Tarihin Tekerrürü: Zelenski'den Önce Damat Ferit Vardı
Emperyal Diplomasi Karşısında "2 FERİT'İN HİKÂYESİ": OLMAK ya da OLMAMAK / Yazı Dizisi - İlk Yazı, Serkan Ökter; Damat Ferit Paris Barış Konferansında
Yazan:
Yazı Dizisi Editörü:Kapak Çalışması:
Editörden;
Washington ve Kiev arasında haftalardır süren yoğun arka kapı diplomasi trafiği, bu esnada uluslar arası kamuoyuna yansıyan karşılıklı açıklamalar, sürdüğü bilinen yüz yüze ilk görüşme planlamalarının ardından ABD Başkanı Donald Trump ve Ukrayna Lideri Volodimir Zelenski'nin Beyaz Saray’da gerçekleşecek buluşmasına çevrilmişti bütün gözler.
Tüm dünyanın merakla beklediği bu görüşme, televizyonda canlı yayınlanırken, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir tartışmaya sahne oldu ve kameralar önünde canlı canlı yaşananlar karşısında tabi bütün dünya, bütün gündemleri boşverdi ve Oval Ofis’te şahit olunan şeyin ateşli harareti sardı her yeri.

Tartışmanın detaylarına dair pek çok görüş, fikir ve değerlendirme yapılıyor. Biz ise Gûngen olarak, siz kıymetli okurlarımıza yine bambaşka bir perspektiften, tarihin bugünü ve geleceği aydınlatan rehberliği ile bir pencere açarak, yaşananın aslında ne olduğuna dair kavrayışı derinleştirmek istedik.
Bu manada, 2 yazıdan oluşan işte bu mini yazı dizimiz sizlerle buluşuyor: Emperyal Diplomasi Karşısında "2 FERİT'İN HİKÂYESİ": OLMAK ya da OLMAMAK
Bu ilk yazıda Serkan Ökter, 2 Ferit’ten biri, Damat Ferit Paşa’nın “Paris Barış Konferansı” esnasında yaşadıklarını tarihi belgeler üzerinden anlatıyor. Emperyal Diplomasi karşısında varoluşsal hallerin bu ilkinde, Trump ve Zelenski arasında vuku bulan ve Zelenski’nin yaşadığı diplomatik aşağılamanın daha içler acısı bir örneği olarak, 1919 Paris’inde Damat Ferit’in yaşadıkları söz konusudur. Aşağıda detayları ile okuyacaksınız.
2 Ferit’ten diğeri ise, Ferit Hanım! Meryem Çağıl tarafından kaleme alınan ikinci yazımıza konu yer yine Paris. Bu sefer, “Türk Ulusal Hareketi Konferansı”nda olacağız.
Hayatının çocukluk denilebilecek erken bir çağında, babası tarafından eğitimi için gizlice Trablusgarp’tan Paris’e gönderilen Ferit Hanım, Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyet’in ilanının ardından yurtdışında birçok ülkede Atatürk’ün özel görevlendirmesi ile pek çok vazifelerde bulunmuş, çeşitli konferanslar, seminerler vermiştir.
En önemli konferansı ise 20 Mart 1922 yılında Paris’te verdiği “Türk Ulusal Hareketi” konferansıdır. Türk milletinin bağımsızlıktan taviz vermeyen karakterinin dünya sahnesinde bir kez daha baş rol oynadığı Milli Mücadele’mizi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu mücadeledeki liderliğini, neden ve nasıl bir direniş sergilendiğini anlatan Ferit Hanım, salondaki generaller ve bürokratlar başta olmak üzere katılımcılara; “Türklerin, Avrupa’nın onlara zorla kabul ettirmek istediği kadere razı geleceğine inanıyor musunuz?” diye sormuş ve emperyalistlerin dillerine pelesenk ettiği tarihi yalanları belgeleriyle çürüterek Anadolu’nun Türk yurdu olduğunu ve öyle kalacağını anlayacakları dil ile anlatmıştır. Türklerin asla esaret altına girmeyeceğini, Türkiye’de herhangi bir etnik unsurla egemenlik hakkının asla paylaşılmayacağını da deklare ettiği konuşmasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dünyaya verdiği mesajların bir kez daha altını çizmiştir Ferit Hanım. Bir Türk kadını vakarı ile.
Damat olan Ferit ne kadar OLMAMAK ise, bir Türk kadını olan Ferit o kadar OLMAK’lıktır.
Tarihin bu iki sahnesi, tekerrür eden tarihsel olaylar içerisinde bize rehber olmak adına kendi öz geçmişimizin raflarında duruyor. Bir kez daha emperyal diplomasi zorbalığına şahit olduğumuz şu günlerde gayemiz, size tarihin yol göstericiliğinde bir ışık tutmak.
Tarihin Tekerrürü: Zelenski ve Trump Görüşmesi
Tarih, bazen öylesine ilginç döngüler yaratır ki olayların, aktörlerin ve kararların zamana yayılan yankıları, gelecek nesillere ders niteliğinde birer hatıra bırakır. Damat Ferit Paşa'nın Paris Barış Konferansı'na katılımı ve Osmanlı Devleti adına aldığı kararlar, tarih sahnesinde bir ibret tablosu olarak kalmıştır. Ancak, bu olay sadece bir dönemin hatası olarak kalmamış, farklı coğrafyalarda ve zaman dilimlerinde benzer hataların tekerrür ettiğini gösteren bir model haline gelmiştir.
Günümüzde benzer bir diplomatik aşağılamanın en güncel örneklerinden biri, ABD Başkanı Donald Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’yi Beyaz Saray’da ağırlarken sergilediği tutumdur. Zelenski'nin dünya kamuoyunun gözü önünde küçük düşürülmesi, birçok insan tarafından sanki dünya diplomasi tarihinde ilk kez yaşanan gerçeküstü bir olaymış gibi algılandı. Ancak, Emperyal güçlerin diplomatik sahnede ezilmiş veya bağımlı gördüğü devletlere yönelik bu tür muameleleri, yeni bir olay değildir.
Bu durum, Emperyal gücün tarih boyunca güçsüz gördüğü liderleri küçümseyerek, kendi çıkarlarını dayatma stratejisinin bir parçasıdır. Dün Osmanlı Devleti'ne yapılan muamele, bugün Ukrayna'ya yöneltilmektedir. Aynı güç dinamikleri, benzer tarihî döngüleri üretmeye devam etmektedir.
Paris Barış Konferansı ve Damat Ferit'in Rolü
Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri, 1919 yılında Paris'te düzenlenen Barış Konferansı'nda savaşın mağluplarına nasıl bir gelecek çizileceğine karar veriyordu. Osmanlı Devleti, savaşı Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile birlikte kaybetmişti ve şimdi kaderi, büyük güçlerin elindeydi. Osmanlı heyetinin başında yer alan Damat Ferit Paşa, adeta teslimiyetin sembolü haline gelmiş, Osmanlı'nın çıkarlarını savunmaktan öte, galiplerin gözüne girmek için onlara taviz üreterek tarih sahnesinde yerini almıştı.
Damat Ferit'in temel politikalarından biri, İtilaf Devletleri'ne mutlak sadakat göstererek Osmanlı Devleti'ni kurtarabileceğine inanmasıydı. Ancak, bu yaklaşımın sonucunda Osmanlı'nın siyasi ve askerî açıdan daha da zayıflamasına sebep oldu.
San Remo Konferansında görüşülen ve 22.Temmuz.1920'de Padişah Mehmed Vahdettin başkanlığında toplanan Saltanat Şurası’nda, Damat Ferit Paşa’nın (Paris’te yükselemeyen ama Şura’da yükselen) “Kimdir bugün cesaret edip de bu devlet mahvolsun diyecek?” nidalarıyla imzalanması kabul edilen1; ve 10.Ağustos.1920 günü öğleden sonra saat dördü sekiz geçe Hâdi Paşa tarafından imzalanan Sevr Antlaşması, Osmanlı Devleti'nin egemenliğini fiilen sona erdirirken, Anadolu'da başlayan bağımsızlık mücadelesi ise bu teslimiyet politikasına bir yanıt olarak güç kazanmaya devam ediyordu.2
Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı heyeti tarafından sunulan memorandum, acziyetin ve buna rağmen amiyane tabiriyle kuyruğu dik tutarak olası sonuçlardan kaçınmaya, aynı zamanda da “bir hata yaptık, görmezden gelin” minvalinde bir görüntüye sebep olmuştu. Yapılan hataların sonuçlarının sorumluluğunu üstlenmek istemeyen Türk heyeti, kendi arzularıyla girdikleri savaşın sonuçlarına karşın Türk ulusunun onurunu öne sürerek sorumluluktan kaçmaya çalışmıştı:
Osmanlı Delegasyonunun Paris Barış Konferansı'na Sunmuş Olduğu Memorandum3
(17 Haziran 1919)
Osmanlı Delegasyonu, 17 Haziran'da İtilaf Devletleri'nin yetkili temsilcileri ile gerçekleştirdiği görüşmede dile getirilen talep doğrultusunda, Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni düzenlemesine ilişkin Osmanlı Hükümeti’nin görüşlerini aşağıda sunmaktan onur duyar.
Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik durumu ve Batılı devletlerle olan köklü dostane ilişkileri, onun bu devletlere karşı dostane bir tarafsızlık politikası izlemesini zorunlu kılmaktaydı. Ancak, talihsiz olaylar nedeniyle ve milletin açıkça karşı çıkmasına rağmen, Osmanlı Devleti kaçınılmaz bir savaşın içine sürüklenmiştir.
Son dört yıl boyunca meydana gelen ve hem Müslüman nüfusa hem de Hristiyanlara büyük acılar yaşatan olaylar üzerinde uzun uzun durmanın bir anlamı yoktur.
Osmanlı Devleti, hem savaş alanında hem de entelektüel gelişim açısından gücünü defalarca kanıtlamış, ihtişamlı bir tarihe sahiptir. Dünyanın en geniş imparatorluklarından birini kurmuş olması, güçlü bir siyasi organizasyon yeteneğine sahip olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu, bazı çıkar gruplarının iddialarının aksine, Cengiz Han ve Timur gibi yıkıcı imparatorluklar gibi bir "felaket" ya da "kasırga" olmamıştır. Tam aksine, siyasi organizasyonu bir dönem boyunca farklı kıtalara yayılmış, farklı ırklardan ve dinlerden oluşan yüz milyonlarca insan için barışçıl bir yaşam sağlamıştır. Osmanlı yönetimi altında, patrikhaneler, cemaatler ve mezhepler inanç özgürlüğü konusunda geniş bir otonomiye sahip olmuş, bu da hoşgörülü bir yönetim anlayışının ürünü olmuştur.
Türkler, Avrupa medeniyetinin avantajlarını fark ettikleri anda, hızla bir dizi reform gerçekleştirmiştir. Modern uygarlığın bu şekilde özümsenmesi, Batılı devletlerin de ilgisini çekmiş ve Osmanlı Devleti kısa sürede Avrupa’nın önemli devletleri arasında yerini almıştır. Türk halkı, bu süreçte elde ettiği parlak konumu hala hatırlamakta ve Batılı Büyük Devletlerin desteğiyle yeniden ilerleme yoluna girmeyi istemektedir.
…..
Osmanlı Hükümeti yukarıda belirttiği çerçevede yeni düzenlemeleri değerlendirmekte olup, mali, ekonomik ve hukuki konularla ilgili görüşlerini Barış Konferansı'na daha sonra iletme hakkını saklı tutmaktadır.
Anlaşmaya varıldığı takdirde, Osmanlı topraklarında bulunan Müttefik işgal güçleri kısa sürede geri çekilecektir. Ancak, belirli bölgelerdeki askeri varlığın geçici olarak devam etmesi gerekebilir.
Türkiye'de hiç kimse içinde bulunulan dönemin ciddiyetini göz ardı etmemektedir. Ancak, Osmanlı halkının fikirleri son derece nettir:
Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması ya da farklı manda yönetimleri altına alınması kabul edilmeyecektir. Bu kararlılık, Anadolu'daki halktan çöl göçebelerine kadar her kesimde yankı bulmuştur. Ülkenin dört bir yanında kurulan vatansever komiteler ve İstanbul'daki yüz binlerce kişinin katıldığı mitingler, halkın yalnızca birlik ve bağımsızlık istediğini göstermektedir.
Osmanlı halkı, Barış Konferansı'nın adalet duygularına güvenmekte ve meşru haklarına uygun, Doğu'da kalıcı barışı sağlayacak bir çözüme ulaşılmasını ummaktadır.
Osmanlı heyetinin kuyruğu dik tutma ve sorumluluktan kaçma çabaları ile birlikte düştüğü bu durum, Emperyal devletlerin temsilcileri tarafından aşağılayıcı bir yaklaşımın daha net bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Damat Ferit’in sunmuş olduğu mektuba verilen cevap, Emperyal güçlerin ezilmiş uluslara karşı uyguladığı diplomatik aşağılamanın en sert örneklerinden biriydi. Fransız Başbakanı Georges Clemenceau’nun Damat Ferit Paşa’ya yönelik ağır ithamları, Osmanlı Devleti’nin tamamen aşağılanmasını amaçlıyordu. Clemenceau, Osmanlı'nın savaşta Almanya'nın "hizmetçi bir aleti" gibi hareket ettiğini, "insafsızca yönetildiğini", "toplu katliamlar gerçekleştirdiğini" ve "dünya üzerindeki hiçbir halkı yönetmeye ehil olmadığını" iddia ediyordu. Ayrıca, Osmanlı'nın fethettiği topraklarda hiçbir maddi gelişim sağlayamadığını, geri kalmış bir yönetim olduğunu savunarak Türklerin yönetim kabiliyeti olmadığını sert bir dille dile getirmişti:
Clemenceau’nun 23 Haziran 1919’da Müttefik ve Bağlı Devletler Konseyi adına Osmanlı Delegelerine Verdiği Cevap:4
Müttefik ve Bağlı Devletler Konseyi'nin Türk Delegelerine Cevabı
(23 Haziran 1919'da Müttefik ve Bağlı Devletler Konseyi tarafından onaylanmıştır.)
Müttefik ve Bağlı Devletler Konseyi, Ekselansınız tarafından 17 Haziran'da kendilerine sunulan Memorandumu en dikkatli şekilde incelemiş ve verilen söz doğrultusunda aşağıdaki görüşlerini bildirmek istemektedir.
Türkiye'nin savaşa girişine eşlik eden siyasi entrikaları ve bunu takip eden trajedileri anlatırken, Ekselansınız, o dönemde Osmanlı hükümetinin suçlarını mazur göstermeye veya hafifletmeye yönelik hiçbir çaba sarf etmemiştir. Türkiye'nin İtilaf Devletleri ile hiçbir düşmanlık sebebi olmadığı, Almanya’nın emirleri doğrultusunda hareket ettiği, hiçbir mazereti olmaksızın savaşa girdiği ve savaş boyunca hiçbir merhamet göstermediği açıkça veya dolaylı olarak kabul edilmektedir. Savaş, tarihte eşine az rastlanır veya hiç rastlanmamış bir vahşetle yürütülmüş ve kitlesel katliamlarla sonuçlanmıştır. Ancak, bu suçların Osmanlı Hükümeti tarafından işlendiği ve Türk halkının bu yapılanlardan sorumlu olmadığı iddia edilmektedir. Aynı zamanda, bu suçlarda dini bir fanatizm unsuru bulunmadığı, Müslümanların da Hristiyanlar kadar bu vahşetten zarar gördüğü, bu suçların Türk geleneğiyle hiçbir uyum içinde olmadığı, Osmanlı Devleti'nin tarih boyunca farklı ırklara mensup halklarına sağladığı yönetim anlayışıyla bağdaşmadığı öne sürülmektedir. Memorandum, Osmanlı İmparatorluğu'nun bekasının dünya dini dengesi için zorunlu olduğunu ve bu nedenle, sadece adalet değil, aynı zamanda siyasi gerekçelerle de Osmanlı topraklarının savaş öncesindeki sınırlarıyla korunması gerektiğini savunmaktadır.
Konsey ne bu sonucu ne de bu sonucu destekleyen argümanları kabul edebilir. Elbette, mevcut Osmanlı hükümetinin seleflerinin politikalarını derinden onaylamadığına şüphe yoktur. Eğer ahlaki kaygılar olmasa bile (ki muhtemelen vardır), siyasi gerçekler dahi bunu gerektirecektir. Hükümet üyeleri, bireyler olarak, ülkeye bu kadar büyük zararlar vermiş olan geçmiş hükümetlerin eylemlerini reddetmek için her türlü nedeni ve hakkı taşımaktadır. Ancak genel anlamda bir ulus, onu yöneten hükümet tarafından değerlendirilir; dış politikasını yöneten, ordularını kontrol eden yönetim tarafından yargılanır. Türkiye, tarihin en kritik anlarından birinde, ahlaktan ve merhametten tamamen yoksun kişilerin eline düşmüş olması nedeniyle, bu durumun meşru sonuçlarından kaçınamaz.
Ancak Memorandum'da öne sürülen toprakların eksiksiz şekilde iadesine dair talebin sadece Osmanlı Bakanlarının işlediği hatalar nedeniyle Türkiye'nin zarar görmemesi gerektiği gerekçesine dayanmadığı anlaşılmaktadır. Daha derin bir iddia söz konusudur. Osmanlı yönetiminin tarihine ve İslam dünyasının genel durumuna dayanılarak bu talep öne sürülmektedir.
Konsey, gereksiz tartışmalara girmek veya Ekselansınız ve sizinle birlikte gelen delegeleri incitmek istememektedir. Konsey, Türk halkına karşı iyi dilekler beslemekte ve onların üstün niteliklerini takdir etmektedir. Ancak, bu nitelikler arasında yabancı ırklar üzerinde yönetme yeteneği bulunduğunu kabul edemez. Bu yeteneğin var olup olmadığı yüzyıllar boyunca birçok kez test edilmiş ve sonuç, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirlenmiştir. Tarih, Türklerin birçok zaferini ve yenilgisini, fethedilen ve özgürlüğüne kavuşturulan ulusları anlatmaktadır. Memorandum’un kendisi bile Osmanlı egemenliği altındaki toprakların son dönemde giderek azaldığını kabul etmektedir. Ancak, Osmanlı yönetiminin kurulduğu hiçbir ülkede, ne Avrupa’da, ne Asya’da, ne de Afrika’da, Türk idaresinin ekonomik refahı artırdığı veya kültürel seviyeyi yükselttiği görülmemiştir. Aynı şekilde, Osmanlı yönetiminin sona erdiği hiçbir bölgede refahın azaldığı veya kültürel seviyenin düştüğü gözlemlenmemiştir.
Ne Avrupa'daki Hristiyanlar ne de Suriye, Arabistan ve Afrika’daki Müslümanlar Osmanlı yönetimi altındaki bölgelerde bir gelişim görmemiştir. Osmanlılar, fethettikleri yerleri sadece yıkmış, ancak barışçıl dönemlerde geliştirme becerisi göstermemişlerdir. Yetenekleri bu yönde değildir.
Bu gerçeklerden çıkarılması gereken açık sonuç, Osmanlı Devleti'nin hiçbir gerekçe olmadan ve kışkırtma olmaksızın İtilaf Devletleri’ne karşı kasıtlı bir şekilde saldırarak yenilmesi nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli halklarının kaderini belirleme sorumluluğunun zafer kazanan devletlerin omuzlarına yüklenmiş olmasıdır. Konsey, bu sorumluluğu, mümkün olduğu kadar bölgedeki halkların kalıcı çıkarları doğrultusunda yerine getirmek istemektedir. Ancak Konsey, Memorandum’un bu noktada tamamen farklı bir görüşü öne sürdüğünü ve bunun dini rekabetlere dayandığını üzülerek gözlemlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun olduğu gibi korunması gerektiği iddia edilmektedir. Bu, Osmanlı egemenliği altındaki Müslüman veya Hristiyanların çıkarları için değil, Osmanlı yönetimi altında hiç yaşamamış ya da onun baskısını unutmuş olan insanların dini duygularını tatmin etmek için önerilmektedir.
Fakat, böylesine bir duygunun gerçeklerle bağdaşmadığı aşikardır. Savaşın tüm seyri, bu düşüncenin içi boş olduğunu kanıtlamaktadır. Dini bir sorun nasıl ortaya çıkabilir? Protestan Almanya, Katolik Avusturya, Ortodoks Bulgaristan ve Müslüman Osmanlı’nın komşularını yağmalamak için birleştiği bir savaşta dini bir mesele nasıl gündeme gelebilir? Bu olaylarda görülebilecek tek dini fanatizm unsuru, Osmanlı Hükümeti’nin emriyle gerçekleştirilen Hristiyan Ermenilerin katliamıdır. Ancak Ekselansınız, aynı zamanda ve aynı yönetimin emriyle suçsuz Müslümanların da benzer şekilde katledildiğine işaret etmişsinizdir. Dolayısıyla, savaş sırasında herhangi bir dini nefretin açık delili bulunmamaktadır.
Eğer Osmanlı Devleti’nin toprak kaybetmesinin dünya genelinde Müslümanların davasına zarar vereceği öne sürülüyorsa, bunun yanlış bir düşünce olduğu kanaatindeyiz. Dünyanın dört bir yanındaki bilinçli Müslümanlar için, Osmanlı hükümetinin modern tarihi bir gurur kaynağı olmaktan uzaktır. Osmanlı yönetimi, doğası gereği, kendisine uygun olmayan bir görevi üstlenmiş ve bu görevi başaramamıştır. Daha uygun koşullarda, daha az karmaşık bir ortamda ve yozlaşmış bir geçmişin yükünden kurtularak Osmanlı Devleti gelişebilir. Türk halkının sahip olduğu cesaret ve disiplinin yanı sıra, başka yönleriyle de başarı kazanarak hem ülkesine hem de dinine katkıda bulunabileceği bir yol açılmalıdır.
Ekselansınızın bu görüşlerimizi anlayacağını umuyoruz. Memorandum’unuzda, Türkiye'nin “yoğun bir ekonomik ve entelektüel gelişime” kendini adaması gerektiğini ilan etmektesiniz. Eğer bu büyük kalkınma sürecini başlatabilirseniz, her türlü desteğimizi alacağınızdan emin olabilirsiniz.
Celal Bayar, anılarında5 bu durumu “Clemenceau’nun Ağır Cevabı, Kamuoyunda Uyandırdığı Acıklı Tepki ve Hiddet” başlığı altında ele alarak, Osmanlı heyetinin düştüğü aciz durumu anlatmıştır. Bayar’ın Türk halkı adına tarihe not düşerek hissettiği bu mahcubiyet, aslında Batı’nın diplomatik sahnede nasıl güç gösterisi yaptığını gözler önüne seren bir örnektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk 16.Ağustos.1919 yılında bir telgraf ile bu acziyetin üstüne giderek Damat Ferit’e şifreli bir telgraf gönderir6:
“AVRUPA'DAN BİR ŞEY BAŞARAMADAN DÖNEN FERİT PAŞA'YA ÇEKTİĞİM TELGRAF
İstanbul Hükûmetini millî teşebbüsleri engellemekten vazgeçirmek, başarıda sağlayacağı çabukluk ve kolaylık bakımından önemli idi. Bu düşünce ile ve Ferit Paşa 'nın, tabiatıyla hiç bir şey başaramadan, adeta hakarete uğramış bir durumda İstanbul'a dönüşünden yararlanarak, kendisine 16 Ağustos 1919 tarihinde bir şifreli telgraf yazdım. Bu telgrafta başlıca şu cümleler vardır :
Mösyö Clemenceau (Klemanso)'nun, siz Sadrazam Hazretleri'nin yüksek şahsiyetlerine olan ayrıntılı cevabını, ben âcizleri son günlerde okuyunca İstanbul'a nasıl acı ve üzüntüler içinde dönmüş olduğunuzu takdir ediyorum. Vatanımızı paylaşma ve yok etme duşüncesini bu kadar açık ve haysiyet kırıcı bir şekilde ortaya koyan bu ifade karşısında titremeyecek duygulu bir insan düşünemiyorum. Tanrı'ya binlerce şükredelim ki, milletimiz, ruhundaki kahramanlık azmiyle, tarih boyunca sürüp gelen hayat ve varlığını, hiçbir zaman ne kaderin akışına ne de böyle cellâtça hükümlere kurban etmeyecektir.
Şimdi pek eminim ki, siz Sadrazam Hazretleri'nin yüksek şahsiyetleri, bugünkü genel durumu, devlet ve milletin gerçek çıkarlarını üç ay önceki gözlerle görmüyorlar.
Dokuz aydan beri iş başına gelen hükûmetlerin hep biribirinden daha çok yıpranması ve sonunda da ne yazık ki, artık iş göremez bir duruma düşmesi, milletin yüksek haysiyeti karşısında doğrusu pek üzücü oluyor. Şurası bir gerçektir ki, vatan ve milletin mukadderatı adına içeride ve dışanda sesini duyurmak ve söz sahibi olabilmek, mutlaka millî iradeye dayanmayı şart kılar.
Hayat hakkı ve bağımsızlığı için çalışan milletin amacındaki bu asalet ve ciddiyete karşılık, İstanbul Hükûmeti, düşmanca davranmak yolunu tutuyor. Bu davranış tarzı, elbette büyük bir üzüntü doğuruyor. Milleti, İstanbul Hükümeti'ne karşı istenmeyen hareketlere sürükleyebilecek niteliktedir. Çok açık olarak arz edeyim ki, millet her türlü iradesini kullanabilecek güçtedir. Teşebbüslerinin önüne geçebilecek hiçbir kuvvet yoktur.
İstanbul Hükûmeti'nin olumsuz teşebbüsleri hiçbir yerde hiçbir kimse tarafından uygulanamayacaktır. Millet, çizdiği program çerçevesinde pek kesin ve açık adımlarla hedefine doğru yürümektedir. İstanbul Hükûmeti'nin şimdiye kadar süregelen engelleyici teşebbüslerinin hiçbir yerde hiçbir etki yapamamakta olmasıyla, gerçek durumun takdir buyurulmuş olacağına şüphe edilemez.
İngilizlerin gösterdikleri yolda bir kurtuluş çaresi aramak da boşunadır ve sonucu bir hiçtir. Bununla birlikte, İngilizler de en sonunda kuvvetin millette olduğunu takdir ederek, hiçbir dayanağı olmayan ve millet adına hiçbir taahhütte bulunamayan, bulunsa bile milletçe kabul edilemeyecek olan bir hükumetle sonuç alınabilecek bir işe girişmenin mümkün olamayacağına inanmışlardır .........
Bütün dilekler şu noktada birleşmiştir ki, hükûmet meşru olan milli akımı engellemeye çalışmaktan vazgeçerek, Kuva-yı Milliye'ye dayansın ve bütün teşebbüslerinde kendine millî gayeyi rehber edinsin.
Bunun için de millî varlığı ve millî iradeyi temsil edecek olan Meclis-i Meb'usan'ın en kısa zamanda toplanmasını sağlasın!
....”
Bununla birlikte Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının başlatmış olduğu İstiklal Savaşı, emperyal güçlerin egemenlik planları ve Türk halkını aşağılamalarına karşı doğan bir tepkinin sonucuydu. Tevfik Paşa ile yapılan muhaberatı 29.Ocak.1921 yılında meclise aktarırken şu cümleler ile emperyalist zihniyeti ifade etmişti7:
“…
Malumlarınızdır ki, milletimiz asırlardır iki büyük gücün, iki baskıcı ve yok edici gücün etkisi altında ezilmiş ve acı çekmiştir. Bu güçlerden biri, doğrudan doğruya ülkeyi ve milleti yönetme iddiasında bulunan baskıcı yöneticiler; diğeri ise, emperyalist ve kapitalist dünyanın tamamıdır.
Yüzyıllar boyunca bu iki gücün baskısı altında kalan milletimiz elbette ki çok zor bir durumda kalmıştır. Ancak, efendiler, baskılar sonucunda büyük bir uyanış gerçekleşmiştir. İşte bizim milletimizde de o gerçek uyanış artık gerçekleşmiştir ve biz tam da böyle bir uyanış döneminin içindeyiz.
Gerçekten de, yaklaşık bir buçuk yıl önce, bir yıl önce milletimiz aynı anda bu iki güce karşı isyan etmiş ve mücadeleye başlamıştır. Emperyalist güçler, milletimizi hukuktan, onurdan ve bağımsızlıktan yoksun, bilinçsiz bir hayvan sürüsü gibi görmüşlerdir. Böyle bir sürünün, sonsuz doğal kaynaklara sahip, değerli ve geniş bir vatanı elinde tutmasını kabul edemezlerdi. Onların anlayışına göre, bu topraklar parçalanmalı ve bu topraklarda yaşayan insanlar esaret altına alınmalıydı. İşte bu amacı güdüyorlar ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda doğan fırsatı değerlendirerek, ateşkesle birlikte milletimizin ve ordumuzun elinden silahlarını aldıktan sonra planlarını fiilen uygulamaya koymuşlardır.
Öte yandan, içeride bulunan gaflet içindeki veya hain olan unsurlar da memleketi ve milleti, tıpkı bu dış güçlerin baktığı gibi görüyordu. Dolayısıyla, onların çabaları da en az dış düşmanlarınki kadar haince bir nitelik göstermiştir. İşte, bir yıl önce içinde bulunduğumuz durum, tam olarak böyle bir tablo sergiliyordu.
Fakat efendiler, milletimiz hiçbir zaman düşmanlarımızın düşündüğü gibi, hukuka ve bağımsızlığa yabancı değildir. Aksine, büyük bir sevgiyle, vicdani bir bağ ile bağımsızlığına ve onuruna bağlıdır. Yine milletimiz, içerideki cahil ve gafillerin ya da hainlerin ifade etmek istedikleri gibi bir topluluk değildir. İşte bir yıldır sürdürdüğümüz mücadelemiz, milletimizin hem iç düşmanlara hem dış düşmanlara hem de bütün dünyaya varlığının ne kadar yüksek bir anlam taşıdığını tüm kanıtlarıyla ispat etmiştir.
…”
Sonuç: Tarihin Dersleri ve Geleceğe Bakış
Damat Ferit'in Paris Barış Konferansı'nda izlediği politikalar, bir milletin kaderinin dış güçlerin insafına bırakılmasının nasıl bir felakete yol açabileceğini göstermektedir. Ancak, tarihin tekerrür eden doğası, aynı hataların farklı zamanlarda tekrarlandığını da ortaya koymaktadır.
Günümüzde diplomasi sahnesinde yaşanan olayları değerlendirirken, geçmişin derinliklerinde yaşanmış benzer olaylara bakarak, tarihin bir rehber olarak kullanılmasının önemi büyüktür. Damat Ferit’in uğradığı diplomatik küçümsenme ile Zelenski’nin karşılaştığı muamele arasındaki benzerlik, güç dengesizliklerinin ve emperyal diplomasi anlayışının değişmediğini göstermektedir. Bu nedenle, diplomasiye dair kritik kararlar alırken tarihten ders çıkarmak, geleceğin şekillendirilmesinde kritik bir öneme sahiptir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, Sevr Antlaşması Mondros Bırakışması, İlgili Belgeler, Seha L.Meray, Osman Olcay, syf xxii
Peyam-I Sabah (12 Ağustos 1336/1920, No. 11040, s.1): Antlaşmamız İmzalandı
Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, Volume VI, Appendix X to CF92, WCP-1066, syf 691
Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, Volume VI, Appendix IX to CF-92, WCP-1044, syf 688
Ben de Yazdım, Millî Mücadeleye Giriş, Celâl Bayar, Cilt 7, syf 26
Nutuk, Avrupa’da bir şey beceremeden dönen Ferit paşa’ya çektiğim şifre
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi’, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Tevfik Paşa Muhebaratı Hakkında, syf 169