Martin Jacques: "Ulus-Devlete Karşı Uygarlık Devleti"
Martin Jacques'in 15 Ocak 2011 tarihinde, Suddeutsche Zeitung'da yayınlanan makalesi... Nisan 2020'de dünyada en çok okunan makale olan bu yazı, aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ tazeliğini koruyor.
Çevirmen Önsözü;
“Tarihsel mirasımız ve onun doğurduğu zihniyet, şu anda önümüzde belirmekte olan yepyeni dünya için bize yeterli donanımı sunmamakta.”
Zamansız yazılar vardır. Büyük hiciv ustamız Şair Eşref’in “numarasız gözlük gibi, kime taksan uyar” deyişi misâli, o yazılar hangi zamana koysan tazedir; ne zaman okusan günceldir.
İngiliz gazeteci, editör, akademisyen, siyasi yorumcu ve yazar Martin Jacques’in günümüzden 12 yıl önce kaleme alıp yayınladığı bu makale, sadece çok evvelinden bugün yaşananların tespitini yapmış bir yazı olmakla kalmıyor, aynı zamanda bugün bile hâlâ Batı-Merkezci düşünce için bir rehber, yarınlara ışık tutan bir yol gösterici olma özelliğini koruyor.
Jacques bu makalesinde en yalın ifade ile, küresel kapitalizm ve neo-liberalizmin yıkıcı etkilerine karşı Uygarlık Devleti fikri ile, ulus devletlerin başa çıkamadığı tek hegemonlu düzenden, kadim devletlerin töre/gelenek referanslarını öne çıkaran bir tür öze dönüş hareketini salık veriyor.
Özcümle; ömrü hadi hadi iki-üç yüzyıl süren ulus-devletlere karşı, iki-üç bin yıllık uygarlık devletleri…
Kişisel web sitesindeki orijinal metinden dilimize çevrilen bu makaleyi sizinle paylaşırken, Martin Jacques’in bu yazısının olduğu web sayfasında yayınladığı videoyu da Türkçe altyazılı olarak siz Gûngen okurlarına sunmak istedik.
Video, Fu Xiaotian ile 18 Haziran 2020 tarihinde “Dünya Liderleriyle Konuşma” (Phoenix TV) programında yapılan röportajdan bir bölüm.
♾️
Ulus-Devlete Karşı Uygarlık Devleti
(Orijinal Adı; “Civilization State versus Nation-State)
Çin, Avrupa’yı muazzam bir sorunla karşı karşıya bırakıyor; bizse bunu anlamıyoruz. Daha da kötüsü, bu gerçeğin farkında bile değiliz. Dünyayı kendi Batı gözlüğümüzden görmekte ısrar ediyoruz: Başka hiçbir gelenek, tarih ya da kültür bununla kıyaslanamaz. Bizimki hepsinden üstündür ve diğerleri bizimkinden saptıkları için küçümsenirler. Bu bizim bilgeliğimizin değil cehaletimizin, kozmopolit dünya görüşümüzün değil dar görüşlülüğümüzün ve taşralılığımızın bir ifadesidir. Bu, daha uzun ömrü olmasa bile en az iki yüzyıldır yükselişte olmanın bir sonucu. Avrupa-Merkezcilik –ya da belki de Batı-Merkezcilik demeliyiz– diğerlerinin değişen derecelerde başarısız olması karşısında evrensel kıstasımız haline geldi.
Bu zihniyet, Avrupa’nın giderek marjinalleşeceği, ABD’nin geri dönüşü olmayan bir gerileme yaşayacağı, yükselen ulusların başlıca aktörler haline geleceği ve Çin’in baskın güç olarak ABD’nin yerini alacağı bir döneme girerken en büyük handikapımız olma tehdidini taşıyor. Bir başka deyişle, şu anda küçümsediğimiz ülkeler ve kültürler giderek geleceğin belirleyicileri haline gelecek. Eğer kendi Batılı kavramlarımızdan başka bir şekilde anlamayı reddedersek, onları nasıl kavrayacağız? Kültürlerini ve yönetimlerini kendimizinkinden daha aşağı görmeye devam edersek, onlar bizi nasıl görecekler?
Bu da bizi Çin’e getiriyor. Çin’i, büyük ölçüde Batı değerlerine göre belirlenmiş bir bağlamda görmeyi tercih ediyoruz: Batı tarzı bir demokrasinin yokluğu, insan haklarının eksikliği, Tibetlilerin kötü durumu ve ülkenin kötü çevre sicili bizi fazlasıyla meşgul ediyor. Şüphesiz bu listeye birkaç madde daha ekleyebilirsiniz. Bu tür konuların önemsiz olduğunu söylemiyorum –önemliler– ancak Çin’i kendi kıstaslarımıza göre yargılama konusundaki ısrarımız, bizi çok daha önemli bir hedeften alıkoyuyor: Çin’i kendi kıstaslarına göre anlamak. Eğer bunu yapamazsak, o takdirde, oldukça basit bir ifadeyle, onu asla anlayamayacağız. Bu nedenle son otuz yılı aşkın süredir Çin’e ilişkin ana akım Batılı yorumlar, Tiananmen Meydanı’ndan sonra rejimin yakın zamanda çökeceğini ve ülkenin parçalanacağını ileri sürmekten, o zamandan beri ekonomik büyümenin devam edemeyeceği ve rejimin kendini sürdüremeyeceği konusundaki ısrarlı görüşlere kadar Çin’i doğru anlamakta başarısız oldu. Neredeyse hiç kimse olan biteni öngörmedi; otuz yılı aşkın süredir olağanüstü ekonomik kalkınmaya sahip ve son derece başarılı olan ve şu anda 1978’de başlayan reform döneminden bu yana hiç olmadığı kadar meşruiyet ve prestije sahip olan bir rejim.
Çin hakkındaki Batı-Merkezci değer yargılarımızın bu ülkeyi kendi özgün kavramları içinde anlamaktan bizi alıkoymasına artık müsaade etmemeliyiz. Bu hiç de kolay bir iş değil. Çin, Batı’dan en temel unsurlar bakımından son derece farklı. Belki de en temel fark, Çin’in kavramın Avrupa’daki anlamıyla bir ulus-devlet olmaması. Aslında, Çin kendisini ancak 1900’lerden beri böyle tanımlamakta. Çin hakkında birazcık bir şeyler bilen herkes, onun tarihinin bundan çok daha eskilere dayandığını bilir. Bugün bildiğimiz şekliyle Çin’in tarihi M.Ö. 221 yılına, hatta bazı açılardan çok daha öncesine dayanmakta. Bu tarih, Savaşan Devletler döneminin sonu, Qin’in zaferi ve sınırları bugün Çin’in doğu yarısının önemli bir bölümünü ve açık ara en kalabalık kısmını kapsayan Qin İmparatorluğu’nun doğuşuna işaret eder.
Çinliler iki bin yılı aşkın bir süre boyunca kendilerini bir ulus olarak değil, bir medeniyet olarak gördüler. Bugün Çin’in en temel tanımlayıcı özellikleri ve Çinlilere kimlik duygusunu veren unsurlar, Çin’in kendisini bir ulus-devlet olarak adlandırdığı son yüzyıldan değil, en uygun tanımıyla bir uygarlık devleti olduğu önceki iki bin yıldan kaynaklanmaktadır: devlet ve toplum arasındaki ilişki, çok belirgin bir aile kavramı, atalara tapınma, Konfüçyüs değerleri, guanxi dediğimiz kişisel ilişkiler ağı, Çin yemekleri, onları çevreleyen gelenekler ve elbette yazılı ve sözlü biçimler arasındaki alışılmadık ilişkisiyle Çin dili. Bunun sonuçları çok derin: Avrupa’da ulusal kimlik büyük ölçüde ulus-devlet döneminin bir ürünüyken –ABD’de neredeyse tamamen öyledir– Çin’de ise tam tersine, kimlik duygusu öncelikle ülkenin bir uygarlık devleti olan tarihi tarafından şekillendirilmiştir. Çin bugün kendisini bir ulus-devlet olarak tanımlasa da, tarih, kültür, kimlik ve düşünce biçimleri açısından esasen bir uygarlık devleti olmaya devam etmektedir. Çin'in jeolojik yapısı bir uygarlık devletidir; ulus-devlet, toprağın üst tabakasını oluşturmaktadır.
Çin, bir uygarlık devleti olarak iki temel özelliğe sahiptir. Birincisi, Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından bile öncesine dayanan olağanüstü uzun ömürlülüğüdür. İkincisi, Çin’in hem coğrafi hem de demografik ölçekte, çok büyük bir çeşitliliği bünyesinde barındırdığı gerçeğidir. Batı’nın Çin’in son derece merkeziyetçi olduğuna dair inancının aksine, aslında birçok açıdan durum tam tersidir: gerçekten de ülkeyi –ne şimdi ne de hanedan döneminde– böyle bir temelde yönetmek imkansız olurdu. Ülke, en basit ifadeyle, çok büyüktür. Bunun Çinlilerin düşünme biçimi açısından yarattığı sonuçlar çok derindir.
Hong Kong 1997 yılında İngilizler tarafından Çin’e devredildi. Çin’in anayasa önerisi ‘tek ülke, iki sistem’ cümlesiyle özetleniyordu. Batı’da neredeyse hiç kimse bu düstura pek itibar etmedi; varsayım, Hong Kong’un kısa süre içinde Çin’in geri kalanı gibi olacağı yönündeydi. Bu büsbütün yanılgıydı. Hong Kong’un siyasi ve hukuki yapısı, 1997’de olduğu gibi bugün de Çin’in geri kalanından farklıdır. Çinlileri ciddiye almamamızın nedeni, Batı’nın ulus-devlet zihniyetine sahip olmasıdır, dolayısıyla Almanya 1990’da birleştiğinde, bu sadece ve sadece Federal Cumhuriyet temelinde yapıldı; Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya) fiilen ortadan kalktı. ‘Tek ulus-devlet, tek sistem’ ulus-devletin düşünce tarzıdır. Ancak bir uygarlık devleti olarak Çin'in mantığı tamamen farklıdır. Çin çok geniş olduğu ve çok çeşitliliği kucakladığı için, mecburen esnek olmak zorundadır: ‘bir medeniyet, birçok sistem’.
Bir uygarlık devleti olarak Çin fikri, Çin’i kendi bağlamında anlamak için temel yapı taşıdır. Ve çok çeşitli etkileri vardır. Çin’de devlet ve toplum arasındaki ilişki Batı’dakinden çok farklıdır. Çin devletinin meşruiyetten yoksun olduğu ve halk desteğinden mahrum olduğu yönündeki ezici Batı varsayımının aksine, aslında Çin devleti herhangi bir Batı devletinden daha fazla meşruiyete sahiptir. Biz devletin meşruiyetinin büyük ölçüde demokratik sürece dayandığını varsayıyoruz –genel oy hakkı, rakip partiler vesaire. Ancak bu sadece bir unsur: eğer hikayenin tamamı bu olsaydı, o zaman İtalyan devleti gerçekte kronik bir meşruiyet sorunu yaşamak yerine, güçlü bir meşruiyete sahip olurdu. Bunu açıklamak için de kısmen gerçekleşmiş bir proje olarak Risorgimento1’ya geri dönmemiz gerekiyor.
Çin devletinin Çinlilerin gözünde müthiş bir meşruiyete sahip olmasının nedeni demokrasi ile ilgili değildir; aksine bu neden, devlet ve Çin medeniyeti arasındaki ilişkide aranmalıdır. Devlet, Çin medeniyetinin vücut bulmuş hali, koruyucusu ve savunucusu olarak görülür. Çin medeniyetinin –uygarlık devletinin– birliğini, uyumunu ve bütünlüğünü korumak en yüksek siyasi öncelik olarak algılanır ve Çin devletinin kutsal görevi olarak addedilir. Devletin çeşitli derecelerde şüpheyle, hatta düşmanlıkla karşılandığı ve sonuç olarak bir yabancı olarak görüldüğü Batı’nın aksine, Çin’de devlet bir mahrem, ailenin bir parçası, hatta ailenin reisi olarak kabul edilir; ilginçtir ki bu bağlamda ulus-devlet için kullanılan Çince terim, ‘ulus-aile’dir.
Ya da oldukça farklı bir örnek üzerinden gidelim. Çinlilerin yüzde 90’ından fazlası kendilerinin tek bir ırktan, Han ırkından olduğunu düşünmektedir. Bu, dünyanın en kalabalık diğer uluslarından –Hindistan, Amerika Birleşik Devletleri, Endonezya ve Brezilya gibi hepsi de çok ırklı olan ülkelerden– olağanüstü denecek kadar farklı bir durum. Elbette gerçekte Han halkı pek çok farklı ırkın ürünüdür ama Han halkı kendini böyle görmez. Bunun nedeni de bizi uygarlık devletine ve onun belirleyici özelliklerinden birine, yani Çin’in olağanüstü uzun ömrüne geri götürüyor. Binlerce yıl boyunca, kültürel, ırksal ve etnik birçok sürecin sonucunda, Han’ı oluşturan birçok ırk arasındaki farklılıklar, artık önemini yitirecek kadar zayıflamıştır.
Çin’e kendi medeniyetimizin bir ürünüymüş ya da öyle olması gerekiyormuş gibi davranmaya devam edersek, onu asla kavrayamayız. Çin’e yönelik mevcut yaklaşımımız, kibir ve cehaletin bir sonucudur. Ve bizi şaşkın, kafası karışık ve yabancılaşmış bir halde ortada öylece kalakalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta. Tarihsel mirasımız ve onun doğurduğu zihniyet, şu anda önümüzde belirmekte olan yepyeni dünya için bize yeterli donanımı sunmamakta.
🌍
Çevirmen Notu;
Risorgimento: (İtalyanca; diriliş veya yeniden doğuş) İtalya'nın birleşmesi ve bağımsızlığı için İtalya yarımadasında bulunan birçok devleti bir araya getirip, tek bir devlet olarak İtalya Krallığı'na dönüştürmeye çalışan politik ve sosyal hareket.