Yeni Sahiplik İlişkisi: Kapitalizmin Mutasyonu ve Bir Ekonomik Türün Neslinin Tükenmesi
Yirmi Birinci Yüzyılda Feodalitenin Dönüşü Araştırmaları // Bölüm 1: Teorik Çerçeve ve Ana Hatlar, Vol.2
Orijinal adı; ‘‘Landlordization of Capitalism and Extinction of an Economic Species’’
Yazar: Richard Westra, University of Opole, Polonya ve University of Macau, Çin
Yayım Mecrası ve Tarihi: Palgrave Macmillian yayınları, 2019, Palgrave Insights into Apocalypse Economics serisi, Periodizing Capitalism and Capitalist Extinction, Chapter 8,
Yazı Dizisi Editörü, Çeviri ve Kapak Resmi:
Redaktör:
Uzun sözün kısası; mevcut gelişmiş toplumlar, neoliberal devletin neredeyse iflas etmiş komuta kurumlarını kurtarma ve desteklemedeki programlayıcı rolü ile bir nebze sosyal refahı yönetebilme kabiliyeti olmadan, basitçe söylersek, çökecektir. Nihai neoliberal çözüm ise bu bataklığın bedelini ödemek üzere insanlığın kemiklerindeki son et parçalarını kazımak için kemer sıkmaktır.
Başlarken…
Ekonomik hayatın finansallaşması tartışmalarına tam vaktinde dahil olan Francois Chesnais, “işlev olarak sermaye’’nin ‘‘mülkiyet olarak sermaye”ye nüfuz etmesi (etkisinin ve eğiliminin yayılarak onunla kaynaşması) olarak özetlenebilecek şekilde, dünya ekonomisindeki dönüşümlerin önemli bir özelliğine dikkat çekmektedir.1 Kabaca Chesnais'in kastettiği husus şudur: Burjuva iktisadının “vekâlet teorisi” aracılığıyla uydurduğu hissedar değeri ve bu doktrin sayesinde ulus ötesi şirketlerin mülkiyet ve kontrol ilişkilerini nasıl değiştirebildiği olgusu! Bununla birlikte özellikle kâr peşinde koşan ve devasa kurumsal portföyleri elinde tutan özel sermaye veya varlık yönetimi şirketlerinin mülkiyet denklemine dahil edilmesi konusu.2
Ancak Chesnais tarafından ortaya atılan işlev olarak sermayenin nüfuz ettiği mülk veya varlık olarak sermaye tezi, tarihin yaşanan akışı göz önünde tutulduğunda Chesnais'in yorumundan çok daha derin ve geniş kapsamlı sonuçlara gebedir.3
İşbu kavramların hakkını vererek inceleyebilmek için öncelikle Karl Marx'ın Kapital'deki analizlerine, özellikle ‘mülkiyet olarak sermaye’ analizine geri dönmek gerekir.
***
Marx, Ricardo, Keynes: Mezarında Kıvranan Hangisi?
1970'lerden başlayarak 1980'ler ve 1990'lar boyunca büyük ekonomiler arasında meydana gelen değişiklikleri ele almaya çalışan teorileri gözden geçirdiğimizde, bu değişimlere post-endüstriyel, örgütsüz, esnek uzmanlaşma ve benzeri isimler verildiğini görüyoruz. Söz konusu kavramsallaştırmaların kapitalizmi sorunsallaştırma açısından başarısız olmasının bir ortak noktası vardır: Teorisyenlerin kapitalizmin temelde ne olduğunu anlamak için hiçbir dayanak göstermeden olguları stilize etmek için kullandıkları strateji.
Bir başka deyişle, imalatçı işçi sınıfının azalması ve hizmet sektörünün hızla genişlemesi gibi dönüştürücü süreçlerin yanı sıra robotik vb. bilgisayar teknolojilerinin giderek daha fazla uygulanır hale gelmesine yapılan atıflar, ekonomik dönüşümü açıklamaya çalışan günümüz entelektüelleri tarafından aslında Marx'ın tarihsel materyalizm teorisini eleştirmek için bir araya getirilirler. Oysa Marx'ın ünlü “Önsöz”ü, üretim biçimlerinin tarihsel seyrini, gelişen üretim güçlerinin yeni bir toplumsal düzene gebe kalması ve yeni düzenin ortaya çıkışını kısıtlayan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşmesi açısından ele almıştı. Bu bağlamda Kapital’e aşina olan okuyucular, eserin birinci cildinde emek gücünün metalaşmasının kapitalizmin olmazsa olmazı olduğunu iyi bilirler, zira Marx, emek gücünün metalaşmasıyla “ikili bir anlamda özgürleştirilmesi”ni kastetmişti: Emek gücü, hem toprak ve üretim araçlarına erişimden “özgürleştirilmiştir’’ hem de kalan mallarını (yani çalışma yeteneği) üretim araçlarına sahip olan sermayenin satın alabilmesi için piyasada serbestçe dolaşıma çıkartabilir.4
Kapitalizmin doğuşu, topraktan ve diğer üretim araçlarından ayrışabilmiş olan üreticilerin sermaye birikimi için sahip oldukları elverişliliğe dayanır. (Bir başka deyişle kapitalist bir toplumda ilerlemenin ve genişlemenin motoru artı-değer üretimidir.)
Marx, eserin birinci bölümün sonuna geldiğinde insanlık tarihinde gerçekten ortaya çıkan öncü kapitalist ekonomi olan Britanya'da emek gücünün metalaşmasının gerçekleştiği o ilk birikim süreci üzerine uzun bir tarihsel gezintiye çıkar.5 Ancak yine de üçüncü bölüme kadar toprağın mülkiyeti ve değeri sorunlarını ele almaz. Bunun öncelikli sebebi, toplumun emek ve üretim sürecinin, metaların değer nesneleri olarak üretilmesi amacıyla sermaye tarafından ikame edildiği temel sermaye-emek ilişkisiyle ilgileniyor olmasıdır. Açıkçası toprak kendi başına bir varlık olarak emek-sermaye çelişkisinde hiçbir işlevsel rol oynamaz. Fakat toprağın kendi başına değer nesneleri olarak meta üretiminde bir rolü olmasa bile bizzat toprağın kendisi kullanım değerine sahiptir ve meta üretiminin zorunlu bir bileşenidir. Ve buradan hareketle Marx, kapitalist toplumsal ilişkiler ve yapısal kategorileri daha ayrıntılı olarak açıklamaya başladığında, sermayenin toprakla üretimin kilit bir alanı oluşunu ve kapitalist iş bölümünün bir bileşeni olarak tarım ürünleriyle nasıl ilişki kurduğunu izah etmeye başlar.6
Bir diğer sebebi ise kapitalist değer artırımının insanlığın geldiği o evrede toprak ağalığına ihtiyacının olmamasıydı. Marx kapitalist tarımı teorik olarak ele aldığında toprak sahiplerinin ne tarıma yatırım yaptığını ne de bizzat çalıştıklarını düşünürdü: ‘‘Tarımda kapitalizm, toprak mülkiyeti ile toprak arasındaki ilişkiyi öylesine çözer ki, toprak sahibi tüm yaşamını İstanbul'da geçirebilirken, toprak mülkiyeti ise İskoçya'da kalabilmektedir” der ve devam eder Marx: ‘‘Kapitalist çiftçiler tarafından toprağa yapılan yatırım toprağın üretken değerini yükselttikçe, “[mülk sahipleri] kendi katılımları olmadan sağlanan toplumsal gelişmenin sonucunu kendi kişisel cüzdanlarına atarlar.’’7
Üçüncü ve son olarak, Marx'ın sermayeyi mülkiyet olarak ele almasının günümüzün ekonomik rahatsızlıkları ile ilgili açığa çıkardığı en önemli husus, toprak sahibini nasıl değerlendirdiği ile ilgilidir. Kapitalistleştirilmiş tarımı kuramsallaştırırken Marx, toprak sahibinin üretimde ya da yatırımda hiçbir ekonomik rol oynamasa bile bir rant kategorisi olarak toprağın ve yasal sahibinin kapitalist ekonomiye rasyonel bir şekilde dahil edilmesini sağlayan bağlantıyı gösterir. Ancak sermayenin bu süreçte dikkatli davranması gerekir; zira hem özel mülkiyet hem de üretim araçlarının özel mülkiyeti kendi ön kabullerini zaten olușturmuştur. Bu sebeple teori toprak mülkiyetinin sermaye için yabancı bir ilke olduğunu çünkü toprak mülkiyetinin karanlık tarihsel miraslara bağlı olduğunu işaret etmektedir. Toprak sahibi olmak bu açıdan bir mülkiyet olarak sermaye kabul edilmesi halinde, bu durum meta mülkiyetinin kapitalist piyasada serbest dolaşım biçimiyle taban tabana zıtlık oluşturacaktır. Çünkü metalaşan emeğin dahil olduğu Metalar Piyasası, onlar için kapitalist açıdan rasyonel bir “orijinal” fiyatın ödenmiş olduğu gerçeğine dayalı olarak alınıp satıldıkları yerdir.
Marx'a göre sermayenin toprak mülkiyetiyle ilgilenebilmesi için (kendi varsayımını bozmadan) öncelikle yasal bir kurgu yaratması gerekmekteydi. Bu kurgu, doğa tarafından insanlığa miras bırakılan ancak kapitalist çağın şafağında belirli bir toplumsal sınıfın elinde tekelleşmiş halde olan arazilerin, kapitalist toplumdaki tüm meta sahiplerinde olduğu gibi, mevcut sahiplerinin de ‘yasalarla korunan ayrıcalıkları’ sayesinde mümkün olabilirdi. Öte yandan toprak mülkiyetinin yasal kurgusu bir kez oluşturulduğunda, araziler böylece metaların dolaşımına, mülkiyeti rantın gelir akışına hak teşkil eden bir “varlık” olarak entegre edilebilirlerdi.
Mülkiyete tahakkuk eden rant yoluyla sermaye, artı-değer talebinde bulunan “dışsal” bir varlığı tanıyarak kendi ilkelerini esasen esnetmektedir. Bununla birlikte kendi ilkelerini eğip bükerken, kira fiyat ve gelirlerinin piyasada ulaştığı seviyeye göre aslında sermaye, toplumun üretici güçlerinin değer artırımı amacıyla kullanılması vasıtası ile, bir kapitalist sınıf hakimiyeti tesis etmektedir. Yani özetle sermaye, toprak mülkiyetini bir “varlık” olarak alıp satmak ya da bu tür faaliyetlerden elde edilen kira gelirleriyle zenginleşmek gibi bir modus vivendi (ÇN: hayatta kalma/yaşamını sürdürme alışkanlığı) peşinde değildir.
David Ricardo ise rantın üretimden elde edilen kârı yuttuğu durumlardan şikâyet ederken o meşhur iddiasını dile getirmişti: Yutma halinin “tüm birikimi durduracağını” ve “birikimin sonu” olacağını iddia etmişti.8 Zira arazinin fiyatına ve kiralama bedeline daha ziyade “kapitalizasyon yöntemi” ile ulaşılır ve bu yöntem, arazi söz konusu olduğunda üretken emeğin kullanılması ile onun potansiyel verimliliğine dayanır.9
Buna karşılık Marx, kapitalistleşme yöntemini tam olarak açıklamak için faiz kavramını ayrıntılı bir şekilde ele alır ve mülk sahibi olmayı bizzat şu şekilde tarif eder: Kendisine “dışsal” olan bir varlık için bir tür gelir akışına hak kazanmak. Bu sayede Marx'ın göstermiş olduğu aslında sermayenin bu ilkeyi faiz kategorisiyle kendisine “içsel” olarak uygulama biçimidir. Diğer bir deyişle, Marx'ın ilk olarak atıl para olarak adlandırdığı “atıl rezervler” sermayenin üretken, kâr getiren döngüsünden çekildiklerinde, artık sermaye olmaktan çıkarlar.10 Bunun yerine bankacılık sistemi vasıtası ile bu atıl rezervler toplumsallaştırıldıklarında; ki bu sistem atıl fonların yatırıldığı para piyasasını amaçlar; sermayenin kendisi artık bir metaya ya da “varlığa” dönüştürülmüş olur. Böylelikle fonların emanetçisi olan bankalar için, varlıklarının mülkiyetini tahakkuk ettiren, kârdan daha ziyade faizden oluşan bir gelir akışıdır.
Aynı şekilde ticari bankacılık kapsamında faiz oranları kapitalist piyasada fonlanmanın arz ve talebine göre belirlenir. Bu durum ise metalaştırılmış emek gücünün üretim merkezli, kâr getiren ve gelir getiren faaliyetlerde potansiyel olarak kullanılmasına yönelik yatırım koşullarına bağlıdır. Böylece çok eski ve çağdışı olan, Nuh Tufanından Kalma (Antediluvian) borç sermayesi ile tefecilik, toplumsal servet üzerinden yırtıcı bir şekilde beslenen borç para dağıtımı, artık sermaye onu meta ekonomisi mantığıyla ele geçirip dönüştürdüğü ve bankacılık sektöründe toplumsal olarak kullanılabilir hale getirdiği için fiilen etkisizleşir.
Filhakika sermayenin kendisinin bir meta olarak alınıp satıldığı durumda ortaya çıkan kapitalizasyon yönteminin prizması aracılığıyla, toprağın bir meta olarak nasıl satın alınabileceğini ya da fiyatı sermayeleştirme yöntemi tarafından belirlenmiş gelir getiren bir varlık olarak elde nasıl tutulabileceğini kavramak mümkündür.11 Kira kavramı ancak bu şekilde kapitalist açıdan rasyonel bir forma kavuşur.
Gelgelelim, toprak sahibi sınıfın kârları yutmak için rantı artırma gücü karşısında eğer Ricardo acı çektiyse, John Maynard Keynes de Ricardo'nun deyimiyle “tüm birikimi durduracak” şekilde ‘‘yatırımları üretim merkezli faaliyetlerden çekerek finansal varlıklara tahakkuk eden potansiyel gelir’’ sebepli 1929 Buhranının kâbusunu yaşamıştı. Bu sebepledir ki Keynes, ünlü savını ortaya atmış, kendi döneminde rantiye sınıfına ötenazi uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür.
Hem Ricardo hem Keynes, günümüzün ekonomik çıkmaz sokağında olduğu gibi kâr getiren, üretim merkezli servetin eşzamanlı olarak rant ve rantiye sınıfına aktarılmasına tanıklık edebilmiş olsalardı, muhtemelen mezarlarında kıvranırlardı.
Bu noktada günümüzü daha anlaşılır kılmak için öncelikle iş dünyasının gurusu Peter Drucker'ın, bir grup fon sahibinin elinde tuttuğu fonların gerçek sermayeden daha yüksek bir hacme sahip olduğu ve neoklasik iktisadın bu durumu açıklayabilecek bir teorisinin olmadığı yönündeki eleştirilerini hatırlatalım. Drucker ayrıca böyle bir konstelasyonun gerçekleşmesinin “kapitalistsiz kapitalizm” ya da “post-kapitalizm” toplumunun gelişini nasıl müjdelediğini de iddia etmektedir.12 Halbuki sosyalizm söz konusu olduğunda, işçi sınıfının genişlemesi, endüstriyel yığılma, girişimciler yerine memurlar tarafından yönetilen firmalardan kaçınan ve giderek devleşen tekelci pazarın mülkiyetinin reorganizasyonu yönündeki eğilimler, toplum çapında rasyonel planlamaya dayalı sosyalist geleceğin habercisi olarak görülüyordu.
Sanayi sonrası toplumun öncülerinin iddia ettiği gibi bu eğilimler tarihin gerçek akışı tarafından altüst edildiğinde Marx'ın “yanıldığı” da kanıtlanmış oldu. Ancak dikkat edilmelidir ki günümüze kadar uzanan tarihsel değişimin en iyi meta-teorik açıklaması olmaya devam eden Tarihsel Materyalizm, en geniş anlamıyla “yanlış” değildir. Yanılttığı husus ise kapitalizmin özgül çelişkisi ve bu çelişkinin analizinin bize kapitalist değişim ve karşılaştırmalı olarak kapitalizmin tarihsel sınırlılıkları hakkında ne söylediği konusundaki belirsizliktir.
Marx, elbette bu durumun farkındaydı; zira epey incelikli tarih teorisinin yayınlanmasının ardından, hayatının geri kalanını tüketecek olan sermaye üzerine derinlemesine bir çalışmaya yönelmişti. Kapitalist meta ekonomisine ilişkin en sistematik kuram olan Kapital’de sermayenin temel çelişkisini, değer ile kullanım değeri arasındaki çelişki olarak göstermiştir:
Kapitalist bir toplumun tarihsel varlığı, insanın kullanım değeri olan yaşamının soyut değer artırımı amacıyla sermaye tarafından yönetilebilirliğine dayanmaktadır.
Bu sebepledir ki Marksist ekonomi politik, (yazıldığı dönemden hareketle) kapitalizmi dönemselleştirirken bizlere pamuklu tekstil gibi “hafif” kullanım değerlerinin kapitalist değer artırımına özellikle uygun olduğunu söylemektedir.
***
Rant Hortumu ve Sermayesiz Kapitalizm
Çelik ve endüstriyel kimyasalların yanı sıra dayanıklı tüketim mallarının kitlesel üretimini içeren daha ağır, daha “dolambaçlı” üretim biçimlerinin kapitalistçe yönetiminin zorunlulukları, sermayeyi değer artırımı için kapitalist olmayan, ekonomi dışı desteklerin genişleyen bir matrisine başvurmaya zorlar.
Sanayi sonrası toplumlarla ilgili füturistik düşüncelerin çoğunun ardında yatan temel bir soru ise, teorisyenlerin ortaya koyduğu gibi böyle bir ekonominin kullanım değeri boyutlarının kapitalist “piyasa” ilkeleriyle (ekonomi dışı destekler matrisiyle bile) yönetilmeye uygun olup olmadığıdır.
Bu sorunun yanıtlanmasında da birkaç sorun bulunmaktadır:
Bunlardan ilki, finansal olmayan-maddiyat dışı varlıklar olarak adlandırılan, bilgi, markalaşma, tasarım, araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) ve Carlota Perez'in "mikroelektronik paradigması"na göre enformasyon teknolojilerinde olduğu gibi donanımının büyük kısmı "endüstriyel" veya "maddi" olmayan şeyleri "ölçme"nin büyük bir problem teşkil etmesi ile ilgilidir. Bu ölçüm sorunu hem piyasa fiyatlandırmasını hem de münferit gayri maddi varlıkların “dolaylı maliyetlerinin” değerlendirilmesini ve bunların ekonomi genelinde nasıl ele alındığını içermektedir.13
İkinci bir sorun, dolaylı maliyetlerin doğrudan maliyetlerin önüne geçtiği koşullar altında endüstriyel ekonominin geri kalan bileşenlerinin ele alınmasının gerekliliği ile ilgilidir.
Üçüncü mesele ise en paradoksal olanıdır ve kapitalizmin doğası hakkında tüm tartışmaların kalbine iner: Her ne kadar üretim merkezli faaliyetin maddi varlıklarına dahil edilmeleri onları gerçek sermaye ile “hareket eder” hale getiriyor olsa bile maddi olmayan varlıklar kendi başlarına sermaye değildir, fakat kendi içlerinde bir tür mülkiyet hatta “varlık” oluşturabilirler. (Örnek: Dijital para birimleri, tokenler).
Ve tüm bu maddi olmayan varlıklar, reel sermayenin üretim merkezli, kâr getirici faaliyetlerine dahil olsalar bile onların mülkiyeti rant biçiminde temellük eder veya el değiştirir.
Dolayısıyla burada ortaya çıkan soru, Drucker'ın reel sermayenin büyüklüğünü aşan atıl fonların bir havuzda toplanmasıyla ilgili olarak sorduğu ve mevcut ekonomiyi “kapitalistleri olmayan kapitalizm” olarak nitelendirmesine yol açan soruya benzer bir sorudur. Halihazırda Jonathan Haskel ve Stian Westlake de “sermayesiz kapitalizm” terimiyle aslında yine aynı soruyu ortaya atmış oldular.14
ABD ekonomisinde 1985 yılı, finansal hizmetlerin milli gelire (geleneksel ölçüme göre tekrar gözden geçirilmesi gereken hayati bir nokta) imalattan daha fazla katkıda bulunduğu ilk önemli yıl oldu. Güncel tahminlere göre ise finansal hizmetler ABD gayrisafi yurtiçi hasılasının (GSYH) yüzde 40'ından fazlasına katkıda bulunmaktadır. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü'ne göre şu anda küresel üretimin yüzde 30'undan fazlasını oluşturan bilgi ve teknoloji yoğun endüstriler, fikri mülkiyet haklarından, mal ve hizmet üretiminden daha fazla gelir elde etmektedir. Markalaşma, tasarım, telif hakları, patentler ve benzeri alanlarda fikri mülkiyetin yükselişi için kritik yıl 1995'tir.15 Bir başka tahmine göre, patentler gibi maddi olmayan varlıklar bugün “ABD kurumsal sektörünün üçte biri ile yarısı arasında” bir paya sahiptir.16
Aslına bakarsanız küresel çapta patent başvuruları, üretimi küresel değer zincirleri halinde parçalara ayıran ulus aşırı şirketlerin küreselleşmesinin “küçült ve dağıt” süreçleriyle birlikte çarpıcı bir şekilde artmıştır. 2011'de yapılan iki milyon patent başvurusu, 1995'te dünya genelinde yapılan başvuru sayısının iki katından fazladır. 2013 yılında dünya genelinde 2.6 milyon patent başvurusu yapılmış, 2014 yılında ise bu rakam 2.7 milyona yükselmiştir. Gerçekten de 2014 yılında dünya çapında 10.2 milyon patentin yürürlükte olduğu tahmin edilmektedir.
2009 gibi erken bir tarihte, yürürlükte olan 6.7 milyon patentin tahmini küresel değeri 10 trilyon dolardı. Daha o tarihlerde patent değerinin küresel olarak ‘patent stokları’ ile arttığı varsayımıyla, patent değerinin küresel olarak 2015 tahmini 15 trilyon dolar veya dünya GSYİH'sinin yüzde 20'si olarak öngörülmekteydi. 2014 yılında dünya genelinde yürürlükte olan 10.2 milyon patentin %25’i ABD'ye aitken, Japonya %19 ile ikinci sırada yer almaktaydı.17
Fikri mülkiyet kullanımı için 2014 yılında yapılan sınır ötesi ödemeler yaklaşık 300 milyar dolar olup, bu rakam 2000 yılı tahminlerinin üç katından fazla ve 1990 yılı rakamlarının on katıdır. Sınır ötesi ödemelerin yaklaşık yüzde 40'ını ABD gerçekleştirmektedir. Örneğin sadece 2013 yılında 129 milyar ABD doları tutarındaki fikri mülkiyet ihracatının 45 milyar doları patentlere, 43 milyar doları yazılıma ve 17 milyar doları da ticari markalara gitmiştir. Son kalem 1995'ten itibaren üç kat artarak 2014'te 7,5 milyona ulaşmıştır.
Böylelikle 1987'den 2011'e kadar ABD'nin markalara yaptığı yatırım, maddi olmayan varlıklara yapılan tüm yatırımların yüzde 22'sine tekabül ederek Ar-Ge veya tasarıma yapılan yatırımdan daha büyük bir hacme ulaşmaktadır. Bir diğer örnek ise, ABD işletmelerinin 2011 yılında markalara yaptığı 466 milyar dolarlık küresel yatırımla başı çekmesidir. Apple'ın 2015 yılında 145 milyar dolar değerinde olduğu tahmin edilen markası, piyasa değerinin yüzde 20'sini oluşturmaktadır ve sahip olduğu patent stoku daha da değerli hale gelmiştir.18
Editör Notu:
2024 senesine geldiğimizde dünya genelinde yürürlükte olan 4 milyondan fazla yerli buluş patentine sahip ilk ülke olarak Çin, patent sahipleri listesinin ilk sırasına yerleşti. Çin'in ilk 1 milyonuncu patentini kaydettirmesi 31 yıl sürerken, son 1 milyon patentini kaydetmesi sadece 1.5 yıl sürmüştür. Üstel ilerleme/büyüme yasasına birebir uyan bir örnek teşkil ettiği için büyümesinin fazlasıyla katlanarak ilerleyeceği öngörülmektedir.
Tüm bunlardan hareketle yukarıda sorduğumuz esrarengiz üçüncü soru, yani ‘sermayesiz kapitalizmin aslında bir tür kapitalizm olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği meselesi’, bizleri Mandel'in geç kapitalizm hakkında belirttiği sorun ile yüzleşmek zorunda bırakıyor. Bir başka deyişle, ‘Robotizm ve Bilgi teknolojileri Ekonomisi’, spesifik olarak herhangi bir kapitalist ekonomide sermaye birikimini tazelemeye gerçekten fayda sağlar mı? Bizzat sermayenin artan organik bileşimini dengelemek amacıyla, artı değer oranlarını yeterince artırmasını sağlayabilmekte midir? Bu konuyu tartışmak zorunlu hale geliyor.
Geç kapitalizmin tam ölçekli sanayi ekonomilerinde, sömürü oranlarını artırma çabaları ve girişimleri boyunca sermayenin hiçbir zaman yeniden yapılandırılamaması olgusu Mandel'in şüpheciliğini doğrulamaktadır. Daha ziyade sermaye ayrışmaya gitmekte, zirvedeki işletmeler üretim merkezli donanımlarını dışsallaştırmakta ve üretim organizması, çoğunlukla alt ürünlerin dünyayı dolaştığı ‘Küresel Üretim Zincirleri’ içerisinde, parçalanmaktadır. Kuşkusuz uzun yıllar boyunca Çin vb. Asya’daki düşük ücretli yerlerde yoğunlaşan küresel zincirler sayesinde kısımlara ayrılan üretim, küresel artı değer havuzunun genişlemesinin başlıca sebeplerinden biri olmuştur ve bu ‘başarı’ kısmen emek gücünün yeniden üretim maliyetlerinin altında ücretlendirilmesiyle kotarılabilmiştir.
Özellikle 1978 sonrası “reformlar” ve Sovyet dönemindeki “iç pasaport” sistemi ya da Karl Polanyi’nin de üzerinde çalıştığı Speenhamland Sistemi veyahut Yoksullar Yasası benzeri emek gücünün hareketliliğini kısıtlayan ‘Hukou modeli’ nin getirdiği kendine özgü toprak sahipliği düzenlemeleri göz önüne alındığında, Çin bu tür bir model için verimli bir zemin teşkil etmekteydi.
Editör Notu:
Speenhamland sistemi, 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında İngiltere ve Galler'de kırsal kesimdeki yoksulluğu azaltmak amacıyla hayata geçirilen ve çalışan ancak yetersiz gelire sahip olanların gelirlerini, ekmek fiyatlarına bağlı olarak belirli bir düzeye çıkarmayı hedeflemiş olan, ekmek fiyatlarındaki dalgalanmalar baz alınarak fiyatlar pahalılaştıkça sağlanan desteğin ölçüsünün de arttığı bir sosyal yardım programıdır. Günümüz Türkiye’sinde yerel yönetimlerin gıda yardımı, kira ve fatura desteği, eğitim ve geçim yardımı gibi organizasyonlarda bulunmasına benzeyen daha organize bir süreçtir.
Speenhamland sistemi, her ailenin asgari bir gelir düzeyine ulaşmasını garanti altına almayı amaçlamaktaydı. Aile ne kadar kalabalıksa, alınan yardım da o kadar artardı ve bu açıdan yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kamu kaynaklarını kullanarak sığınmacılara ve mültecilere yapılan organize desteklere benzemektedir. Zira sistem, her ailenin asgari bir gelir düzeyine ulaşmasını garanti altına almayı amaçlıyordu.
Başlangıçta yoksulluğu hafifletmek için tasarlanan Speenhamland sistemi, ücretlerin baskılanması, bağımlılık sorunu gibi sorunların doğmasına sebep olmuş, mali yük artışına sebebiyet vermiştir. İşverenler, devletin yoksullara sağladığı destek nedeniyle çalışanlarına daha düşük ücret ödemeye başlamışlar, bu durum, işçilerin gelirlerinin yetersiz kalmasına neden olmuş, dahası devlet yardımlarına bağımlı hale gelmelerine yol açtığı gibi sistemin maliyeti devlet için büyük bir yük haline gelmiştir.
Speenhamland sistemi, 1834 yılında Yeni Yoksul Yasası'nın kabul edilmesiyle sona erdirilmiştir. Fakat yerine getirilen Yoksullar Yasası bu kez yapılan yardımları kısıtlayarak, çalışma evlerinde kalmayı zorunlu kılmış, çok daha otoriter biçimde yardım sistemini kökten değiştirmiştir.
Çin’de hala yürürlükte olan Hukou modeli ile karşılaştırıldıklarında, bu sistemlerin kendi dönemlerinin sosyoekonomik sorunlarına tepki olarak doğduğunu ancak yapısal eşitsizlikleri derinleştirdiğini görebiliriz. Gelgelelim Speenhamland, erken kapitalizm döneminde bir refah denemesi olarak tarihe karışırken Hukou, modern Çin’in kalkınma stratejisinin bir aracı olarak varlığını sürdürmektedir. Bunun sebeplerinden başlıcası modellerin neye istinaden bina edildiğinde yatmaktadır: Açıkçası Speenhamland açlık isyanlarını, Hukou ise kentleşme baskısını önlemeyi hedefleyerek tasarlanmıştır.
Hukou, vatandaşları kırsal ve kentsel olarak ikiye ayıran bir nüfus kayıt sistemidir, vatandaşları statülendirir. İnsanların sahip oldukları Hukou statüleri, doğdukları bölge ile belirlenir ve devletin sunduğu eğitim, sağlık hizmetleri gibi olanaklara erişimleri bu statüleri oranında sağlanır. Amaç, kırsal nüfusun kentlere göçünü kontrol altında tutmak, insanları doğdukları yerde istihdam ederek gerekli güvenceleri sunmak ve sanayi merkezlerinde aşırı nüfus yığılmasını engellemektir. Zira bu model sayesinde Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarını "kırsal" ve "kentsel" olarak kaydedip sosyal hakları (eğitim, sağlık, konut) bu statüye indirgeyebildiği için kırsalda yaşayan Hukou kaydı olanların şehirlere kalıcı yerleşimini yasaklayabilmektedir.
Gelgelelim Speenhamland yasası yürürlükten kaldırılırken (1834) ve kendi döneminde işsiz kalanları güç kullanarak çalışma evlerine zorlayan daha katı bir sistem olan Yeni Yoksullar Yasasına sahneyi devrederken, Hukou Çin'in sanayileşmesi için ucuz işgücü kaynağı oluşturmayı başarmıştır. Her ne kadar 2014'ten itibaren kademeli reformlarla küçük şehirlerde Hukou değişimi (statü atlama) kolaylaştırılmış olsa bile metropollerde kısıtlamalar yürürlükte olduğu için rejim mevcut haliyle adı Halk Cumhuriyeti olarak belirli oranda gelir ve sağlık güvencesini garanti etmekle birlikte hareket ve yerleşim özgürlüğüne getirilen kısıtlar ile sosyal adaletsizliği beslemeye devam etmektedir.
Öte yandan Çin’in bir Asya toplumu olmasına binaen Hukou sisteminin taşıdığı ideolojik misyon, ayrıca önem arz eder.
Bu model (Hukou) Çin'deki işçileri yarı zamanlı, geçici ve güvencesiz istihdama yatkın hale getirerek gelişmiş kapitalist ekonomilerde olduğu gibi emek gücünün tamamen metalaşmasına engel olmaktadır. Bu tip ekonomilerde işçi sınıfı, kentleşmiş sanayileşme, birincil sektör istihdamı ve kırsal nüfusun radikal bir şekilde azalması ile toptan emilim yoluyla oluşur. Çin'de işçiler imalattan geçimlik tarıma “gidip gelmekte”, gençleri yetiştirme ve yaşlılara bakma gibi yeniden üretim maliyetlerini ise dönemlik olan ikincisine bırakmaktadır. Açıkçası Çin'in bugünkü büyük birincil sektör istihdam seviyesini ele alır ve kentleşme istatistiklerinde “yüzen nüfusunu” göz önünde bulundurursak, günümüz gelişmiş ekonomilerinin on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki görünümüne yakın bir profil sergilediğini fark ederiz.19
Bugüne dek bizleri getiren sürecin zirvesinde, bir şeyler üretmenin tıpkı kapitalist çağın başlangıcındaki “dışarıdan hizmet alma ” sistemlerini anımsatan, en iyi ihtimalle emek gücünün değerinin altında ücretlendirilen bir yarı-proletaryaya ihale edilmesinin sebep oldukları, kapitalizmin çözülüşü hakkında çok şey söylese de bu konuda daha da öğretici olanı, yatırım denkleminin yansımalarıdır.
Duncan Foley'in ifadesiyle, soruna burjuva iktisadının büyülü prizmasından yaklaşırsak,20 küresel olarak ‘üretken emek kategorisinden’ çıkartılmış olan ancak küresel GSYİH'nın yarısı ile üçte ikisi arasında bir değere eşit hale gelmiş olan, kısacası alabildiğine genişlemiş artı değer havuzunda, post-endüstriyel bilgi ekonomisindeki işletmelerin servet biriktirmesi için “sınırsız” olanaklar bulunuyor. Ancak, fikri mülkiyetin stratejik coğrafi havuzu olan bir ülkeye, hatta bir ya da iki büyük işletmeye fayda sağlayabilecek olan şey, ekonominin bütünü için geçerli değildir. Çünkü Kapitalist bir toplumda beşeri malzemenin yeniden üretimi hala üretken emek gücünün sömürülmesiyle ortaya çıkan artı değer havuzuna bağlıdır.21
Örneğin 2016 yılını baz alırsak, küresel ekonomi ölçeğinde, mesela tüketici elektroniği ve diğer tüketim mallarındaki tedarik zincirleri, Doğu ve Güneydoğu Asya'dan geçerek nihai montaj için Çin'e ulaşırken başta ABD olmak üzere gelişmiş yüksek gelirli ekonomilere yönlendirilen uluslararası fikri mülkiyet gelirleri düşük ve orta gelirli ülkelere tahakkuk ettirilenden 100 kat (323 milyar ila 3 milyar dolar arasında) daha fazlaydı.22
Bir ulus aşırı üretim ve tedarik zinciri örneği olan Apple ve onun iPhone örneğini ele alalım: (2016 itibariyle) iPhone'larının perakende satış fiyatının yüzde 60'ı, ürünler nerede satılırsa satılsın (ABD merkezli bir şirket olarak) Apple'a akmakta ve Apple'a yüzde 40'lık bir kâr marjı sağlamaktadır. Buna, çevrimiçi uygulama satışından elde ettiği kira geliri dahil değildir.23
Bununla birlikte Asya Kalkınma Bankası tarafından Apple'ın telefonunun ilk versiyonu (2007’de piyasaya sürülen ilk iphone) üzerine yapılan bir araştırmaya göre, ihracat değerinin yüzde 96'sından fazlası başka bir yerde üretilmiş olan yani yeniden ihraç edilen bileşenlerden kaynaklanırken maliyetinin yüzde 3,6'sı Çinli işçilere yüklenmiş durumdaydı.24
Editör Notu:
Karşılaştırma yapabilmek amacıyla; 2007 vs 2023, ilk iPhone vs iPhone 15 Pro Max, 2023 itibariyle bu model ürünün ülke payları; kârın bölgesel dağılım oranları şu şekildedir:
Amerika Birleşik Devletleri: %33
Güney Kore: %29.4
Japonya: 10.2
Tayvan: %9.1
Çin: % 2.5
Diğer ülkeler: %15.8
Not: Verileri sağlayan
ve @doctoelavinia hesaplarına teşekkür ederim.
Özetlemek gerekirse yukarıda sunduğumuz analiz, büyük ekonomilerde soyut yatırımların somut yatırımları geride bıraktığını ortaya koymaktadır.
ABD’de ekipmana, yeni fabrikalara ve hatta Ar-Ge gibi maddi olmayan varlıklara yapılan yatırımlar, üretim sektöründe 2000 ile 2010 yılları arasında %21 oranında keskin bir düşüş yaşadı.25 Küresel değer zincirleri boyunca üretimin dilimlenip parçalanarak düşük ücretli bölgelere kaydırılmasıyla, nihai ürünlerin değerindeki maddi olmayan varlıkların payı 2000 yılından itibaren artış göstermektedir. Ayrıca, küresel zincirlerin "lider segmentlerinde" daha yüksek düzeyde maddi olmayan varlık yoğunluğunun olduğu kanıtlanmıştır.26 Bu durum, fikri mülkiyet gelirlerinden elde edilen faydaların ileri düzeyde gelişmiş, yüksek gelirli ekonomilere akmasını açıklamaktadır, fakat daha fazlası söz konusudur:
"Küçült ve dağıt" modeliyle çok uluslu şirketler temel yetkinliklerine yatırım yapmaya devam ettiği müddetçe, yani özellikle üçüncü dünyada (ancak yalnızca orayla sınırlı olmamak üzere) emeğin giderek daha yoğun sömürüsü pahasına, maddi olmayan soyut yatırımlardan artan getiriler sağladıkları sürece, servet etkileri üretebilmiş olmalarına rağmen kapitalist meta-ekonomisinin kalan izlerini giderek çözülmeye sürüklemektedir.
Unutmayın ki gelişmiş ekonomilerin GSYİH'sinin giderek artan bir oranını oluşturan maddi olmayan varlıklara gelir aktarımı rant anlamına gelmektedir.
Burada söz konusu olan, Branko Milanovic'in iddia ettiği gibi (2016: 110)27 gelişmiş ekonomilerde tekno-mantıksal değişimde somutlaşan, soyut/maddi olmayan yoğunluk ile “yeni ekonomi” teknolojileri değildir. Maddi üretiminin Asya'daki düşük ücretli işçilere yaptırıldığı sözde küreselleşme yüzünden genişleyen eşitsizlik de değildir. Daha ziyade, Ricardo'nun ifadesiyle, eğer rant hortumu yüzünden, kapitalist bir ekonomide kâr elde edilmesi ve bu kârın üretim odaklı, sermaye birikimini artıran bir döngüye yeniden yatırılması süreci duraklatılırsa, sermaye birikimi "tutuklanacak" ve kapitalizm "sona erecektir."
Gelişmiş ve sözde kapitalist ekonomilerin, “petrol ihraç eden ekonomilerin kıt kaynak rantlarına göz dikmesi gibi, finans ve fikri mülkiyet rantlarında uzmanlaşarak aynı hileyi gerçekleştirebileceği” görüşü bir yanılsamadır.28 Ancak burada bir uyarı yapılmalıdır: Ortadoğu’daki bu tür devletler, tam anlamıyla rant ekonomileri olup hiçbir zaman kapitalist ekonomiler olmamışlardır ve olmayacaklardır. Bu tür rant ekonomilerinin baskıcı otoriter monarşiler tarafından yönetiliyor olması ise, rant ekonomisi yolunu izleyen gelişmiş toplumların geleceği için siyasi soruları gündeme getirmektedir. Bu konuya ileride tekrar döneceğim.
Ancak, gelişmiş ekonomiler bu yanılsamalı inancı iki katına çıkarmış görünmektedir. 1995’ten itibaren maddi olmayan varlıklar ve yatırımlar, ABD ekonomisinde daha büyük bir yer kaplamaya başlamış ve bu durum patent, telif hakları vb. sürelerin uzatılmasına yönelik bir dizi yasayı beraberinde getirmiştir. Ticaret anlaşmaları ve baskı yoluyla ABD, fikri mülkiyet koruma sistemini dünyaya dayatmıştır.29 Sözde küreselleşme dönemi, bu nedenle “3200’den fazla ikili veya çok taraflı ticaret ve yatırım anlaşmasının çoğalmasına” tanıklık etmiştir. Bu anlaşmaların hiçbirinin demokratik bir yetkiye veya hesap verebilirliğe tabi olmadığı belirtilmektedir.30
İşbu anlaşmalara “ticaret” anlaşması denmesi büyük ölçüde yanıltıcıdır. Asıl amaçları, ulus-devletin düzenleyici altyapısını zayıflatmak ve Amerikan tarzı fikri mülkiyet koruma sistemini dayatmaktır.
Ancak kapitalizmin çözülüşü, maddi olmayan / soyut yatırımlarla yapılan ekonomik katkıların fiyatlandırılması ve ölçülmesi konularından ve bunlardan çıkarılan politika sonuçlarından da etkilenmektedir: Endüstri sonrası düzensiz ve esnek uzmanlaşmış kapitalizmin savunucuları, II. Dünya Savaşı sonrası dönemin altın çağının sona ermesiyle birlikte yaşanan büyük istihdam kaymalarına dayalı olarak geleceğe dair öngörülerinin önemli bir kısmını oluşturmuştur.
Hizmet sektöründeki işler patlama yaşamış olsa bile finans, sigorta ve emlak (FIRE) hizmet sektörü istihdamı hariç tutulduğunda, 1990 ve 2010 yılları arasında ABD ekonomisinde yaratılan 14.2 milyon yeni özel sektör hizmet işi içinde, büyük olasılıkla “işçi sınıfı” tarafından gerçekleştirilenlerin %57’si sağlık hizmetleri, sosyal bakım, gıda hizmetleri vb. alanlarda gerçekleşmiştir. Ve 2010 itibarıyla, ABD’deki bu hizmet sektöründeki işlerin %43’ü “düşük ücretli” olarak sınıflandırılmıştır.31 Bu tanım, Marksist ekonomi literatüründe, emeğin yeniden üretim maliyetinin altında ücretlendirilen istihdama işaret etmektedir.
Hizmet sektörü elbette insanlık tarihindeki neredeyse her toplumda bulunur. Kapitalist ekonomilerde, hatta üretim odaklı kapitalist işletmelerin verimli çalışması için de hayati öneme sahiptir. Ancak, soyut ve genelleştirilebilir bir niteliğe sahip olan, kapitalist piyasada satın alınarak sermaye tarafından herhangi bir malın üretimine, toplumsal talepteki değişen eğilimlere ve piyasanın sunduğu değer artırma fırsatlarına göre uygulanan ‘metalaşmış emek gücü’nden farklı olarak hizmetler, kapitalist piyasada somut ve belirli özellikleriyle işlem görse bile doğrudan artı değer üretmez.
Bu nedenle bir “hizmet ekonomisi,” Kautsky’nin “küçük meta” ekonomisiyle benzer şekilde kendi özünde kapitalizm için bir çelişkidir; çünkü hiçbir insan toplumu kaynakları piyasa ilkelerine uygun olarak, işçilerin belirli görevlere sıkı sıkıya bağlı olduğu hizmetlerdeki gibi tahsis edemez. Moody’nin belirttiği gibi, mevcut ekonomik uygulamalar giderek hizmetleri düzenli hale getirse dahi, Stepford Wives adlı Hollywood filmindeki gibi, ev işleri personelinin robotlaştırılması bile değer artışını sağlamaz.32

Hizmetlerin fiyatları, kapitalist piyasada fiyatı nesnel olarak belirlenen metalaşmış emek gücünden farklı olarak öznel ölçütlere göre belirlenir. Metalaşmış emek gücü eksik olduğunda ise toplumdaki kaynakların, doğrudan üreticilerin gerekli emek ürünlerini almasını sağlamak üzere tahsis edilmesi gerekliliği ortadan kalkar. Bu durum, genel ekonomik yaşam normlarının, değer artırmanın bir yan ürünü olarak karşılanmasının gerekliliğiyle çelişen bir şekilde sermayenin piyasa ilkesini kurtarmaya çalışan bir ekonomide toplumsal kaynakların giderek keyfi bir şekilde tahsis edilmesine yol açabilir.
Aslına bakarsanız hizmet sektöründeki genişleyen istihdamın yol açtığı bu tür keyfi kaynak tahsisi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin etkisi ve maddi olmayan varlıkların ekonomik kapsamının piyasa fiyatlandırmasındaki genişlemesiyle daha da kötüleşmektedir. Özellikle kapitalist piyasa işlemleri, değer artırma süreci yoluyla insan kullanım değerini bir yan ürün olarak yeniden üretirken maddi girdilerin doğrudan maliyetlerine ve metalaşmış emek gücüne uyum sağlamaktadır.
Marksist ekonomi politikte bir analiz düzeyi olarak kapitalizmin dönemselleştirilmesi, kapitalist olarak daha ağır, dolambaçlı aşamalara özgü kullanım değerleri üretmenin zorunluluklarının, kapitalizmin hem yatırım hem de tüketim tarafında giderek artan bir dizi ekonomi dışı desteği nasıl beraberinde getirdiğini göstermek amacı ile yapılır. Ancak (sanayi döneminde) ağır, pahalı dayanıklı mallar ve bunların tüketim aşamasındaki üretim araçları bile hala büyük ölçüde doğrudan maliyetler içeriyordu. Ana akım ekonomi ve muhasebe uygulamaları, bir malın potansiyel olarak içerdiği bilgi gibi bir “varlığın” dolaylı maliyetlerinin ölçülmesinin güvenli bir şekilde göz ardı edilebileceğini düşünüyordu.33
Ana akım ekonomistler, üretimde soyut varlıkların (intangible assets) artan önemine yönelik daha fazla ilgi göstermeye başladığında, “eski” tüketimcilik (consumerism) evresine ait nesneler giderek daha “akıllı” hale gelmeye başladı. Bu değişimi tanımlamak için kullanılan moda terimler arasında bilgi ekonomisi, bilişsel kapitalizm ve bilgi toplumu sayılır oldu.
Paul Mason, bilgi-kapitalizminin ve serbest piyasa modelinin uyum içinde çalıştığı varsayımını dile getiriyordu. Ona göre bu değişim, tüccar kapitalizminden sanayi kapitalizmine geçiş kadar önemli görülerek değerlendirilmişti. Ancak ekonomistler bu “üçüncü tür kapitalizmin” nasıl çalıştığını açıklamaya çalışırken bir sorunla karşılaştılar: Bu sistem çalışmıyordu.34
Bilgi ve iletişim teknolojileri ürünleri gibi pek çok ürünün sıfır marjinal maliyete sahip olması bu zorluklardan biriydi. Bir ürünün her ek birim üretiminde marjinal maliyetin neredeyse sıfıra indiği koşulların kapitalistler için felaket olduğunu dinlemeye başladık. Bu tür durumlarda, malların ve hizmetlerin ücretsiz hale gelmesiyle kârlar kuruyor, mülkiyet değişimi duruyor ve kapitalist sistem çöküyordu.35 Kapitalistler ise hükümetlerin desteğiyle, patent, ticari marka ve telif hakkı yasalarıyla korunan devasa tekelci ekonomik yapılarını güçlendirdiler ve küresel yatırım anlaşmalarıyla bu varlıkları koruma altına aldılar.36
Soyut varlıkların finansallaşma ile sarmalanması ve bu olgunun kapitalist ekonomilerin sürdürülebilirliği üzerindeki etkisini değerlendirmek, ölçümün finansallaşmanın eşzamanlı etkisiyle nasıl şekillendiği sorusuyla bağlantılıdır.
ABD Ulusal Gelir ve Ürün Hesapları (NIPA), Büyük Buhran sonrası dönemde ücret ve kâr kategorilerini gerçek üretimle ilişkilendirmek için oluşturulmuştu. Ancak üçüncü sektör; yani Finans, Sigorta ve Gayrimenkul (FIRE), bu hesaplama sistemine “tahmini” bir çıktı üreticisi olarak eklenmişti.37 Bu sistem, soyut yatırımların ekonomide çok küçük bir rol oynadığı bir dönemde oluşturuldu. Mason’un yukarıda belirttiği gibi, finansallaşmış kapitalizmin serbest piyasa ile “uyum içinde” çalıştığı varsayımı, neoliberal ekonomistler tarafından sonsuz büyüme modelleri üreterek desteklendi.
Teknolojik değişim ve soyut varlıkların artan yoğunluğu bağlamında bu yatırımların yanlış ölçülmesi eğilimi, sermaye yatırımları ve kredi balonları gibi eğilimlerle ilişkilendirilmiştir. ABD ve ABD merkezli çok uluslu şirketler teknoloji sektörlerinde lider konuma gelmiş, doların otomatik borçlanma mekanizması bu sistemin büyümesini kolaylaştırmıştır.38Apple gibi birçok uluslu şirketin fikri mülkiyet haklarını kullanarak “altın çağını” yaşadığını, ancak bunun ekonomi çapında tekel, patent ve diğer koruma mekanizmalarının etkisini artırdığının savunulduğu dönemdir.39
Kapitalist sistemde finansallaşmanın çeşitli çelişkileri söz konusudur: Soyut varlıkların değer artışının ölçülmesi sorununun ötesinde, insan faaliyetlerinin düzenlenmesi için kapitalizmin tükenişine işaret eden türden sorunlar.
2015 itibarıyla, ABD’nin finansal varlıklarındaki hacmi 81.7 trilyon doları bulmuştu ve bu rakam Japonya, Birleşik Krallık ve Çin’in toplamından daha fazlaydı.40 Sonuç olarak kârların üretim merkezli birikimden ziyade finansal ekonomide büyür hale gelmesi ile ilişkili sorunları da tabiatıyla daha çok derinleştirmiştir.41
Tahmini çıktıya dahil edilen finansal sektör gelirleri, ücretlerden veya finansal hizmetlerin satın alınmasından kaynaklanan faiz ödemelerini içermektedir ki bu da toplam artı değerin kesintisidir. Üstelik finansal aracılara ödenen abartılı maaşlar ve ikramiyelerle durum daha da kötüleşmektedir. Yine de bu tür spekülatif hareketler yalnızca artı değerin yeniden dağıtılmasına hizmet eder, fakat asla yeniden yaratılmasına hizmet etmezler.42
Sonuç olarak, gelişmiş ekonomilerin politika kararları bu tür tahmini katkılara dayanarak büyüme yanılsamasını sürdürmektedir. Üretim merkezli ekonomi yerine finansallaşmış ekonomilere daha fazla bağımlılık oluşturmaktadır. Bu durum haliyle teknolojik rantiyelerin sömürüsüyle birlikte para politikalarını derinden etkileyecek eğilimleri daha da şiddetlendirmektedir.
***
‘Yeni Bir Veçhe’ Yanılsaması ve Kapitalizmden Yoksun Kapitalistler
Kapitalizmin varlığını sürdürmesi ya da solun önerdiği gibi başka bir biçime dönüşmesi, tarihsel materyalizmin üretim biçimlerinin ancak başka bir sistemle yer değiştirdiğinde “sona ereceği” düşüncesine dayalıdır. Ancak, kapitalizm devam ettikçe sosyalist değişim için caydırıcı faktörler de artmaktadır. Bunun sebebi, sosyalizmin insanlık için bilinmeyene (ya da birçok kişi için Sovyet tarzı tecrübelerle renklenmiş hoşnutsuz bir “bilinene”) bir sıçrayışı gerektirmesidir. Öte yandan kapitalizmin devamlılığı, dünyanın tamamen altüst olmayacağına dair bir tür soğuk esenlikten kaynaklıdır.
Marxist politik ekonomi literatüründe, Düzenleme Okulu (Regulation School - RS) ve Birikim Yapılarının Sosyal Sistemleri (Social Structures of Accumulation - SSA) üzerine yapılan çalışmalar, özellikle kapitalist istikrarın “kurumsal” boyutuna odaklanmalarıyla dikkat çekerler. Bu çalışmalar, sermaye birikiminin “düzenlenmesi” veya “kurumsal yapılandırılması” gibi konulara odaklanarak, teorik analizlerin belirli bir düzeyde yürütülmesini sağlamıştır. Ancak bu yaklaşımlar, özellikle tarihsel farklılıkların ve kapitalizmin dönüşümlerinin incelenmesinde karmaşık bir teorik altyapı sunmayı hedeflerken diğer teorik seviyelere yeterince odaklanmadıkları için eleştirilmektedir.
Düzenlemecilerin ve Sosyal sistem analistlerinin orta düzey kuramsal yaklaşımları, genellikle daha soyut bir ekonomik düzeyde yönlendirilmeye çalışılmıştır. Fakat bu durum, Marx'ın "sermayenin soyut teorileştirilmesi" anlayışıyla çelişir biçimde, "piyasa" gibi belirli kurumların analizine odaklanmış ve bunları bağımsız birer yapı olarak ele almıştır. Ancak, bu yaklaşımların eleştirel bir inceleme sonucu, 21. yüzyıl kapitalizminin tarihsel gerçeklikleriyle uyumsuz olduğu da gözlemlenmektedir. Özellikle piyasa kavramı, neoklasik ekonomik yaklaşımlarla yeniden şekillendirilerek kapitalizmin diğer boyutlarını dışlayan bir şekilde ele alınmıştır.
Birikim yapılarının sosyal sistemleri açısından başlangıçta kapitalizmin altın çağının sona ermesiyle ortaya çıkan yeni bir aşamayı tartışmaya açmış olmak, teorik bir boşluk da oluşturmuştur. David Kotz gibi Birikim ve Sosyal Sistem teorisyenleri, 1980’ler sonrası ekonomik kaymaların kapitalizmin “radikal biçimde değişmiş bir formu” olarak nitelendirilebileceğini öne sürdüler.
Kotz, neoliberal politikaların sermaye birikiminin desteklenmesindeki özel rolüne dikkat çekerek bu dönemi neoliberalizmin “içsel bütünlüğü” olarak adlandırmıştı. Bu süreç, ekonomik, politik, ideolojik kurumlar ve pratikler arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesiyle açıklanabilir.43 Ancak neoliberal dönemde, küreselleşme ve finansallaşma, kapitalist sistemin belirleyici unsurları haline geldiler. Özellikle iş gücünün esnekleştirilmesi ve sosyal devletin gerilemesi, neoliberalizmin temel politikaları olarak tanımlanır hale geldi. Bu bağlamda, kapitalizmin mevcut formunun ekonomik düzenleme, bürokrasi, sendikalar ve diğer toplumsal yapılar üzerindeki etkisi arttı.
Birikimcilerin neo liberalizmle ilgili en önemli katkılarından biri, bu dönemin küresel düzeyde “bütünleşmiş bir kapitalizm” olarak tanımlanmasına sebebiyet verdi. Mesela William Tabb'a göre neoliberal kapitalizm, üretimin küresel değer zincirlerine entegrasyonu gibi süreçlerle iş gücünün güvencesizleşmesini belirginleştirmiştir. Finansallaşma ise, finans sektörünün ekonomi üzerindeki hakimiyetini artırarak bu sürecin temel yapı taşı haline gelmiştir.
‘‘ Yaşanılmakta olan şey; hisse senedi fiyatlarının, döviz değerlerinin ve faiz oranlarının çalışan insanların ekonomik beklentilerini şekillendirdiği ve bunların da şirket stratejilerini ve politikacıların seçimlerini giderek daha fazla kısıtlayan ve şekillendiren spekülatörlerin insafına kaldığı anlamına gelmektedir. Birikim yapılarının sosyal sistemindeki değişimi güçlü bir şekilde karakterize eden artık mal ve hizmet üretiminden ziyade finansal faaliyetlerin baskınlığıdır.’’
William Tabb, 201044
Her ne kadar Birikim Yapılarının Sosyal Sistemleri (SSA) teorisyenlerinin, neoliberalizmin dünya ekonomisi üzerindeki etkilerini anlaşılır kılma çabaları ‘‘takdire şayan’’ olsa da bu dönemin neden kapitalizmin bir aşaması olarak görüldüğü ya da neoliberal "bütünlüğün" kaynağının ne olduğu konusunda belirsizlikler bulunmaktadır. Örneğin Kotz, neoliberalizmin zorunlu kıldığı iddia edilen bazı temel ekonomik değişimlerin daha önce öngörülmediğini açıkça belirtmektedir.
Bununla birlikte liberal ideoloji, altın çağ refah devleti anlayışlarının kabul görmeye başladığı döneme kadar uzanan bir tarihsel geçmişe de sahiptir.
Ancak Fordizm sonrası teknolojiler, neoliberalizmin yükselişiyle paralel bir şekilde ekonomileri dönüştürmeye başlamıştı. Bu dönemin erken dönem politikaları, ekonomik milliyetçiliği yeniden canlandırmayı ve tüketimciliğe dayalı tam entegre sistemler aracılığıyla altın çağın dinamizmini sürdürmeyi amaçlamaktaydı. İşte bu iyimserlik ABD ekonomisinin 1960’ların sonlarındaki krizle ilk sarsılışında sona erdi. 1970’ler boyunca giderek daha keskin bir şekilde dile getirilen neoliberal politikalar, ABD politikacıları ve sermaye sınıfı tarafından hem küresel dolar rolünü korumak hem de ABD sanayisini yeniden canlandırarak bir tür “pastanın tamamına sahip olma” stratejisi olarak benimsendi.
Gelgelelim kapitalizmin geç aşaması olan neoliberalizm aslında tüketim mallarının kullanım değerine dayalıdır ve bu stratejinin sınırlılıkları ortadadır. Tüketimciliğin yarattığı alan, insan yaşamının maddi koşullarını sürdürülebilir bir şekilde yeniden üretmekte artık yetersiz kaldığında, sadece yoğun ideolojik söylemler üreterek ve destekleyici yapılar kurgulayarak ayakta tutulur oldu.
1970’lerin sonlarına gelindiğinde artık altın çağ benzeri ekonomilerin unsurlarını sürdürmenin tek yolu sosyal demokrasiyi güçlendirmekti. Oysa neoliberalizmin korkusu olan sosyal demokratik yeniden dağıtım ve sosyalizm fikrini daha da tetikleyen bir hayalete dönüşmüştü. Bu bağlamda neoliberal dönemin başlangıcı olarak görülen Volcker darbesi, beklenmeyen sonuçlar zincirini de tetikledi.
Editör Notu:
Bugünün Türkiye’sinde de uygulanan sözde enflasyon ile mücadelede kemer sıkma politikalarının, ABD’de de Volcker darbesi olarak adlandırılan süreç yönetimi ile örtüşen birçok yönü bulunuyor. Özetle, riskleri kontrol etmek mottosu ile hareket eden Volcker Darbesi Dönemi, ekonomik istikrar ile kısa vadeli fedakarlıklar arasındaki dengeyi anlatır.
1979-1987 yılları arasında ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı olan Paul Volcker’ın, yüksek enflasyonla mücadele için uyguladığı radikal para politikalarıyla şekillenen Volcker Darbesi döneminde 1970’ler boyunca ABD’de tırmanmış olan enflasyonu kontrol altına almak için, o vakte kadar alışılmadık derecede katı bir yol izlenmiştir: Para arzını sıkı bir şekilde kısıtladılar ve faiz oranlarını önemli ölçüde yükselttiler. Bu hamleler ile kısa vadede ekonomik sıkıntıları artırsa da uzun vadeli istikrar hedefleniyordu.
Sonuç olarak 1980’lerin başında, %14’lere ulaşmış olan enflasyon oranları, Volcker’ın politikaları sayesinde tek haneli rakamlara gerilemişti. Fakat yüksek faizler, tüketim ve yatırımları baskılayarak ekonomiyi durgunluğa da sürüklemiş, işsizlik oranları 1980’lerin başında ABD gibi bir ekonomi için büyük sorun teşkil edebilecek bir rakam olan %10 barajını aşmıştı. Bununla birlikte artan faizler, hem bireylerin hem de şirketlerin borç yükünü ağırlaştırırken özellikle tarım ve imalat sektörlerinde iflaslar artmıştı. Gelgelelim ABD dolarının değer kazanması, gelişmekte olan ülkelerin dış borçlarını ödemekte zorlanmasına da sebep oldu ve bu durum, 1980’lerden itibaren Latin Amerika merkezli borç krizini tetikledi.
Volcker’ın politikaları enflasyonu dizginlemekte başarılı olsa da bu başarı, ekonomik daralma ve sosyal maliyetlere bedel oldu. Özellikle işsizliğin ve küçük işletmelerin çöküşünün göz ardı edildiği tarihin bu kesitinde sonuç olarak Fed’in bağımsız karar almasını sağlayarak merkez bankacılığına güvenilirlik kazandırması söz konusu olabildi.
Ancak üretim ve finansal sermaye açısından ABD ile kıyaslanamayacak ölçekte olan Türkiye’nin içinde bulunduğu krizden çıkış reçetesi olarak bu modelin varyasyonlarının uygulanabilirliğini düşünmek, bir çok açıdan hatalıdır.
Neoliberal politikaların başlangıç reçeteleri olan monetarizm ve "arz yönlü ekonomi"ye baktığımızda ise bu programların yalnızca küçük bir kısmında başarılı olunabildiğini görmekteyiz. Monetarizmin bir kısmı, örneğin ekonomideki para ve kredi arzını manipüle ederek enflasyonu düşürme çabası, bir ölçüde etkili olmuştur. Ancak hikâyenin geri kalanı, tüketim mallarının kullanım değerine dayalı bir ekonomik gerçeklik söz konusu iken 19. yüzyıl liberalizmine dayalı neoklasik ekonomi modellerine uygun şekilde yeniden yüklenmeye çalışılan kapitalizmin tam anlamıyla saçmalık olduğunu göstermektedir. Tam tersine gördüğümüz şey, üretim odaklı, kâr getiren bir ekonomi modelinin ve geniş ölçüde metalaştırılmış iş gücünün sermaye tarafından büyük ölçüde terk edilmesidir.
Sermaye ve emek arasındaki güç dengesi artık tamamen emek karşıtı odağa kaymıştır. Özellikle ileri ekonomilerde sermaye sınıfı, emek gücünün yeniden üretim maliyetlerini karşılayacak şekilde ücretlendirilmesine bağlı değildir. Bunun yerine kapitalizm, feodal dönemin erken sermaye birikim biçimlerine benzer yöntemleri yeniden canlandırma yeteneğini sergilemektedir.
Öte yandan tüketimciliğe dayalı kapitalist aşamanın çöküşüyle birlikte sermayenin kâr odaklı mantığı, uluslararası ticaret, mali finansallaşma ve yerel ekonomilerin yeniden yapılanması gibi küreselleşme süreçlerinde daha da belirgin hale gelmiştir. Tüm bu gelişmeler, kapitalizmin yeni bir evrimsel aşamasından ziyade mevcut sistemlerin eski çelişkilerinin yeniden ortaya çıkışına işaret etmektedir.
Bu noktada neoliberalizmin başarısızlıklarının altını çizen önemli bir ironi de ortaya çıkıyor: Ekonomik büyüme ve refah yaratma vaatleri, sistemin kendi yapısal kısıtlamaları ve çelişkileri tarafından baltalanmaktadır. Dolayısıyla, daha demokratik ve sosyal yeniden yapılanma yerine kapitalizmin bu dönemdeki dönüşümü, sermayenin daha fazla merkezileşmesi ve eşitsizliklerin daha da derinleşmesiyle sonuçlanır haldedir.
Uzun sözün kısası; neoliberalizmin dönüştürdüğü kapitalizm, bir aşama yanılsaması yaratmış ancak bu yanılsama, kapitalist sistemin yapısal sorunlarını çözmek bir yana bu sorunları daha da belirgin hale getirmiştir.
Kotz'un da vurguladığı üzere, neoliberalizm döneminin çelişkileri, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik ve ideolojik düzeylerde de daha büyük bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu yeniden yapılanma, sistemin altın çağını geri getirebilecek bir çözüm yerine daha fazla kriz ve istikrarsızlık getiren politikalarla sınırlı kalmıştır.
Neoliberal arz-yönelimli mitoloji, arzın kendi talebini yarattığı fikrine dayanır. Buradan hareket ederek devlet düzenlemelerinin geri çekilmesi ve kapitalistlerin ellerindeki sermayeyi yeniden yatırıma yönlendirecekleri iddiasıyla serbest bırakılmasını savunur. Esasında bu dönem, devletin destekleyici yapısının dejenere edilmesi sonucunda düzenleyicilik özelliğini kaybetmesi ve liberalleşme politikalarını tetiklemekten ibarettir ve bu politikalar sermayeyi "özgürleştirmek" yerine altın çağ döneminden bu yana bağlı olduğu zincirlerle daha da durağanlaştırmıştır.
Finansal sistemin kapitalist emtia ekonomilerinin devamlılığındaki hayati rolü olan ilişki bankacılığı ve atıl fonların tutulmasına yönelik yetersiz dikkat, 1980 sonrası dönemin Marksist analizlerinde de büyük bir eksiklik olarak öne çıkmaktadır. Atıl durumdaki sermaye havuzları, hiçbir zaman gerçek sermayeye dönüştürülüp üretim merkezli kâr getiren faaliyetlerde kullanılamadı. Bu eğilimler, 1970’lerden itibaren yoğunlaşmaya başlamıştı. Neoliberal politikalar ise bu durumu daha da kötüleştirerek, kapitalist üretim merkezli ekonomilerin geri kalan kısımlarını çözülme sürecine soktu fakat bununla da kalmadı:
Kapitalist kâr elde etme faaliyetlerinin yerini, finansal spekülasyon, kumar ekonomileri ve mülkiyet sahiplerinin maddi olmayan varlıklar üzerinden elde ettiği tekelleşmiş rant faaliyetleri aldı. Bu durum, artık değer üzerindeki kesintileri artırarak, ekonomilerde yalnızca borç yükü artışı yoluyla dengeye getirilebilecek deflasyonist eğilimler yarattı.
Örneğin, 1952 ile 1968 yılları arasında ABD ekonomisinde kredi yıllık ortalama %5 oranında artarken, GSYH büyümesi yıllık ortalama %4 oranında artış göstermişti; bu da yaklaşık %1’lik bir açık yaratıyordu. Bu açık tüketim mallarının kitlesel üretimi gibi karmaşık finansman süreçlerinin gereklilikleriyle ilişkilendirilebilir. Üretim süreçlerindeki teknolojik yeniliklerin zorunluluğu, sermayeyi çeşitli noktalarda inovasyona zorlamış ve finansman taleplerini artırmıştır.
Ancak neoliberal dönemde, özellikle 1982’nin sonu ile 1987’nin sonu arasında kredi, enflasyona göre düzeltilmiş olarak yıllık %10,1 oranında bir artış göstermiştir. Bu dönemde genişleyen kredi ile GSYH büyümesi arasındaki fark, %5,6’lık bir artışla belirgin hale gelmiştir. 2000 ile 2007 yılları arasında ise kredi büyümesi yıllık %6,4 oranında gerçekleşirken GSYH büyümesi yalnızca %2,4 oranında kalmıştır.
Bu veriler, neoliberal dönemde kredi büyümesinin, tüketimcilik paradigmasından "kredi ekonomisi" paradigmasına geçişi nasıl yansıttığını göstermektedir. Borcun, ekonomik büyümenin ana itici gücü haline geldiği bu süreç, neoliberal politikaların sistematik etkilerini anlamak için temel bir çerçeve sunar.
‘‘Tekelleşme, durgunluk, finansallaşma ve küreselleşmenin "karmaşık bir şekilde ilişkili" yönleri, "tekelci-finans kapitali" olarak adlandırdığımız yeni bir tarihsel aşama ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde Triad ekonomileri, (ABD, AB ve Japonya) bir durgunluk-finansallaşma tuzağına hapsolmuşken aynı zamanda çok uluslu şirketlerin daha fazla kâr elde etmek için dünyadaki ücret seviyelerindeki farklılıkları sömürdüğü küresel emek arbitrajı yoluyla, gelişmekte olan ekonomilerdeki büyümeye bağlı hale geldiler. Sonuç olarak dünya ekonomisinin merkezinde fazla sermaye emilimi ve finansal istikrarsızlık sorununun kötüleşmesi olarak tecelli etmektedir.’’
Bellamy-Foster ve McChesney, 201245
Bu yeni aşama, sermayeyi "durgunluk-finansallaşma tuzağı"na hapseden bir "çözüm" hâline geldiğinde sistem için gerekli olan "artık değer emilimi" noktalarına dayanan "yapısal zayıflıkları" aşmayı başaramamış haldedir.
Sermaye birikiminin reel ekonomiye yönelik dışavurumu, üretim faaliyetlerini teşvik etmeyi amaçlayan finansal varlıkların büyümesine bağlıdır. Ancak bu büyümeyi teşvik etmenin zorluğu, emeğin sömürüsünün artışına dayanır.
Bitmeyen Krizler: Tekelci Finans Sermayesi ABD'den Çin'e Nasıl Durgunluk ve Çalkantı Üretiyor kitabının yazarları John Bellamy-Foster ve Robert McChesney, merkez bankalarının "son çare aracı" olarak oynadığı rolün önemini doğru bir şekilde anlamışlardır.46 Ancak finansallaşmanın sermaye birikimini artırmasına rağmen bu süreç bir yandan da tüm sistemi, toplam değerden halkın geri kalanına aktarılan serveti çekerek zayıflatmaktadır.
Neoliberalizm bu anlamda, durgunluk-finansallaşma "çözümü"nün politik ve ideolojik bir "dışavurumu" hâline gelmiş haldedir. Yirmi birinci yüzyılın ekonomik dönüşümlerini tanımlama işine girişen herkes, aynı uluslararası veri tabanlarından faydalanmaktadır. Ancak sorunların gizlendiği yer, günümüz gelişmiş ekonomilerinin kapitalist yapısını savunmaya yönelik kavramsal çerçeveler ve teorik tartışmaların içeriğindedir.
"Finans Kapital" olarak adlandırılan bir yapı, emperyalizmin erken döneminde sermaye birikimi üzerindeki etkisini betimlemektedir.47 Finans kapital, büyük bankaların yatırım fonlarını topluma yayarak bu kaynakları üretim merkezli faaliyetlere dönüştürme çabasını temsil eder. Bu fonların cazibesi, şirketlerin hisselerini satarak üretim merkezli faaliyetlerini sürdürme gücüne dayanır.
Marx’ın "hayali sermaye" kavramıyla ifade ettiği gibi bu hisselerin çoğunlukla reel sermaye birikimi ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu sermaye sadece işletmenin maddi varlıklarının toplamının fiziksel olarak satışıyla birlikte gerçek değerine kavuşur. Büyük hissedarlar, ancak bu noktada sermayenin bir kısmını kontrol edebilir hale gelirler. Fakat şunu vurgulamak gerekir; sermayenin şişirilmesi üretim merkezli faaliyetlere yatırım yapılmadığı sürece ekonomik kalkınma sağlayamaz. Ve kapitalizm artık gelişmiş ekonomilerde "üretimi teşvik etme" çabasından vazgeçmiştir.48
***
NeoLiberalizm: Son İdeolojik Durak!
Peki Halkın Geri Kalanından Zenginlik Çıkartmanın Hâlâ Bir Yolu Var mı?
Sermayenin yeni merkezlere kaydırılması sürecinde, teknolojik altyapı harcamaları azalırken değer üretimi "varlık" ve "kâr" gibi soyut kavramlara dayalı olarak yeniden tanımlanmış haldedir. Bu durum, gelişmiş ekonomilerde sermaye stokundaki büyümenin durgunlaşmasına paralel olarak ilerlemektedir.
Drucker, mevcut durumu "sermayesiz kapitalizm" olarak adlandırmış, çünkü toplumsal birikimlerin yönetiminin, özel kapitalist yatırımcıların ve onların kontrol ettiği reel sermayenin görevlerini devre dışı bırakacağına inanmıştır.49
Haskel ve Westlake de bu durumu "sermayesiz kapitalizm" olarak değerlendiriyorlar, çünkü soyut varlıkların hipertrofik rolü, sadece ileri düzey ekonomilerde entelektüel mülkiyet gelirlerini değil, aynı zamanda soyut varlıkların dolaylı maliyetlerinin, sermayenin materyal bir görünüme büründüğü üretim merkezli donanımın doğrudan maliyetlerini aştığı gerçeğini de kapsıyor.50
Duncan, neoliberal dönemde ekonomileri hareketlendiren kredi genişlemesinin, dönemi "kreditizm" olarak adlandırdığı kapitalist sistemin bir parçası olmadığını iddia ediyor.51
Eğer büyük çok uluslu şirketler, üretim merkezli faaliyetlerini terk etmiş, markalara dönüşmüş ve gelişmiş ekonomilerdeki kitlelerin emek gücünden arınmışsa, Bellamy-Foster ve McChesney'nin de ifade ettikleri gibi, halkın geri kalanından zenginlik çıkarmanın hâlâ bir yolu var mı?
Bu soruya yanıt aramak bizi finansal kârların karmaşıklığıyla karşı karşıya bırakıyor. Bununla ilgili bir yanıt, finansal olmayan ulus aşırı şirketlerin finansallaşmasıyla ilgili yukarıda ele alınan gerçeği serimler. Bu şirketler, artan gelir oranlarını öz sermaye geri alımlarına ve birleşme-devralma (M&A) faaliyetlerine ayırırlar. Chesnais’in de belirttiği gibi, burada kullanılan finansal oyunlardan elde edilen gelir akışları ve şirket değerlemelerindeki kaymalar, kâr yaratmak yerine fazlalıkları düşürme ve yeniden dağıtma anlamına gelmektedir. Bu bağlamda finansallaşmanın bir sonucu, üretimin küresel değer zincirleri yoluyla parçalanması ve üçüncü dünyadaki iş gücünün aşırı düşük ücretlerle, genellikle emek gücünün yeniden üretim maliyetlerinin altında çalıştırılmasıdır.
John Smith’in iddia ettiği gibi yeni bir "artık değer çıkartma biçimi" söz konusu değildir.52 Bunun yerine sermayenin, iş gücünü emtia haline getirme sürecinden geri çekilmesiyle, on sekizinci yüzyıldaki ticaret sermayesinin "putting-out" sistemini andıran sömürü biçimlerine bir dönüş yaşanmaktadır.
Bu durumu ulus aşırı şirketlerin marka kârlarıyla ilişkilendiren şey, bu üretimin, öz sermaye dışı sözleşme sağlayıcılarına kaynak olarak devredilmesidir.53 Özellikle markalı ulus aşırı şirketler ve Wal-Mart gibi perakendeciler ile sözleşme sağlayıcıları arasındaki güç dengesizliği burada öne çıkar. Sözleşme desteği sunan bağlantı aracıları böylelikle yalnızca düşük iş gücü maliyetlerinde bir rekabet yarışına girmek zorunda kalmazlar, aynı zamanda marka sahipleri küresel değer zincirlerine katılım için peşin maliyetler ödemeye zorlanırlar. Haddi zatında ulus aşırı şirketler, finansal oyunlar yoluyla ileri düzey ekonomilerdeki kendi merkezlerinde servet yaratma süreçlerini de yönetmektedir.
Finansal kârlar konusuna ilişkin bir diğer bakış açısı, gelişmiş ekonomilerdeki farklı işçi kategorilerinin maaşlarından potansiyel finansal el koyma biçimlerini ele alır. Finansallaşmanın karmaşık yapısı büyük ölçüde, ortalama çalışanların ipotekler, kredi kartları, öğrenci kredileri gibi borç yüklerinin patlaması üzerine inşa edilmiştir.
Ancak Chesnais, finansal kurumların bu süreçteki rollerinden elde ettikleri kârların, kapitalist döngüde üretken emeğin yarattığı artı değerden ve bu değerin sermaye sektörleri arasındaki dağılımından kaynaklanan “ikincil sömürü” ile ilgisi olmadığını savunur.54 Chesnais’e göre, işçilerin, geçimlerini sürdürebilmeleri için gerekli emeğin ürününü almaları zorunludur. Eğer bu konuda bir belirsizlik oluşuyorsa bu durum, işçilerin emeğinin karşılığı olan malların giderek daha büyük bir kısmının krediyle finanse edilmesi gerçeğinden kaynaklanır. Bu bağlamda herhangi bir el koyma, üretim merkezli sermayenin kârlarından yapılan kesintiler anlamına gelir.
Yine de benim görüşüme göre Chesnais, sermayenin yok oluşa doğru ilerlediği bir dünyadaki sapkın ekonomik dinamikleri gözden kaçırıyor.
Marx, Kapital’in birinci cildinde, işçilerin gerekli emeğinin ürününü oluşturan unsurların değerlendirilmesinin “uygarlık düzeyine” bağlı olduğunu ve bunun “tarihsel ve ahlaki bir unsur” içerdiğini belirtmişti.55
Kapitalizmin II. Dünya Savaşı sonrası altın çağı, aslına bakarsanız bu tarihsel ve ahlaki unsur; aile evi, otomobil, tüketici cihazları ve “orta sınıf” yaşam tarzının unsurlarını kapsıyordu. Sosyal ücret ve refah politikalarının bu sürece katkıda bulunduğu birçok kez ele alınmış olsa da emeğin bu şekilde kısmen metalaştırılmaktan çıkarılması, tüketimcilik dayatmaları altında emeğin bir meta olarak kalmasını da paradoksal bir şekilde sağladı.
Finansallaşma ve küreselleşme döneminde ise gelişmiş ekonomilerde işçilerin geçimlerini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu mal sepeti, “ulaşılan uygarlık düzeyinde” değişmemiştir. Ancak gelirler önemli ölçüde düşmüş, iş fırsatları azalmış ve işçi borçları aşırı seviyelere yükselerek neredeyse geri ödenemez hale gelmiştir. Bu, neoliberal politikaların çelişkili mantığının bir sonucudur; çünkü bu politikalar, gelişmiş ekonomilerde işçi gelirlerini mevcut “tarihsel ve ahlaki” eşiklerin altına düşürmeyi amaçlar.56
Tüm bu gidişat, Shakespeare’in Venedik Tacirindeki gibi, çevrilemez borç yükümlülüğü olanların nihayetinde yok edilip edilmeyeceği konusundaki endişeleri saklı tutarak sürdürülmektedir.
Ayrıca işçi ipotekleri, kredi kartları ve öğrenci kredisi borçları, işçi maaş gelirlerine yönelik alacaklıların taleplerini temsil eden menkul kıymetleştirilmiş borçlara dönüşmektedir. Günümüzde bu borçlar, artık değere değil, işçi gelirlerine dayanır ve borçların gelecekte bir gün doğrulanıp doğrulanmayacağı, konunun temelini oluşturmamaktadır.
Kostas Lapavitsas’a göre finansal aracılar, işçi gelir akışlarını hedefleyerek bu akışları çeşitli menkul kıymetleştirilmiş kredi araçlarıyla finansal kâra dönüştürmektedir.57
2007-2008 finansal krizinin hemen ardından yazılmış bir çalışma, “neoliberalizmin garip, asla ölmeyen doğası” üzerine tartışmış ve küreselleşme ve finansallaşma olarak yüceltilen bu politikalar sonucunda insanlığı felakete sürükleyen ekonomik eğilimlerin daha da kötüleştiğine dair çarpıcı kanıtlar sunmuştur.58 Öyle ki, neoliberal politikalar ya kapitalist yönetici sınıflar tarafından benimsenmiş ya da uluslararası dolarizasyon aracılığıyla bu politikalara bağımlı hale gelen küresel ekonominin zorla uyum sağlamasıyla dayatılmıştır. Bunun sonucunda ise tüketimcilik aşamasının yıkıcı eğilimleri açığa çıkmış ve insanlığı yok eden gerçek ekonomik sonuçlar su yüzüne çıkmıştır.
Neo liberalizmin kapitalist mantık çerçevesinde herhangi bir şekilde “tutarlılık” iddiasında bulunduğunu kabul etmiyor olsam da Kotz’un neoliberal ideolojinin sürekliliğine ilişkin argümanı dikkate değerdir.59
Özetle, Keynesçilik ve sosyal demokrasi, neoliberalizmin derin köklü toplumsal bağlılığı gibi ekonomik ilkelerin toplumu nasıl yöneteceği konusunda bir uzlaşı sağlayamamıştı. Öte yandan neoliberalizm, bireysel özgürlük, liyakat temelli toplum ve çürüyen feodal düzen karşısında tiranlık ve keyfi otoriteye karşı bir barikat olarak burjuvazinin yükseliş döneminin ideolojik ruhunu da temsil edebilmiştir. Elbette bu durum neoliberalizmin ekonomik yapıları kökten değiştirdiği anlamına gelmez; ancak neoliberal ideolojiyi bir dünya görüşü olarak yeniden canlandırmak için entelektüel alanlarda adeta bir engizisyon düzenine benzer şekilde kapsamlı çabalar yürütülmesini de engellememiştir.60
2007-2008 çöküşü sonrasında büyük finansal ve finansal olmayan işletmelerin kurtarılması ve desteklenmesi için gerekli maliyetlerin, gelişmiş ekonomilerde gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yaklaşık %3’üne denk geleceği öngörüldüğünde, bunun sonucunda yaşam standartları kriz öncesi seviyelerin oldukça altına düşmüş ve standartların “sürekli” bu seviyelerde kalması da potansiyel hale getirilmiştir. (Kamu borcu ise 2007’den 2014’e kadar gelişmiş ekonomilerde %34 oranında artmıştır.)61 Buna karşın küresel yöneticiler ve onların ideolojik-politik manipülasyonları, 2008 öncesi döneme kıyasla iki katına çıkmıştır. ABD Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB), İngiltere Merkez Bankası (BoE) ve Japonya Merkez Bankası (BoJ), 2008 ortasından 2014 başlarına kadar ekonomileri canlandırmak amacıyla toplamda 6 trilyon dolarlık kaynak enjekte etmiştir.
2016’nın başlarına gelindiğinde, İsviçre, Danimarka ve İsveç gibi küçük merkez bankalarının varlıkları, GSYİH’nin %35’ine ulaşmıştır. Neoliberal politikaların savunucuları, yalnızca enflasyonla mücadele politikalarına basit bir geri dönüşün ekonomileri yeniden canlandıracağını düşünmüş olsa da böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Sıfır faiz oranı politikası ekonomileri canlandırmada başarısız olduktan sonra, hükümetler negatif faiz oranı politikasına (NIRP) yönelmiştir. Bu, 2016’da negatif faiz oranındaki toplam GSYİH’nin %25’e sıçramasına neden olmuştur.62
Gelgelelim bankalar teşviklere rağmen borç vermek yerine durgunluk içinde beklemiş, böylece paranın büyük bir kısmı bankaların bilanço tablolarında atıl durumda kalmıştır. IMF’nin küresel ekonomik risklere ilişkin analizinde, küresel borcun 2016 yılı sonu itibariyle “tarihi zirvelere” ulaşarak 164 trilyon dolara çıktığı ve bunun dünya üzerindeki toplam GSYİH’nin %225’ine tekabül ettiği belirtilmiştir. Bu borcun derinliği, 2009’daki seviyesine kıyasla %12 oranında daha fazladır.
Editör Notu:
Uluslararası Finans Enstitüsü'nün (IIF) "Küresel Borç Monitörü" raporu, 2024 yılının üçüncü çeyreğinde küresel borç miktarının 323 trilyon dolara ulaşmış olduğunu göstermektedir. Küresel borcun, GSYİH’ye oranı yaklaşık %326 seviyesine ulaşmış durumdadır.
Bu tür borçların ulaştığı boyutların endişe verici olmasına rağmen mevcut rakamlar tek başına dünyada neler olup bittiğini açıklamakta yetersizdir.
1980'lerden bu yana ekonomideki gerçek iş döngülerinin yerini, refah ve durgunluk dönemlerini tetikleyen spekülatif varlık balonlarının ve ardından gelen çöküşlerin aldığı yönünde bir argüman söz konusudur. Ölçülebilir Ekonomik Genişleme Politikaları’nın temel amacı, büyük ekonomilerin merkez bankalarının bilanço tablolarını şişirerek varlık balonlarının devam etmesine yol açmak olmuştur. Bu eğilim, finansal oyunlarla yaratılan tüketim malları, emlak ve diğer varlıklar üzerindeki spekülatif harcamalar ve borçlanma çılgınlığını beslemeye devam etmiştir. Hatta günümüzde "her şey balonu" olarak adlandırılan bir balonun sönmeye başladığı sıklıkla öne sürülmektedir.
Makroekonomik politikaların ötesinde, dalgalı kâr oranları ve sermaye birikiminin aşırı yoğunlaşmasına dair Marxist bir analiz uygulanarak ekonomik döngülerin doğası daha derinlemesine incelenebilir. Her ne kadar günümüzde sanayi rezerv ordusu büyüklüğü gibi faktörler artık kapitalizmin altın çağında oynadıkları ekonomik rolü oynamıyor olsalar bile Marxist ekonomik ilkeler, piyasa dalgalanmaları ve varlık balonları ile ilişkili dalgalanmalara dayalı olarak gelişmiş ekonomilerin çöküş dinamiklerini açıklamada hâlâ etkili olabilecek potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Marx'ın "üretimin belirli bir türü" fikrine atıfta bulunarak ekonomik normların toplumsal yeniden üretim süreçlerini garanti altına almadaki belirleyici rolünü tekrar vurgulamak gerekir.
Marx'ın kapitalist meta ekonomisini incelemesinde gösterdiği gibi, toplumsal üretim ilişkileri bağlamında sermaye tarafından belirlenen üretim sürecinin özelliği, ekonomik yaşamın genel normlarını karşılamak adına belirli bir üretim türüne tabi olmuştur. İşbu normlar, doğrudan üreticilerin zorunlu emeklerinin karşılığı olan ürünleri almasını; temel sosyal ihtiyaçları karşılamak adına sosyal kaynakların yeniden tahsisinin minimal yanlış tahminle gerçekleştirilmesini ve toplumun yeniden üretim süreci ile teknoloji arasında bir dengenin sağlanmasını içerir. Ancak bu dengeler kapital tarafından bozulmaktadır. Marx, kâr artışının yan ürünü olarak üretim ilişkilerindeki kısıtlamalar altında, mal üretiminin çarpıtılmasını açıkça göstermiştir.63
Marx, Ekonomik tarih boyunca hiçbir üretim biçiminin saf bir şekilde işlemediğini zaten kabul etmiştir. Her zaman bir üretim biçiminin egemenliğine bağlı olarak alt kategorilere sahip ilkeler devrede olmuştur. Bu, feodalizmi kapitalizmden farklı bir üretim biçimi olarak ele almamızı sağlayan husustur.
Tüketimcilik çağında devlet, gelişmiş ekonomilerin kapitalist birikimini sürdürebilmek adına inanılmaz bir çaba göstermiştir. Ancak bu, kapitalist üretim normlarını yeniden yüklemeye yönelik bir denge oluşturma yönünde gerçekleşmiştir. Neoliberaller ve neo-klasik ekonomistler, "piyasa" fikrine vurgu yaparken iddiaları, kapitalist üretim yönteminin kâr odaklı bir üretim sürecini gerektirdiği yönündedir. Ancak günümüzde kapitalist piyasa ilkesinin, kâr oranlarını artırmayı sağlayan üretim odaklı kâr elde etme yapısını desteklemediği de aşikardır.
O halde kapitalist piyasa ilkesi üretim merkezli kâr elde etme ve ilişki bankacılığına olanak sağlayan alt yapısıyla birlikte artık baskın değilse, ekonomik yaşamın genel normlarının karşılanmasını hangi ilkeler garanti etmektedir ve edecektir?
Tarih boyunca üretim biçimleri arasındaki geçiş dönemlerinde olduğu gibi, baskın üretim “türü ya da ilkesinin’’, yani günümüzde değer artışının bir yan ürünü olarak insanın maddi yaşamını yeniden üreten bir kapitalist piyasanın, artık merkezi bir rol üstlenmediği bir hakikattir. Halihazırda eşitsizliğin, özellikle de küresel eşitsizliğin, kapitalist çağda fakat ancak yirminci yüzyılın sonlarındaki çözülme döneminden itibaren ‘yeni ve yaygın bir ilgi konusu’ olarak ortaya çıkmasının başlıca nedenlerinden birisi de budur.
Filhakika kapitalizm de dahil olmak üzere her sınıflı toplumun eşitsiz bir toplum olacağını söylemeye gerek yoktur. Ancak kapitalizmin yaklaşan yok oluşunun mevcut yörüngesi altında, kapitalizmden yoksun kapitalistler, Himalaya'nın tepesine tünemiş finansal, maddi olmayan ve gayrimenkul varlık yığınları, servet bölünmelerini hayal edilemeyecek uç noktalara taşımaktadırlar.
Örneğin, Credit Suisse, 2018 Küresel Servet Raporuna göre, dünya genelinde yetişkinlerin en alt yarısının toplam küresel servetin yüzde birinden daha azına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa en zengin ilk yüzde 10'luk kesim tüm küresel servetin yüzde 85'ine sahiptir. Dünya Eşitsizlik Raporu'na göre ise Çin, Avrupa ve ABD'de en üstteki yüzde 10'luk kesim toplam servetin yüzde 70'inden fazlasına sahipken, nüfusun en alttaki yüzde 50'lik kesimi yüzde 2'den daha azına sahip; nüfusun yüzde 40'ını oluşturan “küresel servet orta sınıfı” ise küresel servetin yüzde 30'undan daha azına sahiptir. Bununla birlikte mevcut eğilimler devam ederse, küresel nüfusun en üstteki yüzde 0,1'lik kesiminin 2050 yılına kadar küresel orta sınıftan daha fazla servete sahip olacağı öngörülmektedir.64
Hatırlatmak gerekir ki değeri artıran aynı kapitalist mantık ya da yasa, bunun bir yan ürünü olarak kapitalist toplumlarda maddi varlığı yeniden üretmektedir. Kapitalist meta ekonomisi “piyasa” yeniden üretimi, üretim merkezli ekonomilerde metalaştırılmış emek gücü ve maddi sermaye girdilerinin doğrudan maliyetlerini ölçmeye uygundur. Dolayısıyla emek gücünün gerekli emeğin ürünüyle ücretlendirilmesini sağlamak için nesnel bir ölçüt sağlar.
Benzer bir ölçüt, kapitalist ekonomilerin tarihsel toplumlar olarak yaşayabilir bir şekilde yeniden üretilmesini sağlamak üzere toplumsal kaynakların, özellikle de insan emek gücünün tahsisini gerçekleştirmek için de mevcuttur. Kapitalist işbölümü, sektörleri arasında ortalama kâr oranlarının düzenlenmesi anlamına gelir. Ancak tek ölçütü kendi öznel istekleri olan, servet yüceltmeye odaklanmış kapitalizmsiz kapitalistlerin mevcut ekonomisinde, toplumsal patlamanın önünde duran yalnızca iki temel ilke vardır.
Bunlardan ilki; ki bu başka bir kitabın konusudur; kooperatiflerin, topluluk biçimindeki işletmelerin, yerel istihdam/takas ve ticaret sistemlerinin, aş evlerinin, hayır kurumlarının ve benzerlerinin yaygınlaşması da dahil olmak üzere kooperatif ve paylaşım ekonomisi biçimlerindeki çeşitliliktir.
Bir de devletin katkısı meselesi söz konusudur. Neoliberal ideoloji, devletin ya da “büyük hükümetin” piyasa yönetimi rolü üstlenmesini şiddetle kınamaktadır. Yine de devletin ekonomik ayak izi her zamankinden daha büyüktür. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) veri tabanına göre,65 2016 yılında OECD içinde sadece iki ekonomide genel devlet harcamaları GSYH'nin yüzde 30'unun altındadır. 2019 raporuna göre ise ABD hükümetinin genel harcamaları, neoliberal siyasi sınıfın azaltma çabalarına rağmen GSYH'nin yüzde 38'ine yaklaşmaktadır. Listenin başında, 2016 yılında hükümet harcamaları GSYH'nin sırasıyla yüzde 53 ve yüzde 56,4'üne eşit olan AB ekonomileri Belçika ve Fransa yer almaktadır. Neoliberal ABD'de bile “gıda pulu” ya da Ek Beslenme Yardım Programı (SNAP) 2015 yılında yaklaşık 45 milyon kişiye yılda ortalama 1500 dolar yardımda bulunmuştur.
Editör Notu:
Ek Beslenme Yardım Programı (SNAP), Amerika Birleşik Devletleri'nde düşük gelirli hanelere gıda satın alımlarında destek sağlayan en büyük federal yardım programıdır. 2023 yılı dökümlerine göre, ABD Tarım Bakanlığı'na (USDA) bağlı Gıda ve Beslenme Servisi'nin (FNS) verileri, SNAP programına kayıtlı yaklaşık 40 milyon kişiye aylık yardım sağlandığı görülmektedir. Toplam harcama ise yıllık yaklaşık 112 milyar dolar olarak kaydedilmiştir.
Her ne kadar bu tür harcamalara sıcak bakmamasına rağmen, neoliberal devlet düzeni ve asgari sosyal refahı sürdürme maliyeti, vergi tabanı daralsa bile artmaya devam edecektir. Bu durum, neoliberal devletleri, gerçek ekonomik büyümeyi teşvik eden harcamalardan daha fazla sülük gibi akan regresif “katma değer” ve “tüketim” vergilerine yönelmeye zorlamıştır. Dahası, finansal kumarhane oyunları ve varlık piyasalarının yapısı bile yalnızca devletlerin emriyle var olmaktadır. Gözü kara bir analistin açıkça ifade ettiği gibi:
‘‘Bütün piyasa Hazine ve Federal Rezerv'in açık ve zımni garantileri üzerine inşa edilmişti. Bu kredi aygıtının sonuçta ortaya çıkan “parasallığı”, aşırılıkların felaket boyutlarına yaklaşmasını sağladı... Gerçek şu ki, hükümetler artık küresel olarak “piyasa temelli finans” denilen alana açıkça el koymuş durumdalar. Menkul kıymet piyasaları açıkça manipüle edilmektedir. Trilyonlarca menkul kıymet parasallaştırıldı. Küresel menkul kıymetler ve türev piyasalarındaki fiyatlar ve risk algıları daha önce hiç olmadığı kadar saptırıldı. Sonuç, daha önce görülmemiş boyutta küreselleşmiş bir balondur.’’
Doug Noland, 201566
Uzun sözün kısası; neoliberal devletin neredeyse iflas etmiş komuta kurumlarını kurtarma ve desteklemedeki programlayıcı rolü ve bir nebze sosyal refahı yönetebilme kabiliyeti olmadan mevcut gelişmiş toplumlar, basitçe söylersek, çökecektir. Nihai neoliberal çözüm ise bu bataklığın bedelini ödemek üzere insanlığın kemiklerindeki son et parçalarını da kazımak için kemer sıkmaktır.
***
NOTLAR:
Patentlerin yaygınlaşmasına rağmen ABD'de Ar-Ge harcamalarının 1970'lerden itibaren GSYH'nin yüzde 2,5'i düzeyinde kalması anlamlı bir gerçektir ve patentlerin yaygınlaşmasının 2000'lerde de büyük ölçüde sabit kalan verimlilik artışını artırmaya hizmet ettiğine dair çok az kanıt vardır.67
Bilmeyenler için, “altın standardı” altında devletin para arzını düzenleyen hiçbir politika rolü yoktur. Her ülkenin merkez bankası kasalarında muhafaza edilen altın rezervi, hem ticari bankalar tarafından kredi yaratılmasının hem de merkez bankası tarafından ihraç edilen “yasal ihale” ya da banknotların temelini oluşturur. İster kambiyo senetlerini iskonto etmek ister nakit ödeme ihtiyaçlarını karşılamak için olsun, para ihracı, mal alım satımındaki iniş çıkışlara yanıt olarak “otomatik” olarak gerçekleşir. Temerrütler bir ekonomiyi vurursa, altın rezervleri merkez bankalarından çekilir ve altın stokları yenilenene kadar ekonomiler deflasyon ve kemer sıkma politikalarıyla karşı karşıya kalır. 1950'lerden itibaren ekonomilere ve 1971'de Bretton Woods'un çöküşüyle birlikte küresel ekonomiye damgasını vuran “itibari para” rejimleri altında, devlet borç senetleri parasal rezerv işlevi görür. “Parasal taban”ın seviyesini ve ekonomideki kredi yaratımının kapsamını belirleyen, merkez bankası ile ona bağlı ticari bankalar arasında bu devlet tahvillerinin ya da bonolarının tutulmasıdır. Altın standardının aksine, itibari para rejimlerinde “optimal” para arzına ulaşılması ancak devlet politikasıyla sağlanabilir. Bu politikayı belirleme esnekliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası altın çağında altın standardından uzaklaşılmasının nedenlerinden biriydi. Günümüzde moda olan “merkez bankası bağımsızlığı” kavramı, devletin para politikasını belirleme rolünü merkez bankası yetkililerine tahsis ettiği anlamına gelmektedir.
***
Yazar Hakkında
Richard Westra, okuduğunuz makalede de görüldüğü üzere çağdaş kapitalizm, neoliberalizm ve küreselleşme üzerine çözümlemeleri son yıllarda oldukça ses getiren bir siyaset bilimci ve politik ekonomisttir. Akademik çalışmaları, Asya'daki kapitalist gelişim ve küresel üretim sistemleri ile birlikte ‘Sermaye Birikim Modelleri’nin tarihsel olarak bölümlenmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Kapitalizmin yapısal dönüşümüne odaklanarak küresel ekonominin üretim ilişkileri açısından nasıl değiştiğini incelerken finansallaşma ile birlikte küresel üretimin sanayisizleşme ve finans odaklı bir modele kaydığını savunmaktadır ve buradan hareketle neoliberalizm eleştirisini yeni feodalizmin kapısını aralaması ile geliştirmektedir. Profesör Westra, Doğu Asya’daki ekonomik gelişmeleri ve bölgenin küresel kapitalist sistemdeki rolünü de Batı merkezli kalkınma modellerine karşı alternatif ekonomik yapılanmaların mümkün olup olmadığı bağlamında incelemektedir.
Chesnais, F. 2016. Finance Capital Today: Corporations and Banks in the Lasting Global Slump. Leiden: Brill, syf 16
Chesnais, F. 2016. Finance Capital Today: Corporations and Banks in the Lasting Global Slump. Leiden: Brill, syf 104
Westra R. 2019. Financialization and Marxism. Science & Society 83 (1): 117–126. World Inequality Report.
Marx, K. 1977. Capital Volume I. New York: Vintage Books. syf: 272
Marx, K. 1977. Capital Volume I. New York: Vintage Books. syf: 873–913
Marx K., 1991. Capital Volume III. London: Penguin Classics. syf: 773
Marx K., 1991. Capital Volume III. London: Penguin Classics. syf: 755, 757
Ricardo, D. 1817. On The Principles of Political Economy and Taxation.
Albritton, R. 1991. A Japanese Approach to Stages of Capitalist Development. Basingstoke: Macmillan. syf: 20
Marx K., 1991. Capital Volume III. London: Penguin Classics. syf 738
Sekine, T. 1997. An Outline of the Dialectic of Capital. Vol. 2. Basingstoke: Macmillan. syf 132
Drucker, P. 1994. Post-Capitalist Society. New York: Harper Business. syf: 69–70, 77–78
Haskel, J., and S. Westlake. 2018. Capitalism Without Capital: The Rise of the Intangible Economy. Princeton: Princeton University Press. syf: 22
Haskel, J., and S. Westlake. 2018. Capitalism Without Capital: The Rise of the Intangible Economy. Princeton: Princeton University Press.
Standing, G. 2017. The Corruption of Capitalism: Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay. London: Biteback Publishing. syf: 24-50.
Seabrooke, L., and D. Wigan. 2014. Global Wealth Chains in the International Political Economy. Review of International Political Economy 21 (1): 257–263.
Standing, G. 2017. The Corruption of Capitalism: Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay. London: Biteback Publishing. syf 51-52, 59
Standing, G. 2017. The Corruption of Capitalism: Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay. London: Biteback Publishing. syf 62-66.
Westra, R., 2018b, A Theoretical Note on Commodification of Labour Power in China and the Global Putting-Out System. Journal of Contemporary Asia 48: 159–171.
Foley, D. 2013. Rethinking Financial Capitalism and the ‘Information’ Economy. Review of Radical Political Economics 45 (3): syf 257–268.
Foley, D. 2013. Rethinking Financial Capitalism and the ‘Information’ Economy. Review of Radical Political Economics 45 (3) : syf 257–268.
Durand, C., and W. Milberg. 2018, July. Intellectual Monopoly in Global Value Chains. Working Paper 07/2018, Department of Economics, The New School for Social Research.
Standing, G. 2017. The Corruption of Capitalism: Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay. London: Biteback Publishing, syf: 69
Smith, J. 2016. Imperialism in the Twenty-First Century: Globalization, Super-Exploitation and Capitalism’s Final Crisis. New York: Monthly Review Press. syf: 28.
Foroohar, R. 2016. Makers and Takers: The Rise of Finance and Fall of American Business. New York: Crown Business, syf: 68
Durand, C., and W. Milberg. 2018, July. Intellectual Monopoly in Global Value Chains. Working Paper 07/2018, Department of Economics, The New School for Social Research. syf:5
Milanovic, B. 2016. Global Inequality: A New Approach to the Age of Globalization. Cambridge: Harvard University Press. syf: 110
Foley, D. 2013. Rethinking Financial Capitalism and the ‘Information’ Economy. Review of Radical Political Economics 45 (3): syf 266.
Baker, D. 2016. Rigged: How Globalization and the Rules of the Modern Economy Were Structured to Make the Rich Richer. Washington, DC: Center for Policy Research. syf 79-82.
Standing, G. 2017. The Corruption of Capitalism: Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay. London: Biteback Publishing. syf 67-68
Moody, K. 2017. On New Terrain: How Capital Is Shaping the Battleground of Class War. Chicago: Haymarket. syf: 19-21
Moody, K. 2017. On New Terrain: How Capital Is Shaping the Battleground of Class War. Chicago: Haymarket. syf: 21-22
Haskel, J., and S. Westlake. 2018. Capitalism Without Capital: The Rise of the Intangible Economy. Princeton: Princeton University Press. syf: 8
Mason, P. 2015. Post Capitalism: A Guide to Our Future. Milton Keynes: Penguin Books. syf 110-112
Rifkin, J. 2015. The Zero Marginal Cost Society: The Internet of Things, the Collaborative Commons, and the Eclipse of Capitalism. New York: St Martin’s Griffin. syf 85
Rifkin, J. 2015. The Zero Marginal Cost Society: The Internet of Things, the Collaborative Commons, and the Eclipse of Capitalism. New York: St Martin’s Griffin. syf: 242.
Foley, D. 2013. Rethinking Financial Capitalism and the ‘Information’ Economy. Review of Radical Political Economics 45 (3): syf 258
Haskel, J., and S. Westlake. 2018. Capitalism Without Capital: The Rise of the Intangible Economy. Princeton: Princeton University Press. syf: 114–115
Smith, T. 2015. The End of One American Century…and the Beginning of Another? In The Future of Capitalism After the Financial Crisis: The Varieties of Capitalism Debate in the Age of Austerity, ed. R. Westra, D. Badeen, and R. Albritton. London: Routledge. syf 87-90
Foroohar, R. 2016. Makers and Takers: The Rise of Finance and Fall of American Business. New York: Crown Business, syf 13
Lapavitsas, C. 2013. Profiting Without Production: How Finance Exploits Us All. London: Verso, syf 217.
Chesnais, F. 2016. Finance Capital Today: Corporations and Banks in the Lasting Global Slump. Leiden: Brill. syf 74–75.
Kotz, D. 2015. The Rise and Fall of Neoliberal Capitalism 1st Edition Cambridge: Harvard University Press.
Tabb, W. 2010. Financialisation in the Contemporary Social Structure of Accumulation. In Contemporary Capitalism and Its Crises Social Structure of Accumulation Theory for the 21st Century: (149)
Bellamy-Foster, J., and R. McChesney. 2012. The Endless Crisis: How Monopoly-Finance Capital Produces Stagnation and Upheaval from the USA to China. New York: Monthly Review.
Bellamy-Foster, J., and R. McChesney. 2012. The Endless Crisis: How Monopoly-Finance Capital Produces Stagnation and Upheaval from the USA to China. New York: Monthly Review.
Bellamy-Foster, J., and R. McChesney. 2012. The Endless Crisis: How Monopoly-Finance Capital Produces Stagnation and Upheaval from the USA to China. New York: Monthly Review.
Bellamy-Foster, J., and R. McChesney. 2012. The Endless Crisis: How Monopoly-Finance Capital Produces Stagnation and Upheaval from the USA to China. New York: Monthly Review.
Drucker, P. 1994. Post-Capitalist Society. New York: Harper Business.
Haskel, J., and S. Westlake. 2018. Capitalism Without Capital: The Rise of the Intangible Economy. Princeton: Princeton University Press.
Duncan, R. 2012. The New Depression: The Breakdown of the Paper Money Economy. Hoboken: Wiley.
Smith, J. 2016. Imperialism in the Twenty-First Century: Globalization, Super Exploitation and Capitalism’s Final Crisis. New York: Monthly Review Press. syf 236-240.
Durand, C. 2017. Fictitious Capital: How Finance Is Appropriating Our Future. London: Verso. syf 128,
Chesnais, F. 2016. Finance Capital Today: Corporations and Banks in the Lasting Global Slump. Leiden: Brill. syf 75–77
Marx, K. 1977. Capital Volume I. New York: Vintage Books. syf 275.
Financialization and Marxism. Science & Society 83 (1): 117–126. World Inequality Report. syf 124.
Lapavitsas, C. 2013. Profiting Without Production: How Finance Exploits Us All. London: Verso. syf 167–168
Crouch, C. 2011. The Strange Non-Death of Neoliberalism. Cambridge: Polity Press.
Kotz 2017: The Rise and Fall of Neoliberal Capitalism 2nd Edition Cambridge: Harvard University Press. syf 121-122.
McMurtry, J. 1999. The Cancer Stage of Capitalism. London: Pluto Press. syf 23.
Turner, A. 2016. Between Debt and the Devil: Money, Credit and Fixing Global Finance. Princeton: Princeton University Press.
Westra, R, 2016. Unleashing Usury: How Finance Opened the Door to Capitalism Then Swallowed It Whole. Atlanta, GA: Clarity Press. syf 225
Marx K., 1991. Capital Volume III. London: Penguin Classics
Credit Suisse. 2018. Global Wealth Report 2018. syf 9
OECD. 2019. General Government Spending (Indicator). https://doi. org/10.1787/a31cbf4d-en. Accessed 2 Jan 2019.
Noland, D. 2015. Out of Thin Air. Credit Market Bulletin.
Baker, D. 2016. Rigged: How Globalization and the Rules of the Modern Economy Were Structured to Make the Rich Richer. Washington, DC: Center for Policy Research.