ABD Seçimleri: Anlatılan Kimin Hikayesi?
Amerikan Siyaset Sahnesine Kapitalizmin Genetik Kodlarından Bakmak-Birinci Bölüm
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portesi adlı eserinde, romanın baş karakterlerinden birisi olan Basil Hallward, Dorian karakterinin bir tablosunu resmeder. Bu tabloyu gizli bir hazine olarak saklayıp kimseyle paylaşmak istemeyen Basil, eseri müzayedelerde sunmaya yanaşmaz.
Bu muazzam eserde Basil, o portrede herkesin kendi kusurlarını, bilincinin derinliklerinde sakladığı günahları ve gerçek benliğini görecekleri korkusuyla kendi içinde bir hezeyan yaşamaya başlar…Üstelik resmini yapmış olduğu Dorian Gray kendi portresinin büyüsüyle yaşadığı grandiyöz krizlerin sonucunda ressamını cezalandırır.
Amerikan Başkanlık ve Kongre seçimlerinin ressamı olarak tanımlayabileceğimiz sermaye sınıfı ise kendi eserini bizimle paylaşmayı özellikle engellemek isteğinde, ve bu açıdan Basil’le benzer bir ruhsallığı paylaşıyor. 2024 seçimlerinin ressamı olarak kaderi ressam Basil ile aynı mı olacak veyahut bu ne kadar mümkündür, etraflıca ele almak gerekir.
Oliver Parker’ın Dorian Gray adlı 2009 yapımı filminden. Kolaj ve Altyazı: Uğur B.Tezgel
Her ne kadar farklı kanallar aracılığıyla Amerika’da ki seçimler demokrasi ve otoriterlik, sekülerizm ve muhafazakarlık, kadın ve erkek cinsleri arası bir çatışma gibi lanse edilse de esasında tüm bu sürecin bizlere anlattığı şudur:
Uluslararası sistem içerisindeki kuzey, merkez, ya da erken kapitalistleşen ülkeler olarak nitelenen ülkelerin devlet örgütü içerisinde kümelenen ayrıcalıklı yapılar ve bu yapılarla iş birliği içerisinde olan küresel sermayenin hikayesi.
Neo-liberalizm, piyasanın işlemesi için gerekli hukuki düzenlemeleri yaptıktan sonra devletin piyasadan çekilmesini salık veren, ABD merkezli sermayenin küresel pazarlara yayılma sürecinde ulusal hükümetlerden ve yerleşik devlet elitlerinden gelebilecek olası tehditleri bertaraf etme girişiminden öte bir şey değildir. Ayrıca, neo-liberalizm olarak adlandırılan bu kavrama da ihtiyaç duymadan kapitalizmin işleyiş yasalarını merkeze alarak baktığımızda aslında olan biteni, küresel krizi aşmak için sermayenin ve küresel düzeni tesis eden devletlerin ortak saldırısı olarak tanımlayabiliriz.
Amerikan toplumsal formasyonu içerisinde sermayenin farklı fraksiyonlarının devleti kimin yöneteceğine dair tutumlarına baktığımızda karşımıza kabaca şu ayrım çıkmaktadır:
Başkanlık yarışındaki Donald Trump’ın etrafında bilişim, finans ve sanayi sermayesinin ulus ötesi bağları zannedildiği kadar güçlü olmayan fraksiyonu kümelenirken, Kamala Harris’nın etrafında ise sermayenin ulus ötesi fraksiyonu, Bill Gates, Jeff Bezos gibi bilişim sermayesinin ve Jamie Damon, Warren Buffett, George Soros gibi Finans Kapitalin farklı bileşenleri kümelenmişti.
Sanayi sermayesi içerisindeki ulus ötesi bağları daha gevşek olan ve ithalata bağımlılığı daha düşük olan sermaye fraksiyonlarının baskısıyla Trump döneminde korumacı dış ticaret politikalarının artacağını ve yeni bir merkantilist dönemin başlayacağını iddia eden analizler güncel yazını domine etmektedir.
Bu iddia elbette yanlış değildir ancak eksiktir. Peki, neden?
Merkantilizm, tarıma dayalı bir üretim sisteminin baskın olduğu, sanayi sermayesinin hegemonik fraksiyon olarak belirmediği dönemde sermaye birikiminin/ulusal zenginliğin ülke içerisinde kalmasını önceleyen bir politika olarak tanımlanabilir.
Merkantilizm gömleği, sanayi sermayesinin gelişmesi ve bilhassa İngiltere, Hollanda, Fransa gibi erken kapitalistleşen ülkelerden neşet eden sermayenin yeni pazarlar bulması için çıkarılmıştır.
Ulusal zenginliğin ancak girişimci özgürlüğün ve serbest ticaretin var olduğu bir iktisadi liberalizm ortamında var olabileceği görüşü Adam Smith ve David Ricardo gibi iktisatçıların ideolojik desteğiyle de dayatılmıştır.
Kısacası, tarım burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi arasındaki savaş sanayi sermayesinin lehine sonuçlanmıştır.
Bu dönemde kapitalizme daha geç eklemlenen ülkelerden -bunların içinde Almanya da vardır- ticarette korumacı politikalara başvurmamaları istenmiştir. Ha-Jon Chang tarafından “merdiveni tekmelemek” olarak adlandırılan bu süreç, erken sanayileşen ülkelere diğerleri karşısında asimetrik bir üstünlük sağlamıştır.
Sermayenin merkezileşmesine dayalı, sanayi ve finans sermayesinin derin bir şekilde iç içe geçtiği kapitalizmin en ileri aşaması olarak bilinen emperyalizm aşamasında sermayenin yayılma alanı giderek genişlemiştir.
Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD merkezli sermayenin Avrupa ve dünyanın geri kalanına yayılması sermayenin uluslararasılaşmasını hızlandırmış, üretim ilişkilerinde yeni bir safhaya geçilmiştir. Bu süreçte sermayenin yayılmasının ortaya çıkardığı uluslararası iş bölümü küresel düzendeki eşitsizliği daha da derinleştirmiştir.
Kapitalizmin altın çağı olarak nitelenen dönem (1945-1970’lerin ilk çeyreği), petrol fiyatlarının düşüklüğü, ulusal talebi artırmaya yönelik Keynesçi politikalar, altın standardı uygulaması ve ithal ikameci dış ticaret politikaları ile beslenmiştir.
1970’lerde petrol krizinin ortaya çıkması ile sanayi sermayesinin kâr oranlarında bir düşüş meydana gelmiş, ithal ikameci politikalar sermayenin yayılmasını engel teşkil etmiştir. Neo-liberalizm olarak literatüre geçen, ticaretin serbestleştirilmesi, devletlerin piyasadaki rollerinin dönüştürülmesi ve finansal sermayenin akışının önündeki engellerin kaldırılması neticesinde küresel ticaret ilişkileri yeniden şekillenmiştir.
Kısacası, finansal sermaye geleneksel sanayi burjuvazisi ile birleşerek yeni dönemi şekillendirmeye başlamıştır.
Bu süreç kapitalizme geç eklemlenen, kalkınma sürecine yeni girmiş, ithal ikameci ticaret politikaları ile sanayi birikimine başlamış ülkelerin uluslararası pazara açılmasını da beraberinde getirmiştir. Neoliberal dönüşüm, dünyada Reagan ve Thatcher hükümetlerinin sponsorluğunda yayılmaya başlayan, Ortadoğu’da Özal’la, Mübarek’le temsil edilen, Güney Amerika’da neoklasik iktisadın mürşitleri öncülüğünde Allende hükümetinin yıkılması ile iktidara gelen Pinochet hükümeti ile belirmiştir.
Ticarette serbestleşme, merkez ülkeler dışında kalan toplumsal formasyonlarda özelleştirme furyası ve uluslararasılaşmaya ticaret üzerinden eklemlenme süreçleri küresel ekonominin yeni mottoları olmuştur. Kısaca, sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi ile ortaya çıkan finans sermayenin ulusal sınırları aşma girişimleri küresel düzeni yeniden şekillendirmiştir.
SSCB’nin dağılması ile her ne kadar ABD önderliğinde küresel bir uzlaşı sağlanmış olsa da küresel alanda çatışma ve savaşlar sona ermedi. Serbest ticaret ilişkilerinin Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla dayatıldığı ve doğrudan yabancı yatırımlar aracılığıyla post-Sovyet ülkelerinin piyasa kapitalizmine eklemlendiği bir süreç yaşandı.
Bu süreçte, küresel kapitalist sistem kâr oranlarının düşmesine bağlı olarak yeni krizlerle karşı karşıya kaldı. Bunlardan her seferinde yeni bir uzlaşı ile çıkmayı başarmış olsa da (Washington Uzlaşısı, Plaza Anlaşması, Post-Washington Uzlaşısı vs.) ABD’nin küresel hegemon rolü her finansal krizde biraz daha zayıflamaya başladı.
Sermaye birikim süreçlerinde meydana gelen aksamalar bilhassa 2010’ların başından itibaren Çin ve Rusya ve bu toplumsal formasyonlardan yayılmaya başlayan ulus ötesi sermaye fraksiyonu için özellikle enerji, otomotiv, gıda ve elektronik sektörlerinde küresel hegemonya mücadelesine girme fırsatı sundu.
Üretimin ulus ötesileşmesi olarak tanımladığımız bu süreçte artık bir metanın çeşitli parçaları farklı ülkelerde üretilip, küresel ticarete dahil edilmektedir. Apple firması ürünlerinin farklı parçalarını Asya’da, Avrupa’da ve Amerika kıtasında farklı mekanlarda üretmekte ve sömürü oranını maksimize ederek kârını artırmaktadır.
Bunun yanında, Lockheed Martin, Northrop Grumman, British Aerospace Systems, General Dynamics, Rolls Royce, Honeywell, Martin- Baker, Dunlop Aircraft Tyres, Leonardo, L3 Harris, Raytheon ve yüzlercesi Suudi Arabistan, Umman, Hindistan, Avusturya, İsveç, Polonya, Güney Kore, Singapur, Tayvan gibi dünyanın farklı ülkelerinde tesisleri bulunan “vatansız”, “milletsiz” sermayelerdir.
Ayrıca, Citigroup, Bank of America, ve Black Rock gibi finans sermayesi de bu süreci doğrudan finanse eden sermaye fraksiyonlarından bazılarıdır.
Sözün özü, hem savunma hem bilişim sanayisi hem de geleneksel sanayi sermayesi artık tek bir ulus devlete mahkûm değildir. Ulus ötesi hareket kabiliyetine sahip bu sermaye fraksiyonu sınıf mücadelesini tek bir ulusal formasyonda değil, birden fazla ülkede ve piyasada yapabilir hale gelmiştir.
Bu açıdan Trump döneminde merkantilist uygulamalar beklense de sermayenin farklı fraksiyonları Trump’ı desteklememiş olsa da kısa vadede Trump hükümeti sermayenin genel çıkarlarına yönelik hamlelerine devam edecektir.
Trump’ın geleneksel sanayi sermayesi lehine atması beklenen muhtemel adımlar, ulus ötesi fraksiyonun Avrupa kıtasında, Asya’da ve Ortadoğu’da yaptığı yatırımların aleyhine bir sermaye birikim modelini ortaya çıkaramaz.
Aynı şekilde, Trump hükümeti ulus ötesi sanayi sermayesinin Asya’daki karşılaştırmalı üstünlüğü olan düşük üretim maliyetleri ve vergiler gibi başlıklardaki taleplerini karşılayamaz.
Burada esas altı çizilmesi gereken ise şudur: Sermaye her ne kadar monolitik, yekpare, homojen bir toplumsal ilişki olmasa da iktidarı eline geçiren gücün sermayenin genel çıkarını temsil etmesi kaçınılmazdır. Tabi, bu iddiamızı detaylandırmak için devletin ne olduğu ve daha da önemlisi devletin ne olmadığı başlıkları üzerine durmamız gerekecektir.
Bu da bir sonraki yazımızın konusu olacaktır.
Okuma Önerileri
1- Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi.
2- Ha-Joon Chang, Merdiveni Tekmelemek: Tarihsel Perspektifte Kalkınma Stratejisi.
3- Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar.