Trump Kazanınca Biz de Kazandık Mı?
Amerikan Siyaset Sahnesine Kapitalizmin Genetik Kodlarından Bakmak İçin Bir Girizgah
Son zamanlarda sosyal bilimler yazınında, “Yeni Soğuk Savaş”, “Çok Kutuplu Dünya”, “Hegemonya Krizi” “Aşırı Sağın Yükselişi” gibi kavram setleri ön plana çıkmaktadır. Hem uluslararası ilişkiler perspektifinden hem de sosyal bilimlerin farklı dalları tarafından gündeme getirilen bu tartışmalar yaşadığımız dünyanın siyasi ve iktisadi anlamda nereye gideceğini anlamak açısından önemlidir.
Ana akım anlatılar bu dönüşümü medeniyet, etnik kimlik, otoriterleşme, insanlık krizi, akıl dışılık ve din gibi kavram setleri üzerinden açıklamaya çalışsa da bütün bu başlıkları da kapsayan ve bu başlıkların her birini ayrı ayrı reddeden bir yaklaşımla mevcut dönüşümü anlamak gerekmektedir.
ABD’de yapılan son seçimlerden Trump’ın zaferle çıkması “dünyanın madunları için bir zafer ya da kazanım mıdır” sorusunu tartışmak Orta Çağ Avrupa’sında meleklerin cinsiyetini tartışmakla eşdeğerdir. Bu tartışmanın eksenini belirleyen ana akım anlatılardan kurtulmak için tartışmayı somut toplumsal gerçeklerle ilişki içerisine sokmak gerekmektedir.
Hem Trump önderliğinde Cumhuriyetçi Partinin hem de Trump’ın yanında ve yöresinde saf tutan farklı sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının zaferi, hem de bu toplumsal güçlerin mevcut küresel düzendeki konumunu anlamak ancak bu bakış açısı ile mümkündür. Bu doğrultuda, bu yazıda ve devamında seçimlerin küresel işçi sınıfına, devlet düzenine ve küresel sermaye sınıfına muhtemel etkileri üzerinde durmak istiyorum.
***
Kapitalizmin ortaya çıkması ile toplumsal hayatta yeni bir sınıf belirdi: proletarya.
Dilimize işçi/amele sınıfı olarak çevirebileceğimiz bu sınıf kaba tabirle emeği ile geçinen, yaşamak için çalışmak zorunda olan ve en önemlisi üretim araçlarına sahip olmayan sınıf olarak tanımlanabilir. Modern kapitalizmin ortaya çıkması, sanayi üretiminin gelişmesi ve feodalizmin çözülmesine müteakip kentlere göçen ve yeni kurulan fabrikalarda geçimini sağlamak zorunda kalan insanlar olarak da bu tanımı genişletebiliriz. Kapitalizm öncesi dönemde ücretli çalışan insanların kaderleri, kapitalizmin doğuşu ile radikal bir dönüşüme uğradı. Artık emeklerinden başka sermayesi kalmayan bu toplumsal sınıf özgürleşti. Ancak bu özgürlük Karl Marx’ın da tabiriyle emeğini satma noktasında sınırlı bir özgürlükten öte bir şey değildi.
Modern işçilerin, feodal üretim tarzında ve sonrasında kolonyal genişleme dönemde baskın olmaya başlayan köleci üretim tarzında kullanılan kölelerden farkı bu olarak niteleyebiliriz. Yani, modern köleler olarak ajite edilen işçi sınıfının kölelerden farkı, emek sürecinde önemli bir özne olarak belirmesi ve yine Marx’ın tabiriyle burjuvazinin mezar kazıcısı olarak devrimci bir güce sahip olmasıdır.
Mezar kazıcı işçi sınıfı her ne kadar ulusal sınırlar içinde hapsedilmiş olsa da bu sınırları aşabilecek güce her zaman sahip olmuştur. Ancak, bu potansiyel güç kapitalizmin güncel biçiminde işçi sınıfı için bir güçten ziyade sermaye sınıfı için muazzam bir avantaj ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda, işçi sınıfının küresel anlamda mustarip olduğu sorunların başında hiç şüphesiz düzensiz göç ya da mülteci sorunu olarak adlandırılan sorun gelmektedir.
Devletler ve ulus ötesi sermaye fraksiyonları tarafından işçi sınıfının bir araya gelme potansiyeline engel olmak için eşitsiz üretim mekanizmalarının küreselleşmesi kartı oynanmaktadır. Bu durumu perçinlemek için de devletlerin yapısı değişmekte, kimlik temelli ideolojiler güçlenmekte ve militarize edilmiş bir toplum bütün dünyanın üzerinde bir hayalet gibi dolaşmaktadır.
ABD başkanlık seçimlerinde her iki adayın da ortak vaatleri içerisinde bu “soruna” çözüm bulacakları sözü verilmiştir. Ancak, bu sorun ne sadece ABD’nin ne de sadece dünyadaki başka herhangi bir ülkenin sorunu olarak düşünülebilir.
Peki bu sorunun kaynağı nedir?
Lafı kestirmeden söylemek gerek: bu sorunun kaynağı emperyalizmdir.
Bu noktada suçu soyut bir kavrama atıp, kendi üzerimize düşen sorumluluklardan azade olma motivasyonu yok elbette. Tam tersine, sorunun görünen kısmına değil, aynı zamanda hem görünmeyen hem menşei olan hem de sorunun çıktısı olan parçalarına aynı anda odaklanmak anlamına gelmektedir. Yani, görüntünün gerisindeki gerçeği anlamak için kapitalizmin işleyiş yasalarına geri dönmemiz gerekmektedir.
Çünkü diyalektik bakış açısı da bunu gerektirir. Peki nasıl?
Kapitalist üretim tarzında kârın kaynağı artı değerdir. Yani, işçinin üretim sürecinde yarattığı emeğin çok daha fazlasının patron tarafından el konulan kısmıdır. Daha basit şekilde ifade edersek, günlük 10 saat çalışarak bir ürün üreten işçinin 2 saatlik emeği karşılığında ücret aldığını varsayarsak, geriye kalan 8 saatte işçinin kendisi ve ailesi için değil patronu için çalıştığını söyleyebiliriz. Bu durumda, işçi 2 saatlik çalışma esnasında bir “değer” üretirken, 8 saatlik çalışma neticesinde de “artı değer” üretmektedir.
Kapitalist sistem içerisinde şirketlerin üretim yapma motivasyonları artı değerin sürekli yeniden üretilmesi ve maksimize edilmesidir. Bu uğurda da kapitalistlerin elinde iki tane önemli strateji vardır.
Birincisi, üretim araçlarına yapılan harcamaları kısmak, minimize etmek (sabit sermaye giderleri), ikincisi ise üretici güçlere yapılan harcamaları kısmak (değişken sermaye giderleri). Sabit sermaye giderlerini azaltmak, ya da maliyetini düşürmek için farklı pazarlar arayışında olan şirketler emperyalizm dediğimiz süreci de başlatmışlardır.
Sanayi üretiminin ülke sınırları içerisinde doyum noktasına ulaşması (aşırı birikim), iç talebin üretimi karşılayamaması (eksik tüketim), ve değişim sürecindeki kârlılıkta meydana gelen düşüşler (kâr oranlarının düşme eğilimi) neticesinde sabit sermaye harcamalarının daha elverişli mekanlarda yapılmasını zorunlu kılmıştır. Yani kolonyal genişleme ve emperyalizm.
Kapitalizmin dört başı mamur bir sistem olarak ortaya çıktığı Avrupa’dan, Avrupa dışındaki mekanlara genişleyen sermaye bu bölgeleri kapitalist sisteme dahil etmiş ve aynı zamanda daha ucuza, arsa, makine, fabrika ve hammadde elde etme fırsatını da yaratmıştır. Bu süreç kapitalizmin en temel yasalarından biri olan sermaye birikim sürecinin genel karakteristiğini belirlemektedir.
21. yüzyılda kapitalizmin değişken sermaye yatırımlarını kısma girişimlerinin başında düzensiz göçleri kullanmak gelmektedir. Çünkü, kapitalist firmalar her zaman başka ülkelere genişleyerek bu maliyetleri aşağı çekmez, çekemez. Kimi zaman da bu bölgeleri istikrarsızlaştırarak, oradaki üretim ilişkilerini tarumar ederek ve bilhassa devlet yapılarını bozarak işçi sınıfının yer değiştirmesi için uygun şartları zorlar. Bunu kimi zaman işgalle, kimi zaman resmi anlaşmalarla, kimi zaman da ambargo gibi uygulamalar üzerinden gerçekleştirir.
Bunun en önemli örneklerinin başında Filistinli nüfusun İsrail mezalimi neticesinde yerlerinden edilmesi ve başta Körfez ülkeleri olmakla birlikte, bölgedeki üretim ilişkileri için ucuz ve güvencesiz işçi nüfusunu oluşturduklarını görmekteyiz. 2011 Arap isyanları neticesinde ise yine bölge nüfusunun önemli bir kısmı -Türkiye başta olmak üzere- dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlardır.
Bu süreç içerisinde artık işçi nüfusu olarak tanımlayabileceğimiz emek gücü gittikleri yerlerde hem toplumsal ilişkileri değiştirmekte hem de ücretleri aşağı çekip, küresel sermaye ile iş birliği içerisinde olan yerel üreticilerin üretim maliyetlerini -daha doğrusu değişken sermaye yatırımlarını- düşürmektedir. Bu noktada ABD başkanının kim olduğunda bağımsız, ABD’nin küresel kapitalizm içerisindeki en önemli rolü artı değer üretimine bağlı kapitalist üretim sürecinin istikrarını, güvenliğini ve yeniden üretilmesini sağlamaktır.
Amerikan seçim sistemi Amerika’da yaşayan insanları bu iki blok arasında seçim yapmaya zorlasa da ve hatta sol kesimlerin belirli temsilcilerini Demokratların çatısı altında birleştirerek sistem içi bir uzlaşı sağlamaya yöneltse de ABD ve bütün ülkelerin halkları için zafer ancak bu sistemin ilgası ile mümkündür.
Bu hedef neticesinde de başkan kim olursa olsun dünyanın çeşitli bölgelerindeki halklar ve sınıflar her zaman bir tehdit altındadır. Eğer tarihin motoru/itici gücü sınıf çatışmasıysa -ki öyledir- esas çatışmanın dünyanın farklı yerlerinden göç eden işçi sınıfının üyeleri arasında değil, ırkı, cinsi, dini, mezhebi ne olursa olsun işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Bu noktada, ABD’de başkanlık koltuğuna namzet olmuş adaylardan ne Trump ne de Harris ABD’de devam eden enflasyon, işsizlik, şirketlerin aşırı kârlılığı, uyuşturucu bağımlılığı gibi sorunlara radikal çözümler önermemiş, aksine bu çatışmaları yumuşatma ya da başka mecralara yönlendirip sönümlendirme girişimlerinde bulunmuşlardır.
Kamala’nın melez bir Amerikalı kadın olması siyahi kadınların, Asyalı kadınların, hatta beyaz işçi kadınların sömürüldüğü gerçeğini unutturmak için bir silah olarak kullanılmış; beyaz bir Amerikalı olan Trump’ın ise, daha ucuza üretim yapmak için Asya kıtasına kayan şirketlerin ve dünyanın çeşitli yerlerinde Amerikan müdahaleleri neticesinde yerlerinden edilen göçmelerin ABD’ye gelmesi ile işlerinden olan beyaz Amerikalı işçilerin yaşadığı sorunların maskelenmesi için kullanılmıştır.
ABD seçimleri, devlet yapısında meydana gelen değişmelerin yarattığı toplumsal ve iktisadi sonuçları üzerinden değerlendirilmesi de bir sonraki yazının konusu olacaktır.
Devam edecek…
Okuma Önerileri
1- Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Yordam Kitap
2- Adam Hanieh, İsyanın Kökenleri, Nota Bene Yayınları
3- William Robinson, Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi, Ayrıntı Yayınları
4- Karl Marx, Kapital, Yordam Kitap.