmeden desteklemekle kalmayıp periyodik plebisitlerde coşkuyla "evet" oyu verecek sürekli mobilize bir toplum isterken, tersine çevrilmiş totalitarizm neredeyse hiç oy kullanmayan, siyaseten demobilize bir toplumu arzu eder.’’
Sheldon Wolin, 200314
Siyaseten demobilize edilmeye sürüklenen toplumlar olgusu benim de Türkiye dahil bir çok Atlantik İttifakı ülkesinin sosyo-politik veçhelerini tartışırken siyasetsizleşme olarak ifade ettiğim ve aslında daha farklı bir açıdan da ele alınıp politik hakikatin yitirilmesi olarak anlatılması gereken bir tür politik noumena. Bu olgunun gölgesinde artık geçtiğimiz yüzyılı kana bulayan diktatörlükler ve totaliter sistemlerin ardından Batı medeniyetinin ‘ilerleme’ olarak kabul edip içkinleştirdiği ve kendisi gibi olmayan dünyanın geri kalanını yadsımakta olduğu modern anlamda temsili demokrasiler için şu düşünme faaliyetinden kaçamayacağımız bir yerdeyiz:
1970’lerin sonundan itibaren bizzat neo-liberalizm ile şekillenen ve tıpkı geçtiğimiz yüzyılın dikta rejimlerinin lider kültünde cisimleşmiş devlet gücünün tartışılamaz oluşu gibi politik alanda önceliği tartışılamaz piyasa şartlarına veren sistemlerde yaşıyoruz. Nihai kertede siyaset yapmanın asal amacı piyasalar ve şirketlerin ajandaları haline geldiğinde hala daha bu temsili demokrasiler artık ne kadar demokrasi addedilebilirler?
Yazı dizisinin üçüncü makalesi -’Liberal Demokrasilerin Bilinçaltı’- işte bu büyük sorunun açtığı kanallardan ilerleyerek şu tartışmaların yörüngesinde dolaşacak:
Hem liberal düşünce okulundan beslenen siyaset pratikleri hem de realist okuldan gelen uluslararası ilişkiler çalışanları (analistler, akademisyenler, bürokratlar) otoriteryenlik, diktatörlük ve totaliterlik arasındaki politik-ontolojik farklılıkları neden ve nasıl göz ardı etmekteler?
Geçtiğimiz yüzyılın klasik anlamda totaliterlik tanımının ve parti-devleti diktatörlüklerin çerçevesinden dışarıya taşmış, daha akışkan bir fazda olan ve üstelik günümüzün seçimli liberal demokrasilerinin bir anlamda bilinç altını oluşturan totaliterlik biçimlerinden söz edilebilir mi?
Modern Batı demokrasilerinde iktidar gücünü elinde bulunduranlar ile bürokrasiler ve teknokrasiler arasındaki vekâlet ilişkilerini nasıl kavrayabiliriz? Bu ilişkileri baz alarak; hukukun askıya alınmasını sağlayan istisna koşullarında gün yüzüne çıkan totaliterlik eğilimleri nelerdir?
Günümüzün dünyasında bizatihi siyasi mücadelenin yerini özellikle Batılı rejimlerde teknokrasi işgal ediyor ve toplumsal sorunlar teknik ve idari çözümlerle her geçen gün biraz daha tekelci bir tasavvur ile ele alınmak isteniyor. Örneğin çok yakın bir zamanda, 2011-2019 yılları arasında Avrupa Merkez Bankası Başkanlığı yapmış olan ve bizzat Avrupa Birliği (AB) Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen tarafından AB’nin ekonomik geleceğini raporlaması özel olarak talep edilen eski İtalya başbakanı Mario Draghi Avrupa’nın Rekabet Gücünün Geleceği başlığıyla AB Komisyonu ve bileşenlerine sunduğu raporda rekabet stratejisi kapsamında daha merkezi bir yönetime ihtiyaç duyulduğunu vurguluyordu.
Draghi sunumunda, AB'nin büyük yatırımlar ve savunma gibi stratejik alanlarda daha koordineli bir şekilde hareket etmesi gerektiğini ileri sürerek küresel rekabet gücünü zayıflatan başlıca faktörlerden birisi olarak üye devletlerin dağınık politikalarını gösterdi . Buna mukabil daha merkezi bir karar alma mekanizması ve güçlü bir ekonomik yönetim gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizdi.15
Unutmamak gerekir ki AB merkezcil bir anayasası olmayan, üye ülkelerin kendi aralarındaki karşılıklı bağlılıkların içerildiği bir dizi uluslararası anlaşma üzerinde kurumsallaşmış bir organizmadır.16 AB Komisyonu veya Avrupa Merkez Bankası gibi birliğin ortak bileşenleri tarafından gerçekleştirilen her karar için tüm üye ülkelerin parlementoları tarafından gönüllü ve demokratik olarak onaylanmış bu antlaşmalar meşru zemindir. Eğer herhangi bir proje için bir politik faaliyet alanı bu antlaşmalar kapsamında belirtilmemişse ne komisyon ne de başka bir kurum AB parlementosuna bu alanda faaliyetlere dair bir yasa teklifinde bulunabilir.
Öte yandan Draghi’nin raporunda belirttiği hedeflere ulaşmak için mevcut antlaşma hükümlerinin yeniden yorumlanması gerektiği aşikardır. Bir başka deyişle hukukun üstünlüğü ve karşılıklı rızanın beşiği olarak kabul edilen birlik içerisinde merkezi olarak alınan kararların tüm kıta üzerinde yaşayan halkları dışarıda bırakacak şekilde yürürlüğe konulması gerekmekte. Haddi zatında en büyük eleştiriyi de bu konu üzerinden alıyor Draghi'nin son raporu. Çünkü Avrupa'da ekonomi ve toplum alanında köklü ve kapsamlı bir evrimden söz ederken, mevcut birliğin temeline dinamit atmamak için üye ülkeler arasındaki antlaşmaların değişikliğine ihtiyaç duymadan reforma gitmek mümkün değil.
Uzun lafın kısası, AB Komisyonu, Draghi’nin ağzından bizzat üye devletler arasında kurulan meşru zemini askıya alarak, merkezi bir yönetime geçilmesini işaret ediyor. Bu bağlamda rapor, tesadüfi veya sehven bir örnek değildir, hatta Draghi’nin daha önceki sunumlarının ötesine geçmiş ve bizzat Iceberg’in su yüzüne çıktığının artık açık resmidir. Çünkü eğer rapora sadık kalınırsa üye egemen devletler ile olan güç ilişkilerinin Brüksel’deki komisyon lehine değişmek zorunda kalacağı bir gerçek.17
Bu bağlamda Çek siyaset bilimci ve düşünür Micheal Hauser’in, günümüzden tam onbir yıl önce (2013) yayımladığı ‘Liberal Demokrasinin Alacakaranlığı: Depolitizasyonun Semptomatik Okuması’ adlı makalesinde açık yüreklilikle altını çizdiği hususları hatırlamak yerinde olacaktır. Hauser, özellikle sol-liberal kesimlerin bu yüzyılın en başından itibaren büyük bir coşku ile karşıladıkları, neo-liberal paradigmaya uygun demokratik kapitalizmin tüm Batı medeniyetinde içselleştirilmesine dair başka bir alternatif arayışına gerek olmadığı fikrine karşın (mesela yeniden devlet kapitalizmine yani sosyal devlet fikrine ve demokrasi ile birlikte adaleti de önceleyen veçheye dönüş) ciddi eleştiriler geliştirdi. Liberal demokrasi diye anlatılan ideolojinin hakikatle buluştuğu yere dair şu önemli tespitleri söz konusudur:
‘‘Genel olarak liberal demokrasi içerisinde toplumun tamamını etkileyen kararların alındığı siyasi mücadele alanının daralması söz konusudur (…) Liberal demokrasinin kaderiyle ilgili asıl mesele ise tam da idealleri ile olgular arasındaki uçurumdur ve bu uçurum ters yönde bir harekete işaret etmektedir: Halkın egemenliğine ve hukukun üstünlüğüne getirilen kısıtlamalardan, temsili bir hükümet ile özel ekonomik çıkar gruplarının sıklıkla tanımlanan ortak yaşamından başlayarak, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi kurumların demokratik olmayan karakterine ve fikri mülkiyet adına internette bilginin özgürce yayılmasını sınırlayan ACTA anlaşmasına kadar uzanmaktadır.’’
Micheal Hauser18
Batılı kodlarla dizayn edilmiş siyasal sistemler, neo-liberalleşmenin doğal sonucu olarak siyaset alanının piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendiği, buna binaen politika yapıcılığının teknokrasiye indirgenmeye zorlandığı düzenlerdir ve bu noktaya nereden baksanız yarım asra yakın bir süre zarfında ulaşılmıştır. İndirgemeciliğin zorunlu sonucu olarak halklar nezdinde siyaset alanının dışına düşme olgusu artık kaçınılmaz bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Siyasetsizleşmenin doğal getirisi olarak da tıpkı totaliter rejimlerin yapay toplumsal gerçekliği tepeden ihdas etmelerinde görüldüğüne benzer şekilde geniş halk yığınları açısından politik hakikatin yitimini, kitle manipülasyonlarını, siyasi mistifikasyonları ve daha bir çok şeyi, hem de kitle-iletişim araçları insanlık tarihinin görmüş olduğu en etkin pozisyonuna gelmişken bilfiil tecrübe ediyoruz.
İtalyan siyaset bilimci Guido Niccolo Barbi ise The Depoliticization of the Political adlı makalesinde (2018) bu geldiğimiz ‘siyasa’ya dair hakikat yitimi’ eşiğini şu şekilde ifade etmişti:
"Ekonomistin ‘doğrularına’ duyulan bu koşulsuz saygının kaçınılmaz bir sonucu vardır: Bu ‘doğrular’ bir kez siyasi açıdan doğru kabul edildi mi siyasi eylemin gerçek manevra alanını daraltmaya başlar. Ne var ki ekonomistlerin yargılarını mutlak hakikatler olarak ele alıp sorgulamaya başladığımızda işin içinden çıkmak zorlaşır. Zira gördüğümüz üzere bu doğrular hiçbir koşulda ne salt olgusal ne de akılcı hakikatlerdir. Matematiksel modeller belki kendi içlerinde geçerli olabilir, ama bir kez siyaset sahnesine adım attıklarında o teorik saflıklarını yitirirler. Gerçek dünyanın karmaşasıyla yüzleşirler ve nedensel ilişkiler her türlü rasyonel modeli delip geçen belirsizliklerle dolu bir ağ haline gelir."
Niccolo Barbi, 201819
Buna binaen liberal olarak addedilen demokrasilerde yaşanmakta olan siyasetsizleşme olgusu, toplumsal rıza dediğimiz vakanın artık politik eylemlilik halinde örgütlenmenin organik bir sonucu olmadığını, fiilen hiç boş alan bırakılmayan siyaset sahnesi için bizzat üretilmiş bir konsensüs olduğunu bizlere göstermektedir.
Üretilmiş konsensüs meselesine dair çok daha güçlü bir örnek, oldukça önemli bir gelişme yaşandı bu makaleye son şeklini verip yayına hazırladığım saatlerde. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin vatandaşlarının 2024 yılının Haziran ayının başında sandığa giderek kullandıkları oylarla şekillenmiş olan Avrupa Parlementosu, birliğin geleceğini etkileyecek bir eşikten geçecek bir karara imza attı. AB Komisyonu’nun teklifi ezici bir oy çokluğu ile kabul edildi ve üye devletlere çağrı yapıldı: Kiev’e gönderilen ağır silahlar üzerindeki kısıtlamaların "derhal" kaldırılması ve böylece Ukrayna’nın kendilerinin tanımlamış olduğu "meşru müdafaa hakkını tam olarak kullanmasına" izin verilmesini AB Parlamentosu fiilen istedi. Burada mevzu bahis müdafaa Ukrayna’nın Rusya’nın içlerine uzun menzilli hatta nükleer başlıklarla saldırı düzenlemesidir.
Parlementonun bu kararı hakkında üye devletler üzerinde kesinkes emir demiri keser gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Devletler Rusya ile kendilerini nükleer savaşın içerisinde bulmak istemiyorlarsa bu kararı uygulamazlar. Çünkü birliği oluşturan gerçek üyeler devletlerdir. AB Komisyonu, Avrupa Parlementosu, AB Konseyi gibi oluşumlar sistemin bileşenleridir. Fakat parlementonun 2/3’ünün kararıyla çıkan bu karardan sonra devletlerin artık kararı uygulamaması söz konusu olursa, Rus tehditini uzun sayılabilecek bir süredir sürekli olarak kitle iletişim kanalları ve bürokratik kanallardan pompalayan merkezi Avrupa bürokrasisinin (Eurocracy) AB’nin savunulması adına Birleşik Avrupa Ordusu’nun kurulması projesini yeniden ve büyük bir baskı ile kurmayı gündeme getireceği aşikardır. Velev ki bu alınan kararı kabul edip uygulamaya geçsinler, işte o zaman Devletler artık Brüksel’in yönettiği ‘feodal derebeyleri’nden farksız bir hale gelmişler demektir. Kendi halklarının hiç bir dahli olamayacağı tepeden tabana doğru bir karar mekanizmasının içerisinde, kendilerini hiç kazanma şanslarının olmadığı bir Nükleer savaşın içerisinde bulurlar.
‘‘Liberal demokrasi, hakları için mücadele ederek mevcut düzenin siyasi idaresini bozan “demos”un aşındığı ve ortadan kalktığı anda depolitizasyon başlar. Böylece sadece bütçe veya cari açık kalemleri değil, toplumun tüm şekli ve yönü hakkında gerçek tartışmaların yapıldığı siyasi mücadele alanı da yok olur.’’
Micheal Hauser, 201320
Buradan hareketle net olarak ifade edebiliriz ki, halklar için politik kuşatmanın türü ve şiddet dozu, totaliterliğin sureti yani dışa dönük veya içe dönük oluşuyla alakalıdır. Nazi Almanya’sı veya Kuzey Kore örneklerinde tek bir parti-devletinde dışa-dönük şekilde vücuda gelebileceği gibi, Avrupa Birliğinde ülkeler arası bir şekilde çalıştırılması arzu edildiği gibi veya bizzat Amerika Birleşik Devletleri örneğinde görüldüğü şekliyle iki siyasi partinin kartelleştiği ve sistemin anonimliği sayesinde içe-dönük şekilde de yapılanabilir.
Siyaset okullarında demokrasi modellerinin kitabî tariflerine sığınanlar ve Amerikanın bizzat liberal demokrasinin şahikası olduğunu ileri sürenler için elbette kolay tassavur edilebilir bir şeyden bahsetmediğimi biliyorum. Sonuçta denge ve denetleme sistemlerinin oldukça etkin kılınmasından dolayı asla despotik bir parti devletine dönüşme ihtimalinin olmadığına ekseriyetle inanılan bir siyasal sisteme sahiptir Amerika Birleşik Devletleri.
Bu noktada hiç lafı uzatmadan ve fikri ufku genişletmek için şu basit soruyu sormama izin verilsin:
Günümüzün askeri ve jeopolitik gerilimleri içerisinde Beyaz Saray koridorlarında eğer ki Rusya’ya karşı bir nükleer saldırı düzenlemek ve bütün insanlık için felaketle sonuçlanabilecek konvansiyonel üçüncü dünya savaşını başlatmak fikri olgunlaşır ve yetki sahibi olanlar son tuşlara basarsa, Amerikan seçmenlerinin buna müdahelesi ne kadar mümkündür? Federal yargının engel olma şansı ne kadardır? Liberal bir demokrasi olmadığı ve otokrasi ile yönetildiği iddia edilerek tüm Batı kamuoyunda lanetlenen Rusya Federasyonu için de durum gayet benzer değil mi?
Bir başka açıdan düşünelim; Amerikan ordusunun son seksen yıldır dünya genelinde yaptığı ve/veya destek olduğu soykırım ve katliamlara Amerikalıların dahli ne kadardı? Kıyaslamak gerekirse, 1939 baharından itibaren Nazi rejiminin en tepesindekilerinin kararıyla Polonya, Çekoslavakya ve Avusturya’yı işgal etmeleri karşısında Alman halkının etkisizliğine benzemiyor mu sıradan Amerikalıların durumu? Almanlar belki tahakküm altında ve ideolojik aşılamalar sonucunda 75-80 milyon arası insanın ölümüyle ve Almanya’nın parçalanmasıyla biten ‘İkinci Dünya Savaşı’na girmelerini coşkuyla karşılamış olabilirler, fakat bugün nükleer dünya savaşını başlatma kararının karşısında Amerikalıların ezici bir çoğunluğu buna ancak kayıtsız kalabilir, çünkü başka bir çareleri yoktur.
Filhakika 1835’den 2024’e kadar seçilmiş 14 farklı başkanına kendi devlet içi aktörlerinin dahil olduğu suikastlar düzenlemiş olan bir siyasal sistemin karakterini tarif edebilmek için, günümüzün dinamikleri de objektif bir gözle ele alındığında, ‘Ters-Yüz Edilmiş Totaliterlik’ten daha açıklayıcı bir kavram seti ve kuramın söz konusu olamayacağını düşünüyorum.
Her şeyden evvel bu rejim, demokratik kurumların mevcut ve faal olduğu görüntüsüne rağmen en geniş zaviyeden bakıldığında halkın özellikle hayati konularda siyasi iradesinin tamamen yok sayıldığı bir sistemdir. Bu bağlamda fiilen totaliterlik, yirminci yüzyıldaki klasik örneklerinden farklı olarak gücünü bir despotun varlığı, imajı, hatta markasında cisimleşen21 devlet gücünden değil, yüzü olmayan kurumsal devletin anonimliğinden almaktadır.
Amerika örneğinde esasen Ters-Yüz edilen şey gücün işleniş biçimdir. Örneğin siyasi liderlik, sistemi yürüten hareketin başındaki mutlak otorite veya o sistemi tasarlayıp var eden zümrenin timsali değildir. Bizzat başkanlık koltuğuna oturan kişi sistemin bir politik ürünü, hatta çıktısıdır. Çünkü bizzat siyasetin bütününe teknokratik ve ekonomik eklentiler yüklenmiş durumdadır (şirketler, lobiler, finansörler vs.) ve hem ‘politik ürün’lerini yönlendirip yönetebilmekte hatta modifiye edebilmekte hem de toplumdan önce yönetsel erki kuşatırcasına sarıp sarmalamaktadırlar.22 Bu sebeple anayasasında federal yönetime devredilmemiş görev, yetki ve sorumluluklar doğrultusunda kendi iç işlerinde özerk olan 50 eyalet devleti ve Washington DC’den oluşan Birleşik Devletler, federal ölçekte bir tür demokratik kapitalizm örneği değil bilakis ‘Kapitalizm için Demokrasi’dir.
‘‘Tersine Çevrilmiş Totalitarizm, anayasa, sivil özgürlükler, basın özgürlüğü, seçimler, yargının bağımsızlığı ve Amerikan vatanseverliğinin ikonografisi, gelenekleri ve diline sadakat gösterir, ancak vatandaşı kudretsiz kılmak için tüm iktidar mekanizmalarını etkili bir şekilde ele geçirmiştir.’’
Chris Hedges, 201723
Tersine çevrinmiş totaliter rejimlerde gerçek anlamda halkın politik gücü oldukça kısıtlandığı için, sistemin tabiatında halkın çıkarlarından çok güç elitlerinin kendi aralarındaki rekabetler ve siyasal erki sarmaşık gibi kuşatmış olmalarına odaklanırız. Sadece seçimden seçime eyaletlerdeki oy dağılımları ve siyasetçilerin arasındaki rekabet aklımıza gelir. Perde gerisinde ise seçilmiş temsilciler arasında olsun, yürütme organı üyelerine yönelik lobi faaliyetleri olsun, seçim kampanyalarına sağlanan finansal destekler veyahut legal/illegal fonlar olsun, kamuoyu oluşturma süreçleri olsun ve elbette hükümetin karar alma süreçleri olsun, uzun lafın kısası iktidar alanı üzerinde karmaşık kontrol ağı mevcudiyetini fiilen sürdürmektedir.
Amerikan siyaset alanının kuşatılmışlığı politik hayatın doğal akışına o kadar içkindir ki, 2024 Başkanlık seçimleri için Joe Biden yerine Demokratların Başkan adayı gösterilen Kamala Harris hakkında, daha 2020 seçimlerine başkan yardımcısı olarak hazırlandığı günlerde, şöyle bir analiz yazısı rahatlıkla yazılabilmektedir:
‘‘Günümüzde Demokratların çoğu, son yıllarda genellikle Cumhuriyetçileri destekleyen sertlik yanlısı AIPAC yerine ılımlı İsrail yanlısı grup J Street ile daha fazla ittifak kurarken, Kamala Harris Senato'ya seçildiğinden bu yana her yıl sağcı Netanyahu yanlısı kuruluşun önüne çıkan neredeyse tek Demokrat oldu. J Street'ten daha çok AIPAC'e yakın."
Stephen Zunes, 2019
Özel çıkar grupları ve politika yönlendirme amaçlı oluşumlar içerisinde AIPAC24 gibi güçlü ve etkin kuruluşlar, belirli bir meseleye yoğunlaştıklarında toplumun diğer kesimlerini soyutlayabilme kapasitesine sahiplerdir. Politikacılar ile onların kendi kariyerlerinin salahiyeti için uzlaşmak durumunda kalacakları ilişkileri sıklıkla geliştirirler. Bu sayede Güç Elitleri ve Amerikan Toplumu arasında ciddi anlamda gücün orantısızlığı söz konusudur.
Bugün için de durum benzer; başkanlık yarışında olan Donald Trump veya Kamala Harris, güç elitleri ve fonlayanlarla süreklilik arz eden ilişkilere sahip olmak zorundalar fakat seçilmek için Amerikan halkından oy talep etmekteler. Bu durum aslında oval ofise kim oturursa otursun politika yapımı ve karar alma süreçlerinde öncelik sırasını gösterir. Buna bağlı olarak siyasi seçenekler, gerçekte halkın yaşamını doğrudan etkileyecek kararlar alabilecek demokratik organizmalar arasında değil, aynı çıkar gruplarına hizmet eden adaylar arasında yapılır. Filhakika tersine totalitarizm, birçok enstrumanı bir arada kullanarak vatandaşlarını federal ölçekte politik süreçlerden uzak tutar. Kendi içlerinde kutuplaşmış olsalar bile nihai kertede tekil bir kütle vardır iktidar alanının karşısında.
Bu olgulardan hareketle Batı’nın Totaliterlikle İmtihanları Üzerine Düşünmek yazı dizisinin son makalesi şu sorulara cevap aramak üzerine bir çaba içerisinde olacak:
Kapitalizm için Demokrasi ve Özgürlüklerin Beşiği addedilen Amerika Birleşik Devletleri ile ‘Totaliterlik‘ nasıl birlikte düşünülebilir? Seçim özgürlüğünü yücelten hatta fetişleştiren bir siyaset kültüründe siyasal sistem federal ölçekte kitleselleştirme stratejilerine dayanmakta ise bunun sürekliliğini nasıl sağlayabiliyor? Kartelleşen partiler bu açıdan nasıl bir rol üstlenmekte?
Amerikan vatandaşlarının özellikle dış politika bağlamında tamamen erksiz oluşu tüm iktidar mekanizmalarının etkili bir şekilde ele geçirilmiş olmasından kaynaklı ise bunun tarihsel seyri nasıl şekillendi?
Güncel jeopolitik gerilimler ışığında kısa ve orta vadede Amerikan siyasal sistemini neler bekliyor olabilir? Ters-Yüz edilmiş totaliterlik bir kez daha tersine çevrilip klasik anlamda totaliter bir rejime dönüşebilir mi 21.yy’ın ikinci çeyreğinde?
Gelgelelim başta siyasetsizleşme olmak üzere ‘Totalitarizm nasıl ters-yüz edilebilir ve tersine çevrildiğinde neye benzer’ konusunun hakkını gerçekten vererek anlatabilmek için öncelikle geçtimiz yüzyılda ortaya çıkan ve günümüze de tek tük örnekleri kalan normatif totaliterliğe yani klasik (dışa dönük) totaliter sistemlere ve kavramın tarihçesine dair kavrayışımızı derinleştirmemiz gerekir.
***
‘Totaliter’ kavramını modern siyasi literatürde ilk kez 1923 yılında, bir İtalyan hukuk insanı ve politikacı olan Giovanni Amendola, kurucuları arasında yer aldığı Il Mondo gazetesinde, Güney İtalya’da faşist hareketin istediği seçim yasasını eleştiren ‘Maggioranza e Minoranza’ (Çoğunluk ve Azınlık) başlığı ile yazmış olduğu köşe yazısında kullandı. Amendola seçimlerde sandıktan birinci çıkan partinin tüm temsiliyeti kazanmış sayılmasının talep edildiği mevzu bahis yasayı tarif ederken, Fransızca ‘Totalitaire’ kelimesinden hareketle ironik biçimde İtalyanca ‘Totalitario’ terimini kullanarak bir ifade oyununa başvurdu.
Amendola bu köşe yazısından sonra İtalyan siyasi atmosferine dair şiddetli eleştirilerinde bu kavrama atıflar yapmaya devam etti. Hatta o kadar ileri gitti ki 1924’de başbakan Mussolini’nin sosyalist lider Giacomo Matteotti’yi öldürttüğünü iddia eden belgeleri yayımlarken topyekünlük imasında bulundu. Bu iddiasının ardından ülkeden kaçmak zorunda kalan Amendola, sadece iki sene sonra (1926) İtalyanlar arasında Kara Gömlekliler olarak adlandırılan paramiliter grup Ulusal Güvenlik İçin Gönüllü Milisler mensuplarınca Güney Fransa’da sokak ortasında uğradığı ağır bir tedhişte hunharca dövülerek öldürüldü.
Amendola siyaset lugatına yüzyılın en talihli aynı zamanda en yakıcı terimlerinden birini armağan ettiğini bilmiyordu, hiçbir zaman da bilmeyecekti. Bir yandan bütün bir yüzyıl boyunca kavramsal olarak büyük bir alanı kapsayacak olan, diğer yandan da medya tarafından devasa boyutlarda şişirilip açgözlülükle aşırı teşhir edilecek, belki de kaçınılmaz bir şekilde günümüzün yaygın “yirminci yüzyıl fobisini”, bizim yüzyılımızın ise öz çocukluk hastalığını körükleyecek olan bir kavram doğmuştu. Her halükarda terimin yörüngesi çok geçmeden beklenmedik ve şiddetli bir şekilde sarsıldı.’’
Bruno Bongiovanni, 200525
‘İkinci Dünya Savaşı’nın ardından günümüze kadar Amendola’nın literatüre kattığı bu kavramdan hareketle 20.yy’da ortaya çıkan diktatörlüklerin klasik totaliter rejim örneklerine nasıl dönüştüklerine odaklanan, başta Hannah Arendt’in büyük eseri26 olmak üzere hemen her çalışma ise Eric Voegelin’in işaret ettiği şu sorunla yüzleşmek ve üstesinden gelmeye çabalamak zorunda kaldı:
‘‘Siyaset biliminin pozitivist yıkımı henüz aşılamamıştır ve totalitarizmin yeterli bir şekilde ele alınmasının önündeki en büyük engel hala teorik araçların yetersizliğidir. İyi geliştirilmiş bir felsefi antropoloji olmaksızın siyasi olguları ya da bir tinsel teori olmaksızın manevi çözülme olgularını düzgün bir şekilde kategorize etmek zordur. Çünkü hem ahlaki açıdan tiksindirici olan hem de duygu bakımından varoluş koşulları, özsel olanı gölgede bırakacaktır.’’
Eric Voegelin, 195327
Daha Avrupa’nın büyük yıkımının tozları tam olarak kalkmamışken Voegelin’in işaret ettiği totaliterliğin özünün gölgede bırakılması hususuna ben de çengeli her attığımda, ‘siyasa’nın total bir metamorfoz geçirmesi ve totaliterliğin vücuda gelmesini görüyorum. Sovyetler Birliği’nin Stalin dönemi ile birlikte totaliterleşebildiğini fakat soğuk savaş boyunca özellikle Hruşçof döneminden sonra tekrardan otoriter bir parti-devleti rejimine gerilediğini ileri sürebiliriz. 1933’de Almanya’da iktidarı alan Nazilerin ise 1939’a kadar kendi totaliterleşmelerini kesinkes tamamlamayı başarmış olduklarından bahsedebiliriz. Amerika’nın o nevi şahsına münhasır Ters-Yüz edilmiş totaliter rejiminin tarihsel derinliğini kavramak istiyorsak, politik güç elitlerinin oynadığı rol ve sistemin temeline yerleşmeleri bağlamında soğuk savaşın ilk yıllarına geri dönmek zorundayız. Özellikle Eisenhower döneminden itibaren kademe kademe dünyanın jandarması haline geldiği son seksen yıla odaklanmamız gerekir.
Filhakika bu girizgah makalesi ile başladığım düşünce maratonu bu sebeplerden ötürü oldukça geniş bir tarihsel aralığı hakikat dairesinde sentezlemek durumunda. Fakat sabit bir yayın frekansına maalesef ki sahip değil. Makaleler arasını çok uzatmadan yayımlamaya çalışacağım. Bir sonraki makalede yeniden buluşana kadar siyaset bilimci Costas Lapavitsas’ın 2024 yılının ilk aylarında yapmış olduğu ‘Kapitalizm Devleti’ adlı sunumunu izlemenizi tavsiye ederim.
Totalitarizm ve Otoriteryenlik hakkında henüz daha giriş seviyesinde olup da bilgi dağarcığını arttırmak isteyen genç okurlar için bir kaynakça önerisi: Juan J. Linz, Totalitarian and Authoritarian Regimes, 2000, Lynne Rienner Publishers
Güç Elitleri Teorisi, ister demokratik ister otoriter olsun, tipik olarak zenginlikleri, eğitimleri veya sosyal konumları ile ayırt edilen bir azınlığın siyasi karar alma süreçlerine hakim olduğu ülkelere odaklanan siyaset biliminin önemli bir çalışma sahasıdır. Küçük bir elit grubunun toplum üzerinde iktidarın veçheleri ile politik-ekonomik ilişkilerin hacimce büyük bir kısmını elinde bulunduranlar tarafından geniş halk yığınlarının iktidar ve hatta siyaset alanının dışında bırakılma süreç ve sonuçları analiz edilir.
Güç Elitleri Teorisinin kaba taslak kavramsal çerçevesi şu şekildedir:
Güç Yoğunlaşması: Küçük bir grubun iktidara yön verecek gücü elinde tutması ve bunun siyasi, ekonomik ve sosyal etki gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilecek şekilde olması.
Elitler Arasılık: Güç Elitleri örtüşen ağlar oluşturur ve bu ağlar birbirlerinin güç ve otoritesini artırır. Günümüzde siyaset, sivil ve askeri bürokrasi ile medya ve teknoloji şirketleri başta olmak üzere iş dünyasının elitleri arasında bu ağlar tesis olmaktadır.
Kurumsal Manipülasyon: Siyasi partiler ve hükümet organları, elitlerin güçlerini sürdürmek için kullandıkları araçlar olarak görülür. Bu kurumlar demokratik bir imaj sergileyebilir, ancak elitlerin çıkarlarını desteklemek için manipüle edilebilir. (Bkz: Robert Michels-Oligarşinin Demir Yasası)
Sosyal Hiyerarşiler: Belirli grupların zenginlik, eğitim ve sosyal bağlantılar gibi faktörler nedeniyle diğerlerine göre ayrıcalıklara sahip olduğu sosyal hiyerarşiler incelenir.
Siyasi Kısıtlayıcılıklar: Demokratik sistemler daha geniş kamusal katılıma izin verse de Elit Teorisi gerçek karar verme yetkisinin elitlerde kaldığını iddia eder. Kamu oy kullanabilse de politika ve yönetim üzerindeki etkileri genellikle sınırlıdır.
Güç Elitleri Teorisi hakkında daha kapsamlı bir okuma yapmak isteyenler için şu kaynakları öneririm:
-Robert Michels; Political Parties : A Sociological Study of the Oligarchical Tendencies of Modern Democracy, 1999, Transaction Publishers, Orijinal basım: 1962,
-Charles Wright Mills, The Power Elite, 2000, Oxford University Press, İlk Basım: 1956
Kartel Partiler Teorisine yazı dizisinin son bölümünde Ters-Yüz Edilmiş Totaliterlik ve Güç Elitleri ilişkisini incelerken daha detaylı değineceğim. Şimdilik konu hakkında bilgi dağarcığını geliştirmek isteyenler için okuma önerisi: Katz S.R, Mair P., Democracy and The Cartelization of Political Parties, 2018, Oxford University Pres
Baehr, P. The “Masses” in Hannah Arendt’s Theory of Totalitarianism. 2007, The Good Society,Vol. 16, No. 2
Adolf Hitler, Kavgam, çeviri: Turan Tektaş, 2021, Anonim Yayıncılık
Mann. M. The Sources of Social Power, 2009, Cambridge University Press
Yarışmacı Otoriteryen olarak adlandırılan Hibrit Sistemler hakkında daha kapsamlı bir okuma yapmak isteyenler için kaynakça önerisi: Levitsky S., Way. A. L, 2012, Competitive Authoritarianism-Hybrid Regimes after the Cold War, Cambridge University Press.
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Canovan M, The Leader and the Masses, Hannah Arendt on Totalitarianism and Dictatorship- Dictatorship in History and Theory: Bonapartism, Caesarism, and Totalitarianism Chapter 11, 2004, Editörler: Baehr P, Richter M, Cambridge University Press
Bu konuda temel kavramsal çerçeve için bkz: Althusser L., On The Reproduction of Capitalism, Ideology and Ideological State Apparatuses. 1971, New Left Books.
Villa, D. Totalitarianism, Tradition, and The Human Condition. 2018, Arendt Studies, Vol 2.
Klasik Totaliterlik terimi bu yazı dizisi boyunca Cornelius Castoriadis’in, Hannah Arendt’in totaliterlik üzerine düşüncelerini ele aldığı yazısında Nazizim ve Stalinizm için kullandığı bağlam ölçüsünde incelenecek ve normatif kavramıyla birlikte değerlendirilecektir. Bkz: Castoriadis, C. (1983). The Destinies of Totalitarianism. Salmagundi, No: 60
Ters-Yüz Edilmiş Totaliterlik Amerikalı Siyaset bilimci Sheldon Wolin’in son ve genişletilmiş baskısını 2017 senesinde yapan eseri ile Amerikan Siyasal Sistemini deşifre eden teorisidir. Bkz: Wolin, S.S. Democracy Incorporated: Managed Democracy and the Specter of Inverted Totalitarianism, 2003, Princeton University Press.
Wolin, S.S. Democracy Incorporated: Managed Democracy and the Specter of Inverted Totalitarianism, 2003, Princeton University Press.
Draghi’nin sunumunu izlemek isteyenler için:
Bkz: https://european-union.europa.eu/principles-countries-history/principles-and-values/founding-agreements_en
Lindseth P., Sandberg P. L, 2024, Democratizing Draghi; Why the “Competitiveness Report” Demands Treaty Reform. https://verfassungsblog.de/draghi-report-investment-eu-competition-treaty-reform/
Hauser, M. The Twilight of Liberal Democracy: A Symptomatic Reading of Depoliticization. Décalages, 2013, Vol 1: Article 4
Barbi, G. N. The Depoliticization of the Political: An Arendtian Account of Expertise in Politics. Raisons Politiques, 2018, Vol 70 No 2. Presses de Sciences Po.
Hauser, M. The Twilight if Liberal Democracy: A Symptomatic Reading of Depoliticization. Décalages, 2013, Vol 1: Article 4
YN: Yazı dizisinde Nazi Propaganda Makinesinin Adolf Hitler’den nasıl bir marka yaratabildiği üzerinde titizlikle duracağım.
Wolin, S.S. Democracy Incorporated: Managed Democracy and the Specter of Inverted Totalitarianism, 2003, Princeton University Press.
Hedges C. Wolin, S.S. Democracy Incorporated: Managed Democracy and the Specter of Inverted Totalitarianism, 2003, Princeton University Press. (Önsözü)
Örnekte geçen AIPAC, Türkiye kamuoyunda da adı en çok duyulan çıkar gruplarından birisi ve başlıcası olup İsrail Lobisi’nin Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesidir.
Bongiovanni, B., & Rugman, J. Totalitarianism: the Word and the Thing. Journal of Modern European History, 2005, Vol 3 No 1. - Censorship in Early Modern Europe.
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Voegelin E., The Origins of Totalitarianism, 1953, The Review of Politics, Vol. 15, No. 1