Neşeyle Gelen Tahakküm
Batının Totaliterlikle İmtihanları Üzerine Düşünmek Yazı Dizisi - Birinci Bölüm

‘‘Totaliter rejimler insanlar üzerinde despotik bir hakimiyet kurmaya değil, insanların tamamen gereksiz olduğu bir sistem kurmaya çalışır.”
Hannah Arendt, 1948-The Origins of Totalitarianism
Başlarken…
‘Demokrasi kapitalizm içindir çünkü kapitalizmden başka bir sistem ve dünya düzeni sürdürülebilir değildir’ denildiğinde aslında adını koymadan zihnimizi kuşatacak ve hiç boş yer bırakmayacak şekilde topyekünleşmek ima edilir. Totaliterleşmek de böyledir, dışarıda hiçbir şey bırakmayacak şekilde Topyekünleşmek içindir. Bu bağlamdan hareketle geçtiğimiz yüzyılda bir parti devletinin otoriterlikten totaliterliğe doğru evrimine gösterilebilecek hem en başarılı hem de en trajik örnek nedir diye sorarsak, cevabı nettir:
’Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer’- ‘Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Lider' mottosunun altında, Nazi rejiminin öncesi ve sonrası ile Almanya.
Naziler ilk olarak her Alman vatandaşının ‘kutsal dava’ya bağlılığını Führer'e olan biatları ile eşitlemişti. Führer miti bu noktada Hitler’in karizmatik liderliği etrafında inşa edilen, onu neredeyse doğaüstü bir kurtarıcı olarak yücelten, ideolojik yoğunlaşması oldukça güçlü propagandalar bütünüydü. Fiiliyatta ise bu mit elbette halkın güvenlik, kalkınma, ilerleme ve ulus olarak yücelme arzularını manipüle etmek suretiyle rejime bağlılıklarını tesis etmek ve keskinleştirmek için kullanıldı.
Bir yandan toplumun her kesimine yönelik durmaksızın sürdürülen propagandalar ile Hitler'in karizması bütün bir ulusu temsil eder hale gelirken, toplumun algısında Hitler’in kendisi günlük siyasi çatışmalar ve parti içi sorunlardan bilakis uzak tutuluyordu. Nazi Almanya’sı hakkında en kapsamlı çalışmaların yazarlarından birisi olan Detlev Pekuert özellikle şu detayın altını çizer:1 Herhangi bir hoşnutsuzluk hiçbir şekilde Führer’e yansıtılmıyor, alt kademelere yönlendirilerek onun temsil gücü korunuyordu, çünkü bu ‘kurtarıcı mesih’, Almanlar için onurun ve refahın timsaliydi. İnsanların gözlerinin içine sokulacak şekilde adaletin ve düzenin son otoritesi olarak lanse ediliyordu.
Bu mite eşlik eden ülkü ise Volksgemeinschaft kavramıyla ifade edilen yeknesak bir kitle idealidir: Irksal olarak sarih, kitlesel olarak kaynaşmış ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş, devasa boyutlarda ama tek bir beden şeklinde yorumlanan Almanlık tasavvuru.
Batının Totaliterlikle İmtihanları Üzerine Düşünmek yazı dizisinin girizgahı olan ‘Siyasetsizleşme ve Totaliterleşme’ makalesinde de belirttiğim gibi, Nazilerin çok katmanlı bir toplum ve siyaset mühendisliği ile otoriter parti devletinden önce Almanya sonra tüm kıta Avrupası halklarının üzerinde topyekün tahakküm kurma aşamasına ilerleyişini serinin bu ilk bölümünde ele alıyorum.
Bu Bölüm Ne Hakkında?
Konunun tarihi derinliğine eğilmek ve bir politik varoluş biçimi olarak ‘Topyekün Tahakküm’ü açıklayabilmek için katmanlı bir analiz sunabilmek adına şu soruların peşinden gideceğim:
Naziler ilahi yaptırım iddiasında bulunan bir tanrı-kralın monarşik, iktidarı bir biçimde ele geçiren herhangi bir tiranın despotik veya güçlü bir askeri cuntanın darbe yaparak tesis ettiği zalim bir dikta rejiminden yapısal olarak nasıl ayrıştılar?
Naziler, özellikle iki dünya savaşının arasındaki dönemde, Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın ekonomik ve sosyal atmosferi içerisinde kaynayan tabakaları kendi avantajlarına kullanabilmek için hangi yöntemlere başvurdular?
1920’lerin başında marjinal sayılabilecek ölçekte milliyetçi bir hareket olarak yola çıkan fakat 1940’ların başında bütün Avrupa’yı topyekün tahakküm altına alabilmiş bu hareketin kendi rejimini inşa ederken kullandığı kabiliyetler nelerdi? Özellikle 1933 yılında iktidara gelen NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) oldukça kısa sayılabilecek beş senelik bir süre zarfında totaliterleşmesini nasıl tamamladı? Bu süre zarfında kendilerini iktidara taşıyanlar ile yollarını son derece kanlı bir şekilde ayırmalarının onlara ne gibi katkıları oldu?
Naziler kendilerine bağlı kitleleri nasıl siyasetsizleştirdiler? Bu amaç doğrultusunda toplum mühendisliklerine nereden başladılar? Bununla birlikte Nazi Almanya’sı neden genellikle lanse edilenin oldukça aksine bizzat Devlet ve Toplum arasındaki yabancılaşmanın had safhada yaşandığı, konsensüs ve rıza üretimi gibi kavramlar ile ifade etmenin gayet yetersiz kaldığı bir rejim örneğidir?
Nazilerin mükemmelleştirmek için çok uğraş verdikleri propaganda ve ideolojik aşılama yöntemlerinin başta Alman emekçileri olmak üzere genel olarak Avrupa halkları üzerindeki etkisi ne oldu? Bir başka deyişle topyekün tahakküm altına girmeyi son kertede neden kabul etmek durumunda kaldılar? Bu noktada ‘fiziki (tangible) terör’ ve ‘soyut (phantom) terör’ uygulamalarının önemli etkileri nelerdi?
Başta Führer ve yakın ekibi, halkın gözünde coşkuyla şeytanlaştırdığı büyük sermayedarlar ile iş birliğini hangi amaçları için daha iktidara gelmeden tesis etmeye başladı?
Naziler için genişlemek neden totaliterliğin kaçınılmaz bir parçasıydı? Bu uğurda bilimsel teorileri nasıl kendilerine yontarak kullandılar?
Ve son olarak, Nazilerin işledikleri korkunç derecedeki insanlık suçlarının arkasında yatan inanmışlığı nasıl ele almalıyız? Avrupa’nın ortasında bir tür siyasi din; bir çeşit politik iman olarak tecelli eden Nazi Almanya’sı özünde bize ne anlatıyor?

Bir Kısa Not:
Yazı dizisinin bir sonraki makalesi totaliterleşme için hayati derecede önemli olan ‘Yapay Toplumsal Gerçeklik’ ihdası ile arkasındaki ‘Logos’un geçtiğimiz yüzyılın klasik totaliter rejim örneklerinden günümüze doğru evrimi hakkında olacak. Birazdan okuyacağınız makale ile serinin bir sonraki makalesini birbirine bağlayan en önemli detay şudur:
İster Nazi Almanya’sı gibi Klasik/Normatif Totaliter bir rejim olsun ister Amerika Birleşik Devletleri’nde gayet başarıyla sürdürülen Ters-Yüz Edilmiş Totaliter bir sistem olsun, nihai kertede kendi totaliterliğini tesis edebilmiş rejimler, esasen üç mekanizmanın birlikte işlemesi sayesinde bu noktaya gelirler. Bunlar ‘Propaganda Makinesi’, ‘Terör Makinesi’ ve ikisi arasında bir sarkaç gibi çalışan ‘İdeolojik Aşılama Makinesi’dir. Üçüne bir arada ‘Totaliterliğin Kutsal Teslisi’ diyebiliriz.
Yirminci yüzyılı kana bulayan klasik anlamda totaliter rejimler yıkılıp gitseler dahi bu mekanizmaların biriktirdiği tecrübeler sayesinde işlevsellikleri korundu hatta evrimleşerek günümüze kadar geldi. Bu sebeple yazı dizisinin devam eden bölümü bu konuya odaklanacak. Dizinin takip edecek olan diğer makaleleri ve özellikle son bölümünde ise Batı’da Nazilerin ardından dünya hegemonyalığına soyunan Amerika Birleşik Devletleri’nin bu teslisi nasıl mükemmelleştirerek kullanageldiği anlatılacak.
Şimdi tekrardan Nazi Almanya’sına dönelim.
***
Neşe İçinde İzole Olanlar
Nazi Propaganda Makinesi, sürekli olarak taptaze bir Alman toplumu hedefi sunar ve her kesimden insana bu toplum içerisinde onurlu bir yer vadederdi. Çünkü onlar için ‘Milli Güç’, toplumun farklı kesimleri ve katmanlarının ortak bir dava çemberinde kaynaşmasından geçiyordu. Almanlar Führer’in peşinden gittikleri müddetçe tüm sosyal farklılıklar ve sınıfsal çelişkiler, oluşturacakları kitleselleşmenin içerisinde eriyecekti. Bu amaç doğrultusunda dahiyane propaganda yöntemleri geliştirdiler.
1933 senesinde NSDAP ile iktidarı ele geçirmeden çok daha önce mesajlarını insan hayatına dokunan hemen her yerde iletiyorlardı. İktidarın gücüne sahip olduklarında ise yazılı ve görsel medyumlar aracılığı ile filmler, radyo programları, eğitim projeleri vb. birçok faaliyet içerisinde ve elbette büyük kitlesel mitinglerde sürekli olarak bu mesajları tekrarlamaya başladılar.2
Nazi Propaganda Makinesi bu bağlamda sadece işverenler ile işçileri değil, kasaba ile kırsalı, sanayi ile zanaatı, yaşlıları ve gençleri, kadınları ve erkekleri, toplumun her ferdine kadar tüm Almanları aynı ülkünün çemberinde bir araya getirip, aralarında hem sınıfsal hem de kimlik bazlı çelişkileri yok saydı. Farklı sosyal grupların tek bir ulusal amaç doğrultusunda kenetleneceği büyük uyumlanma propagandasını tekrar tekrar halkın üzerine bombardıman yaparcasına sürdürdü.
Bununla birlikte birer arî ırk mensubu olarak her bireyin bir diğerinin ‘yüksek ideallere ve yüceltilmiş toplumsal rollerine’ olan bağlılık ve hizmetini kontrol etmekten sorumlu olduğu bir monopolün inşası için Nazi İdeolojik Aşılama Makinesi de durmaksızın çalıştı. Bu yüzden, Arendt’in "İdeolojiler, aklın dünyayı anlamlandırma çabasına son verir"3 yorumunun esin kaynaklarının en başında tartışmasız Nazizm gelir.
Bu açıdan totaliter rejimin makbul vatandaş profili dediğimizde aslında ilkin insanların birbirleriyle konuşmayı dahi reddedecek kadar yabancılaşmış ve kollektif hareket kültüründen uzaklaşmış oluşlarından bahsediyoruz. Fakat iktidarın karşısındaki halk kütlesini atomize ederek kendisini totaliterleştirme sürecinde aslen ortadan kaldırılan, gelir adaletsizliği vs. değil, bunların konuşulur halde olması ve bu sayede siyasetin nesnesi haline gelebilmeleri ihtimalidir.4
Bu sebeple Propaganda Makinesi’nin öncelikli amacı zihinleri İdeolojik Aşılama Makinesi’ne hazırlamaktır. Çünkü onlar atomize edilmiş bireylerdir ve varlıklarını değerli kılacak tek şey, İdeoloji Makinesi’nin üretimlerine gösterdikleri adaptasyondur. Bu sayede bir bütünün iradesiz zerrelerini oluştururlar. Unutmamak gerekir ki hiçbir Propaganda Makinesi dışarıda bir şey bırakmayacak şekilde topyekün tahakkümü kurmak amacındaki bir oluşuma dahil olanları, ister mürit derecesinde bağlı olsun ister yakınında dursun, hedefine koymaz. Bilakis onlar İdeolojik Aşılama Makinesi’ne sokulurlar.
‘‘İdeolojilerin önemini yitirdiği argümanının istisnai bir örneği, ideolojinin totaliter bir rejimin önemli bir özelliği değil, sadece yöneticilerin bir silahı olduğu iddiasıdır. Bu doğru olsa bile, ideoloji gene de önemini koruyacaktır. Her halükarda ideolojinin sadece totaliter yöneticilerin değil, her yerde güç arayanların ve güç sahiplerinin elinde bir silah olduğundan kuşku duyulmamalıdır. Her halükarda ideolojinin totaliter liderlerin yanı sıra takip eden kitlenin davranışlarını da şekillendirdiğine dair açık göstergeler vardır.’’
Zbigniew K. Brzezinski, 19655
İşte bu eş zamanlı çalıştırılan iki makine arasındaki eş güdüm sayesinde rejimin kendi toplumu üzerindeki bağlayıcılığı ve doğal olarak etkinlik alanının genişlemesi bir ivme kazanır. Bu sebeple Propaganda Makinesi hareketin genişlemesi sürecinde asla durdurulmaz, çünkü rejime zihinlerinden bağlı olanlar değil, dışarıda kalanlar hedeftir. Fakat eğer iki makine arasında bir uyumsuzluk baş gösterirse, kurgulanan ‘Yapay Toplumsal Gerçekler’e bağlı olanlar için takiyeci yöntemler devreye girer. Çünkü onlar bilfiil İdeolojik Aşılama Makinesi tarafından tam olarak endoktrinize edilmiş yani yutulmuş olanlardır.
Bu iki makinenin birden eş güdümlü kullanımından elde edilmek istenen gerçek amaç ise artık insanların akıllarını çelmek ya da rızalarını temin etmek değil, bilakis rejim karşısında izole edilmelerini garanti altına almaktır. Çünkü, Arendt’in de o gayet hatları keskin ifadesiyle, ‘‘Sadece izole edilmiş bireyler total olarak domine edilebilirler.’’6
Örneğin herkesin tanıklık ettiği büyük bir doğal felaket olduğunu varsayalım. Bu felaket ve etkilerine dair söylem alanında hiç yer vermemek, yoğun bir sansür uygulamak kati surette propaganda değildir. İktidar elitleri olarak bu şekilde felaket boyunca yaptıklarınızı meşrulaştıramazsınız, bu yeterli değildir. Bizatihi tüm ormanlarınız yanmakta olsa bile aslında yeşermekte olan bir bahçenin mevcut olduğu sürekli olarak tekrar edilmelidir. Bu sayede zihinlerin yıpratılmaları sağlanabilir.
Nihai amaç aslen dışarıda bir şey bırakmamak olduğu için, totaliterleşme eğer tamamiyle tesis edilebilirse, Propaganda Makinesi’nin işlevselliğinin zaman içerisinde çözülmesi ve görevini tamamlayarak fişinin çekilmesi gerekir diye düşünebilirsiniz. Gelgelelim ne Nazi Almanya’sında ne başka bir totaliter rejimde bu tam olarak vuku buldu; çünkü Topyekün Tahakküm’ü inşa etmek ile onu yaşatmak arasında doğal olarak farklı dinamikler söz konusudur.
En kıssadan hisse, hayatın doğal akışı masa başından yönetilemeyecek kadar karmaşıktır ve hiyerarşinin tepesinden toplumsal tabanın kılcallarına doğru bu iki makineyi eş zamanlı olarak kapasitenin sonuna değin zorlamak, ister istemez toplumun genelinde yabancılaşmayı besler ve büyütür. Çünkü herkes yangını görmekte ama kimse bir şey yapmamaktadır ve yeşeren bir bahçenin vaadi sadece bir boş gösterendir.
Totaliterleşme için tam bu noktada şu sorun ortaya çıkar:
Bireylerin bir tür siyasal hayvan haline getirilmesi için Total Politikanın dışında herhangi bir inanç alanı bırakılmaması nasıl sağlanabilir?
Bir başka deyişle, büyük orman yangınını gören herkes onun aslında bir felaketten ziyade yeşermekte olan bir bahçe olduğuna hem kendini hem de inanmakta zorluk çekeni nasıl ikna edecek duruma getirilebilir?
Bu sorun ile baş edebilmek için öncelikle İdeolojik Aşılama Makinesi’nin ustalıkla kullanılması elzemdir. Çünkü Propaganda Makinesi ile bir yere kadar gelebilir, dışarıda kalanları tahakküm alanının içerisine doğru çekebilirsiniz. Fakat bir tür politik iman seviyesine çıkartılmamış herhangi bir ideolojik kuşatma olmadan (ister Nasyonalist olsun ister Liberal olsun) kitleler ne Kapitalizm için Demokrasi örneklerinde olduğu üzere nihilistleştirilerek sindirilebilirler ne de tam tersi Kapitalizm için Diktatörlük örneklerinde görüldüğü üzere bir devasa tek beden olarak hazır kıta hale getirilebilirler.
Propaganda ve İdeoloji makinelerinin eş güdümlü olarak muazzam bir performansla çalışması sayesinde ideolojik kuşatma zihinlerde hiç boş yer bırakmayacak şekilde tesis edilir. Fakat o zamanda şu sorun baş gösterir:
Peki kitleler gerektiğinde nasıl harekete geçirilecek ve militarize edilecekler?
Bu vb. sebeplerden totaliterleşme amacında olan her otoriteryen rejim için fert fert bireylerin atomize edilmeleri, bunun için kendisine, varlığına, bedenine yabancılaştırılarak siyasetsizleştirilmesi veyahut cinsiyet rollerinden başlayarak tamamen idealize edilmiş bir yansıtma olarak kendisini görmesi, böylelikle hakikatlerle olan bağını zedelemesi gerekir.
Naziler bu mühendisliği etnik kimliklerin de ötesine geçip cinsel kimliklere kadar indirgeyerek, işe ‘kadınlık’ ve ‘erkeklik’ üzerinden başlayarak yaptılar. Böylelikle bireyler ideolojik aşılamalara tabi tutularak en nihayetinde devcileyin bir tek beden içerisinde sadece birer atoma dönüştürülebilsin istenmekteydi. Devasa ölçülerde büyük ama tekil bir kütle içerisinde sadece birer rakama dönüştürülmeliydi her bir Alman vatandaşı.
Peki fert fert her bir birey için geleneksel cinsiyet rollerinin yüceltilmesinin siyasetsizleşmeye ve totaliterleşmeye etkisi ve katkısı nedir?
Şimdiden belirtmek isterim ki aynı soru yazı dizisinin son bölümünde tekrar fakat Ters-Yüz edilerek karşımıza çıkacak. Günümüzde çoğunlukla Amerikan Demokratlarının ısrarla cinsiyet rolleri arasındaki duvarı kaldırmaya yönelik kültür politikalarına yaptıkları yatırımlar, geleneksel cinsiyet rollerini aşağılamaları, dünya çapında büyük bir endüstri halini alan cinsiyetsizleştirme propaganda ve faaliyetlerinin neden ve nasıl Nazilerin toplum mühendisliği ile aynı kapıya çıktığını ele alacağım.
Yeniden Nazilere dönelim:
Nazi ideologlarının en kalın şekilde altığını çizdiği bir İdeal Alman Yaşam Biçimi vardı. Bu ideal içerisinde annelik bir kadının en kutsal ve birincil rolüydü. Bir anlamda kadınlığın varlık olarak değeri bizzat asil ve Aryan çocuklar doğuracak, onları kutsal ideoloji ile büyütecek annelik ile eşitlenmişti.
Nazizmin başlıca ideologlarından birisi olan Alfred Rosenberg, kadın ve erkeğin geleneksel cinsiyet rollerine dair öncelikle Biyolojik Determinizm’e yaslanarak bu iki cinsiyetin anatomik farklılığını net olarak kabul ederek, buradan hareketle safkan idealist bir görüş ortaya koymuştu: İki cinsiyetin toplumsal rolleri kesin çizgilerle ayrılmalıdır, erkekler doğuştan liderlik yeteneklerine sahipken, kadınlar ırkın devamı için annelik görevini üstlenmelidir. 7

Naziler buradan hareketle cinsiyetler arasındaki ilişkinin hiyerarşik olduğunu ve bu rollerin birbirini tamamladığını savunurlardı. Üstlenmeleri gereken görevler itibariyle de Reich imparatorluğunun inşasında kilit rol oynadıkları inancı İdeolojik Aşılama Makinesi tarafından sürekli olarak zerk edilirdi. Bununla birlikte Rosenberg, ‘Devletin kendi başına bir amaç değil, halkın ırksal karakterini korumanın bir aracı’ 8 olduğu tezini de ileri sürmektedir ve aslında bu iki sav Nazizmin omurgasını oluşturur.
Naziler, bireyleri sistemli bir şekilde atomize etmeye evvela cinsiyet rollerinden başladılar, fakat diğerlerinden çok daha güçlü bir dizge doğrultusunda bu faaliyetleri yürüttüler. Özellikle kadınlar için ‘Bir Aryan Doğuracak Anne Olmak’ inancı tüm siyasi örgütlenme içerisinde kutsallaştırılmaktaydı.9 Bu bağlamda kızların çocuk yaşlardan itibaren davaya bağlı bir şekilde yetiştirilmesi, onların varlıklarını değerli kılan şeyin gebelik olacağı bilgisi ile koşullanarak büyütülmelerinden geçiyordu.
Kadınlar için yaygın olarak kullanılan 3K - "Kinder, Küche, Kirche" (Çocuklar, Mutfak, Kilise) sloganı bizzat Adolf Hitler tarafından parti kongrelerinde coşkuyla anlatılır ve Führer bağlılarının alkışlarıyla karşılanırdı.
NSDAP’ın kadın kollarının faaliyetlerinden itibaren zaman içerisinde tüm ülke sathında hamileliğin sadece biyolojik bir süreç olmadığını, aynı zamanda ulusun varoluş mücadelesinin bir parçasını oluşturmak olduğu anlatılıyor, sosyal hiyerarşinin bir parçası olarak cinsiyetlerin net bir şekilde görev ve sorumlulukları üzerinden ayrışmaları gerektiği sürekli öne çıkartılıyor, her iki cinsiyetin ırkın devamı ve saflığı için hizmet etmesinin önemine dair propagandalar sürekli olarak tekrarlanıyordu.

Bu yüceltme sayesinde kadınları biyolojik rollerine sıkıştırmak, politik hareket alanlarının ve toplumsal haklarının zaman içerisinde alabildiğine kısıtlanmasına da sebebiyet verecekti. Böylelikle Nazi resmi ideolojisi kadınları kamusal hayattan dışlamış olup, eğitim, siyaset ya da iş dünyasında aktif rol almalarının önüne geçebilecekti.
Öte yandan ‘erkek olmak’ da aynı şekilde görev ve sorumluluk üzerinden tarif edilirdi. Erkekler, bulundukları çevrelere liderlik etmek suretiyle kadınlardan üstün kabul edilirler, entelektüel, siyasi ve askeri alanlarda öncülük yapmaları gerektiği salık verilirdi. Rosenberg gibi erken dönem Nazi İdeolojisinin temel taşlarını döşeyen bir başka isim, Birinci Dünya Savaşının hemen ertesinde, 1920’lerin başında, dönemin Alman milliyetçileri için oldukça önemli kabul edilen Dietrich Eckart’ın görüşleri de bu noktada önemli bir role sahiptir.
Naziler henüz küçük ve marjinal bir hareket iken Hitler'in hem zihin dünyasının şekillenmesinde hem kitleleri manipüle etme yeteneklerinin gelişmesinde büyük rolü olan Eckart’a, bizzat Hitler’in kendisi ‘Nazi Ruhunun Babası’ ismini vermiştir. İşte onun idealize ettiği “Alman erkeği” figürü, geleneklerine bağlı bir kahraman tipolojisidir ve bu figürün yozlaşmasına en çok birlikte yaşadıkları ‘Yahudiler’ ve diğer “yabancı” unsurlar sebep olduğu için Alman erkeği ulusunu korumak ve savunmak kutsal görevinde yenik düşmüştür. O halde ulusal diriliş için Alman erkeği yeniden kendisini bulmalıdır.
Cesur, savaşçı ve fiziksel olarak güçlü bir varlık olarak, savaşta kahramanlık gösteren, fedakârlık yapan ve ulusal onurunu koruyan erkekler, çağları aşan bir Almanlık ruhunun tezahürleri olarak kabul edildiğinde, ahlaki açıdan arî, geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı, sadakat sahibi ve çalışkan olmak ile kodlanırlar. Bu sebeple Eckhart, her erkeğin kutsal ödevini gelecekteki Alman nesillerine kudretli bir Alman devletinin teslim edilmesinde rol almak olarak tarif eder. 10
Erkekliğin bu şekilde yüceltilmesi fert fert her bir Alman erkeğine koruyucu rolünde aileyi ve devleti korumak ile yönetimin parçası olmak sorumluluğunu yükler. Doğal olarak her erkeğin reisliğini üstlenmesi uygun görülen tek bir ailesi olacağı ve devlet organizması da tek bir partinin elinde olacak şekilde ele geçirilip dönüştürüleceği için, Nazi ideolojisi ve faaliyetleri dışında erkekler içinde herhangi bir kamusal, siyasal yahut kültürel bir yaşamdan söz edilemeyecektir.
Bir başka deyişle fert fert her bir bireyin toplumsal rolünün idealize edilerek yüceltilmesi demek aslında onların kamusal alanda çalışma hayatından ve politik yaşamdan dışlanarak bir anlamda rejime bağımlı hale getirilmeleri demektir. Haddi zatında Alman erkekleri ulusu ve ırkı korumak için günü geldiğinde savaşa katılması gerekenlerdir.
Okumakta olduğunuz bu makalenin son bölümünde 19.yy’a geri dönerek tarihsel köklerine değineceğim; ‘Büyük Alman Birliği’ ülküsü içerisinde ırksal bütünlüğü erekselleştiren bir devlet tahayyülünün; eğer bütün Reich imparatorluklarına bakarsak fiilen sadece Naziler eliyle Üçüncü Reich dönemindeki uygulamalar sayesinde sosyal hayatı bu kadar güçlü tanzim edebildiğini görmekteyiz.
Fakat cinsiyet rollerinin istiap haddinden fazla yüceltilmesi, tıpkı günümüzde belirsizleştirilmeye çalışılması gibi ‘siyasetsizleşme’ olgusuna hizmet eder derken aslında bu olguyu bir Nazi’nin gözünden de ele almak gerekir. Çünkü Naziler için siyasetin gayesi haddi zatında idealize edilirdi ve siyaset "saf" Alman ırkının korunması ve yüceltilmesinden başka hiçbir şeydir şeklinde telaffuz edilmekteydi. Örneğin Eckhart, daha Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde alınan mağlubiyeti, Alman toplumunun zayıf oluşuna, zayıf olmalarını ise bizzat siyaset kurumuna bağlamaktaydı:
‘‘Zayıflar birbirlerini yükseklere çıkarmak ve orada kalmalarına yardım etmek için bir araya gelirler. Böyle bir ‘Nâsıra'dan iyi bir şey çıkmaz ya da en azından hoş bir şey çıkmaz (…) Siyaseti seven halklar, insanlığın ruhani liderlerinden paylarına düşeni kaybetmişlerdir; bir gün onların dışsal parlaklıkları da acınacak bir şekilde sona erecektir.
Alman halkı için iyi niyetli olan herkes, Tanrı'ya şükürler olsun ki, ona çok yabancı olan siyaset eğilimine direnmeye yardımcı olacaktır. Alman halkı, siyaset tutkusunun esiri olmaya başladığı o anda, cesaretinin tüm kalıntılarını kaybetti. Tüm halklar arasında en sağlam halk olduğu için, bu ani ateşe en az dayanabilen halktı; şimdi, iç huzurunu ve eski değerini yeniden bulana kadar kaotik spazmlar içinde kıvranıyor.’’
Dietrich Eckart, 192111
Eckhart’ın 1923 senesindeki ölümünün ardından bayrağı devralan Rosenberg ise 1925 yılında ‘Parlamenter sistem, halkın örgütlü ihaneti dışında bir şey değildir’ diyerek Volksgemeinschaft’ın yani Alman halkının gerçek iradesinin güçlü bir otorite ile temsil edilebileceğini iddia etmiştir.12 Bu fikir dairesinde cinsiyetlerin yüceltilmesi ve toplumsal rollerinin idealize edilmesine paralel olarak siyasetsizleşmenin yaygınlaşmasının zemini birçok faaliyet ve örgütlenme çalışmaları ile atıldı.
Weimar Cumhuriyeti’nde kadınların toplumsal ve siyasal hakları önemli ölçüde fakat Burjuva ahlakının dahi limitlerini zorlayacak şekilde tepeden inmeci bir şekilde genişletilmek isteniyor, fakat özellikle kırsal kesimlerde, tıpkı günümüzde de birçok Batı toplumunda örnekleri görülebileceği gibi, burjuvazinin kalbinden dayatılana ciddi oranda tepkiler söz konusuydu.
Nazilerin teşkilatı NSDAP ise 1920’lerin ilk yıllarında öncelikle taşradan merkeze doğru bir örgütlenme sürecini yönetmek amacındaydı. Geleneksel aile yapısına geri dönmeyi ve kadınların "doğal" rollerine odaklanmasını sürekli olarak kendilerine ilgi gösterenlerin zihinlere kazıyordu. Böylelikle bireysel hak ve özgürlükler yerine ulusun ve ırkın yükselmesi fikri de öne çıkartılmış oluyordu.
Bu şekilde taşrada filizlenen ‘Hitler’in Kadınları’ modernizmin dayattığı yeni toplumsal düzeni reddetmekle kalmadılar, özgürleştirilme fikrine Nazi ideolojisini benimsemek suretiyle isyan etmeyi kafalarına koydular.13 Öyle ki, bir diğer Nazi İdeoloğu olan ‘Richard Walther Darré’nin ‘Kan ve Topraktan Oluşan Yeni Bir Asalet’ adlı eserinde ‘üreme prensipleri’ dahi tarif edilmiş daha iktidara gelmeden nüfus planlamasının fikri altyapısı oluşturulmuş, ideolojik aşılamalara başlanılmıştı.14
Darré hem dönemin mevcut Alman toplumunu köklerinden gelen bilgiyi kaybettiğini iddia ederek hem de eski Germanik göçer kavimlerde ırkı temsilen kan ve ortak yaşam kültürünün birbirinden ayrılmaz oluşunun bilgisinin tözsel bir rolü olduğunu ileri sürerek şöyle yazmıştır:
‘‘Zucht [ıslah, yetiştirme] kelimesinin türetilişi de gayet açıktır: Zucht sözcüğümüz Ziehen [çekmek, yetiştirmek] fiiline aittir. Ziehen fiilinin anlamlarından biri ise “yetiştirmek”, Züchten anlamında böyle ve böyle yetiştirmek [das und das ziehen] kullanımıyla vuku bulur. Eski Yüksek Almanca zuhtig-preg- nant, ile çocuk sahibi olmak kelimesi de aynı fiil kökünden türemiştir.
Orta Yüksek Almancada hala zühtic-polite, ‘iyi yetiştirilmişti’ demektir, ancak “verimli”, “meyve veren” gibi temel bir anlama da sahiptir. Ziehen kelimesindeki “yetiştirme” anlamının bileşeni, diğer Almanca prototipleri olan dillerde de görülebilir: Hollandaca tucht, Afrikanca tocht, ikisi de yaratıcılık anlamındadır.
Bu şekilde Orta Yüksek Almancada “iffet” anlamına gelen Züchten gibi ifadeleri açıklayabiliriz: ‘Züchtige Maiden’ cinselliği görmezden gelen birini anlatmaz, sürekli olarak “üreme yükümlülüğünün” bilincinde olan bir kızı tarif eder.’’
Richard Walther Darré, 193015
Naziler, Alman taşrasında yürüttükleri bu türden ideolojik faaliyetler sayesinde hem kadın hem de erkek popülasyonunda o günün şartları düşünüldüğünde oldukça önemli ve diğer siyasi partilerde görülmeyecek hacimde bir kitleye, sadece 1925-1933 seneleri arasında yaklaşık 50.000 civarı resmi üyeye sahip oldular.16 Amma velakin bütün Almanya taşrasını domine eden en etkili siyasi güç haline geldiklerini iddia etmek büyük yanılgı olur.
Birinci Dünya Savaşının mağlubu bu ülkenin taşrası bir yandan oldukça uygun ve sürülmeye hazır, Nazi fikriyatının tohumlanmasını sağlayabilecek bir tarlaydı. Fakat öte yandan aktif propaganda faaliyeti içerisinde oldukları dönemde bu savaş yorgunu topraklar üzerinde yaşayanlar, Nazilerin söylemlerinin kağıt üzerinde durduğu gibi durmayacağına nispeten uyanmışlardı. (Bu konuya makalenin ilerleyen bölümlerinde NSDAP’ın 1933 seçimlerinde ülkenin yarıya yakınının oyunu alırken neden diğer yarısının hem taşrada hem kentlerde Nazi rüzgarına kapılmadığını tartıştığım bölümde daha detaylı olarak yeniden döneceğim.)
Özetle, tıpkı kentlerde yaşanana benzer bir şekilde Nazilerin taşradaki aktif propaganda faaliyetleri ve örgütlenme çabaları sadece kutuplaşmayı maksimize etmekten başka bir sonuç vermemişti. Fakat Führer’in rüzgarına kapılanlar NSDAP saflarında kendilerini ve ülkelerini totaliter geleceklerine hazırlamaktaydılar. Çevreden merkeze doğru artık bireyler ‘İdeal Siyasa’nın birer atomu haline getirilecekleri sürecin zerreleriydi ve el birlik iktidara taşıdıkları NSDAP Weimar Cumhuriyeti’ni yıktığında da onlarda özgür politik faaliyetlerden kendilerini soyutlamış oldular. Bunun elbette ferdi yaşam üzerinde yakıcı sonuçları da söz konusuydu.
'‘ Irkı Korumakla Görevli Biyologlar' tarafından belirlenen ölçüde 'genetik olarak sağlıklı' olmaları koşuluyla çiftler, kadının da ofis ya da fabrika işinden vazgeçmesi koşuluyla evlenebilirlerdi ve bir çift, çocuk üretimiyle kısmen 'geri ödenebilecek' bir evlilik kredisi alabiliyordu. Fakat bu uygulamanın uzun vadeli etkisi ne doğum oranını yükseltmek ne de kadınların çalışmasını azaltmak oldu.’’
Detlev Peukert, 198917
Nazilerin Aryan soyunu üretmek adına tüm o şaşalı idealist düşüncelerinin ışığında geliştirilmiş olan nüfus kontrolüne dair politikaları, iktidar oldukları 1933 ve sonrası dönemde hiç de zannedildiği gibi toplum mühendisliği açısından başarılı sonuçlar vermedi. Fakat Nazi kurmayları iktidar olmalarından evvel zaten hali hazırda ölçeği çocuk yaştakilere kadar indirmişler, daha 1930 senesinde Alman Kızlar Birliği olarak bilinen Bund Deutscher Mädel (BDM) faaliyet kolunu hayata geçirmişlerdi.
Hitler Gençliği'nin (Hitlerjugend) genç kızlar kolu olan bu grup özellikle 10-18 yaş arası kız çocuklarını gelecekteki kadın kuşaklarını yetiştirmek için Nazi ideolojisine uygun bir şekilde eğitmekteydi. Bu amaçla Alman kadınlığının geleneksel rollerini doktrinize eden, erkeğe sadakat, annelik ve ev işleri gibi konularının öne çıkarıldığı ideolojik eğitimlerin yanı sıra beden eğitimi ve spor faaliyetleri de teşvik edilerek fiziksel sağlık ve dayanıklılığın önemli bir rol oynadığı eğitim faaliyetleri yapılırdı.

Naziler BDM'yi genç kızları çocukluk yaşlarından itibaren disiplinli ve rejime bağlı bireyler haline getirmek adına örgütlerken aynı zamanda onların ailevi rolleri ve sosyal yaşamlarını da şekillendirmeyi hedeflediler. Gerek okul gerekse sosyal hayatları bu ideoloji çerçevesinde yönlendirilen BDM üyeleri, savaş zamanında da cephe gerisinde çalışarak savaşa katkı sağlamışlardı.
Alman kadınlarından gelen bu destek sayesinde ve genç kızların üzerinde yürüttükleri örgütlü faaliyetlerin sonucunda devletin topyeküncü bir şekilde aile, sağlık ve eğitim gibi alanlarda tahakkümü tesis etmesine de zemin oluşturulmuştu. Sadece fikren bağlılık değil, artık kamusal ve özel yaşamdaki yaşamı yaşayış biçimlerini de belirleyen Nazizm, koluna gururla kırmızı Nazi bandı takan Alman kadınlarını bir yandan ‘siyasetsizleştiriyor’ ama diğer yandan da onları rejimin temelindeki harca dökülen birer çakıl taşı haline getiriyordu.
Bir başka deyişle her birinin var oluşu, tarif edilen cinsiyet rollerine eşitlenerek atomize edilmiş, bu sayede soyutlanmış, izole edilmiş, birey olarak politik hareket alanlarından mahrum edilmişti. Bu sebeple ancak ve ancak bir arada tekil bir kütleyi oluşturdukları ölçüde değer kazanabilmekteydiler.

Tüm bunlarla birlikte kadınların ve erkeklerin rejime karşı aktif ve pasif direnişleri cılız olsa da söz konusudur. Kadınların özel ve kamusal alandaki direniş biçimleri; protestolar, gizli örgütlenmeler, rejim karşıtı broşür dağıtmak, Yahudi karşıtı politikalara karşı farkındalık oluşturmak hatta toplama kamplarına alınan Yahudiler, göçmenler ve diğer muhaliflere yardım etmek gibi faaliyetlerden oluşmaktaydı.18
Bunlardan en bilineni ise meşhur ‘Rosenstrasse Direnişi’dir.19
Nazilerin "Die Endlösung der Judenfrage" yani ‘Yahudi Sorununa Nihai Çözüm’ yasası, İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulamaya geçen ve Avrupa’daki Yahudi nüfusunu sistematik olarak yok etmeyi amaçlayan soykırım planı, resmi olarak 20 Ocak 1942’de onaylanıp yürürlüğe girmişti. Nazi yetkilileri, yaklaşık 11 milyon Yahudi’nin yok edilmesi için bir dizi faaliyet planı belirlediler.
Bu yasanın yürürlüğe girmesinin öncesinde Yahudilere, göçmenlere, Komünistlere ve tüm rejim muhaliflerine karşı zulüm, ayrımcılık, gettolaştırma ile zorunlu çalışma kamplarına gönderilme uygulamaları hali hazırda söz konusuydu. Fakat bu uygulamaların ötesine geçen ‘Nihai Çözüm’, artık ayrımcılığı aşıp topyekün arındırmaya dönüştürerek organize bir şekilde ölüm kamplarına ve toplu katliamlara sevk etmek derdindeydi. Birincil hedefi alt ve orta sınıf Yahudi halkını Avrupa’dan tamamen silmek ve yok etmek olan plan doğrultusunda Yahudiler işgal altındaki Avrupa’dan toplanarak ölüm kamplarına gönderiliyor ve gaz odalarında sistematik olarak öldürülüyorlardı. Holocaust (Yahudi Soykırımı) yaklaşık altı milyon Yahudi'nin öldürülmesiyle sonuçlandı.
Fakat Aryan ırkından birisi ile evli olan Yahudiler için 1942 yılına kadar bir istisna söz konusuydu: Yahudi olduklarını gösterir bir işaret takma zorunluluğu, Polonya’nın işgal edilmesinden tam olarak bir yıl önce (1938) Nazi Propaganda bakanı Josef Goebbels’in bir memorandumda "genel bir ayırt edici işaret" giymeleri önermesi ile gündeme gelmişti ki emniyet güvenlik teşkilatı Gestapo’nun şefi olan Reinhard Heydrich de aynı yılın Kasım ayında bu fikri yinelemiştir. Polonya’nın işgali ile birlikte dünya savaşının başlamasının ardından bu uygulama da yürürlüğe kondu. Böylelikle 1942 senesine kadar bu kategoriye girenler toplama kamplarında alıkonulmaktan muaf tutuldular.
İşte 1943 senesinin bir Şubat günü, Nazi kuvvetleri, Alman vatandaşları ile evlilik yapmış olan Yahudilere herhangi bir uyarı vermeden Berlin’de işçi olarak çalıştıkları fabrikalara baskın düzenleyerek onları da gözaltına almaya başladılar. O gün Berlin’in Rosenstrasse bölgesinde hapsedilmiş 2000 Yahudi erkeğin Alman eşleri bölgeye gelerek eşlerinin toplama kampına sevk edilmelerine karşı direndiler. Protestocu kadınların arasına yerleştirilen silahlı askerlerin tehditlerine rağmen geri çekilmediler ve her birisi kocalarının isimlerini bağırarak serbest bırakılmasını talep ettiler.
Bu olay Nazi Almanya’sında nadir görülen kitlesel bir sivil itaatsizlik örneğiydi. Protestolar takip eden günlerde de sürdürüldü ve sonunda tutuklanan erkeklerin serbest bırakılmasını sağladı. Fakat bu kazanım ta ki Adolf Hitler’in 54. yaş günü olan 20 Nisan gününe kadar sürebildi, çünkü kendisine Berlin’i Yahudilerden tamamen arındırma sözü verilmişti.
Yine de her türlü muhalefet ve uyumsuzluğun Nazi rejimine karşı direniş olarak kabul edildiğini, üstelik geniş halk kitlelerinin erkekler ve kadınlar olarak toplumsal rollerine çok erken yaşlarda zihinlerinde hiç boş yer kalmayacak şekilde adapte edildiğini göz ardı etmezsek, bu türden sivil itaatsizlik eylemlerinin bile büyük bir cesaret gerektirdiğini söyleyebiliriz.
Öyle ki 1944 senesinde Adolf Hitler, mutlak iktidarının sonuna yaklaşırken, “kadınların siyasi nefreti son derece tehlikelidir” demiştir.20

***
Neşeyle Gelen, Birlikten Doğan Kuvvet
Neşeyle Gelen Kuvvet (Kraft durch Freude) Nazi Propaganda Makinesi’nin en çok bombardımanını yaptığı, kuvvetli ve enerjik olmayı teşvik ederek insanları harekete geçirmeyi hedefleyen bir diğer sloganıydı. Üstelik KdF adında bir teşkilat kurulmuştu. Bu teşkilat, devlet kontrolünde Alman halkına yönelik çok geniş katılımlı ve süreklilik arz eden eğlence organizasyonları düzenliyordu. Böylelikle hem gençlerin fiziksel ve zihinsel güçlerini geliştirmek için uyguladıkları eğitim programlarında, hem yetişkinlerin en temel gündelik yaşam koşullarına etki edecek şekilde, müzik ve sanat etkinlikleri dahil hemen her yerde bu sloganı Alman halkının önüne çıkartıyordu.
Naziler iktidara gelir gelmez, turizm ve eğlence sektörlerinin tamamına gürz indirir gibi bütün faaliyetlerin doğrudan devlet uhdesine geçirilmesine yönelik yasal düzenlemeler ile tüm şirket ve işletmeleri rejimin kontrolü altına alarak millileştirdi. Böylelikle KdF 1930’ların ortasına gelindiğinde gezegen üzerindeki en büyük ve en faal, spor organizasyonları ile turizm ve eğlence organizasyonlarından sorumlu kuruluş haline gelmişti. Bu sayede Neşeyle Gelen Kuvvet sloganı çok geniş bir faaliyet alanı içerisinde sürekli tekrar ederek her yere yaygınlaştırılmaktaydı. Bununla birlikte ülke içerisinde orta ve alt sınıfların gruplar halinde turistik gezi ve tatil imkanlarına sahip olmasına bir olanak sundular. Çünkü Nazilerden önce Almanlar için turizm büyük ölçüde burjuva sınıfının uhdesinde bir lüks tüketimdi.

İşçi sınıfının seyahat etmek ve tatil olanaklarına sahip olmadığı bir atmosferde yani bu alışkanlık henüz geniş halk kitlelerince bir refah talebi halini almamışken, devlet eliyle bu organizasyonların düzenlenmesi sayesinde kitleler, durmaksızın süren bir propagandanın gölgesinde daha önce hiç erişimleri olmadıkları deneyimler ve hizmetlere görece olarak ulaşabilir hale geldiler.
Gelgelelim bizzat KdF örgütünün tespitlerine göre, mesela 1933 senesinde Siemens fabrikalarında çalışan işçilerin %50’den fazlası hayatlarında hiç Berlin bölgesinin dışına çıkmamışken21 bireylere bunu hayal etmenin, istemenin ve talep etmenin imkanlarının sunulmasının elbette ki siyasi avantajları olacaktı. Ve elbette ki gerçek bir ekonomik kalkınmadan ziyade Nazilerin İdeolojik Aşılama Makinesi’ne hizmet eder türden avantajlardı bunlar.
Kıssadan hisse, bir fikir yahut bir hayal olarak, tüketimin ve eğlencenin halkın geneline yayılıyor olduğuna dair inancın pekiştirilmesine hizmet eden bir iletişim politikasıydı bu açıdan Neşe ile Gelen Kuvvet projesi. Bir yandan Naziler, rejimin yaşam standartlarını yükseltmeyi amaçladıklarını sürekli olarak tekrar ediyor, fakat öte yandan işler pek Propaganda Makinesi’nin lanse ettiği güllük gülistanlık bir şekilde seyretmiyordu:
‘‘Kraft durch Freude (“Neşe Yoluyla Güç”), resmi sendika örgütünün bir kolu olan Alman Emek Cephesi, hafta sonu gezilerinden Harz ve Kara Orman'a sağlık kürü ziyaretlerine ve Norveç gemi yolculuklarına kadar uzanan tatil gezileri düzenliyordu. Ancak gerçekte, uzun mesafeli seyahatler özenle seçilmiş bir azınlıkla sınırlıydı ve Almanların çoğu tatillerini evde ya da yakın çevrede geçiriyordu.’’
Detlev Peukert, 198922
Rejimin adı her ne kadar Nasyonal Sosyalizm olsa dahi, Naziler devlet gücünü tamamen ele aldıklarında bile sosyalizm ile tutarlı bir paylaşım ve tüketim kültürü geliştirme hedefine hiçbir zaman sahip olmadılar. Her şeyden evvel herkese adil gözlerle bakan ve hukuken eşit mesafede duran bir planlama aklı söz konusu değildi.
Mesela Nazilerin ne Weimar Cumhuriyeti’nde halkın ilgisini kendi üzerlerine çekmeye çalıştıkları dönemde ne de İktidarı aldıkları 1933’ten sonraki dönemde bizatihi halkın sorunlarına dair şöyle bir perspektifleri hiçbir zaman olmadı: Tüketim ürünlerinin kalitesi ve tüketicilerin bu ürünlere erişimine dair bir politika geliştirmek.
Bunun yerine ve son derece popülist bir şekilde, Alman ekonomisinin zor zamanlar geçirmesinin sebebi olarak gösterip şeytanlaştırdıkları, büyük sermayedar Yahudilerin elinde olan pazarların son kullanıcıya yönelik ticari operasyonlarına karşın Alman esnafların ve küçük ve orta boy işletmelerin güçlendirileceğinden bahsettiler.23
Oysa daha yolun çok başındayken (1920) Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni mağlup olarak ayrılmış, belirsizlikler içerisindeki Weimar Cumhuriyeti’nde çok küçük ama oldukça agresif bir muhalefet tarzını oturtmaya çalıştıkları dönemlerde liyakatin tek kriter kabul edilmesini talep ediyor, devletin görevinin fırsat eşitliği yaratmak olduğunu ileri sürüyor, tüm geleneksel sınıf ve statü ayrıcalıklarının ortadan kalkmasını talep ediyor, ferdî yetenek, yeterlilikler ve milli bilince olan bağlılıkları ölçüsünde devletin kadrolaşması gerektiğini ve serbest piyasayı buna göre düzenlemesi gerektiği iddia ediyorlardı. Amma velakin o zaman da fırsat eşitliğine yapılan bu vurgulama, başta Yahudiler olmak üzere diğer bütün kökenen Alman olmayanları kapsam dışında bırakmanın gerektiğini ileri sürmekteydi.24
Fakat iktidar olmayı Propaganda ve İdeolojik Aşılama faaliyetleri ile eş tutan bu zihniyet için egalitarian bir tüketim toplumuna doğru uzun vadeli bir projeksiyonu insanlara izletmek, ‘birlik olmak, güçlü olmak, neşeli olmak ve Neşeyle gelen, birlikten doğan kuvvet’ konseptini zihinlere kazımak, ona yönelik hakiki adımları atmaktan daha faydalıydı.
Yalnızca seçkinler ve ayak takımı totalitarizmin kendi momentumuyla harekete geçer; kitlelerse propagandayla kazanılmalıdır (…) İktidara el koyduktan sonra bile totaliter propaganda yeterli aşılamadan geçmemiş kendi nüfusunun dilimleriyle meşgul olur. (…) Bir başka deyişle, propaganda totalitarizmin totaliter olmayan dünyayla ilgilenebilmesinin tek ve belki de en önemli aracıdır.’’
Hannah Arendt, 194825
Yapay Toplumsal Gerçeklik ihdası olarak ifade ettiğim husus bu açıdan oldukça önemlidir. Egalitaryan bir toplum projeksiyonu tamamen bir mistifikasyondu ve iktidarı ele geçirip Weimar Cumhuriyeti’ne son vererek Üçüncü Reich’ı ilan ettikten sonra, Berlin ikiye bölünene kadar, hakikaten eşitlikçi ve adilane bir arz-talep ilişkisi, Nazi Almanya’sı için ne ekonomide ne siyasette ne de hayatın başka hiçbir alanında söz konusu bile olmamıştı.
Peki neden özellikle ‘Neşe ile Gelen Kuvvet’ tümcesi seçilmiştir?
Sloganın bu şekilde formülüze edilmiş olmasının sebeb-i hikmeti şudur:
Toplumsal ölçekte güven ve haz duygularını birlikte pekiştirecek şekilde neşeli ve eğlenceli faaliyetler herkesin erişimine sunulmaktaydı. Bireysel ölçekte ise her Alman’ın neşe ihtiyacı kuvvetlenmek gereksinimi ile ilişkilendirilmişti. Kuvvetlenmek için hem birey hem toplum bazında neşeli ve enerjik olmak fikri, Neşe ile Gelen Kuvvet doktriniyle zihinleri kuşatması sağlanmalıydı. Kuvvet ve enerji arasındaki ilişkinin bu şekilde vurgulanması ile askeri üstünlüğün elde edilmesinin de oldukça önemli bir ihtiyaç olduğunun toplumun bilinçaltına yerleştirmek amaçlanıyordu.

Nazi rejiminde, görece ekonomik refahın asal vektörü savunma sanayisine yapılan yatırımların ülkede yarattığı gözle görülür canlanmaydı. Fakat Weimar Rejimi yorgunu Almanların her ne kadar gündelik hayatlarında birebir etkilerini tam olarak hissedemeseler bile çarpıcı bir şekilde büyüyen bir ekonominin paydaşları olduklarına dair inançları, durmadan her yerde karşılarına çıkan ‘Neşe ile Gelen Kuvvet’ sloganıyla birlikte pekişti.
Filhakika, işçi sınıfı başta olmak üzere geniş halk kitlelerinin hem fiziksel hem zihinsel olarak yeniden güçlenmelerini hedefleyen, tüm toplumu 1933-38 yılları arasında oldukça akıllıca tasarlanmış şekilde militarize etmeyi amaçlayan KdF örgütü sayesinde İkinci Dünya Savaşı’na başlayana kadar Almanların ekserisi meselenin esasına uyanmamış, toplumsal olarak refaha kavuştuklarına inanmaya başlamışlardı.
Tüm bunlarla birlikte iktidarı ele geçirdikleri 1933 senesinden itibaren İkinci Dünya Savaşı’na başladıkları 1939’a kadar kısa sayılacak bir süre zarfında Alman ulusunun birliğine ve diriliğine hizmet eden büyük kalkınmacı bir hükümet olduklarına dair genel kanının pekişmesinde ayrıca gözden kaçırılamayacak büyüklükteki inşaat faaliyetleri de önemli rol oynamıştır.
“Hitler, devasa demiryolu ve otoyol sistemlerinin yanı sıra anıtsal kamu binaları ve devasa şehirler gibi mega ölçekte modernite vizyonlarına düşkündü. ABD'ye teknolojik ve endüstriyel potansiyeli için hayranlık duyduğu kadar ekonomik düzeni, sosyal yapısı ve en önemlisi çok uluslu nüfusu nedeniyle de ondan nefret ediyordu.”
Hartmut Berghoff, 200126
Nazi rejiminin tüketimle ilgili politikalarını ve toplumun bu politikalarla nasıl şekillendiğine biraz dikkatlice baktığımızda, Berghoff’un işaret ettiği bir diğer önemli fenomeni görmekteyiz: ‘Sanal Tüketim’. Bir başka deyişle yatırım ve gelişme amaçlı tüketimden ziyade rejimin ideolojik söylemleri ve sembolik tüketimle oluşturduğu bir tüketim görüntüsü.27
‘Sanal Tüketim’in en ibretlik örneklerinden birisi, bugün dahi Alman sanayisi için oldukça kritik bir öneme haiz olan otomotiv markası Volkswagen’in (Halkın Arabası), 1937 yılında piyasaya ilk olarak KdF-Wagen olarak sürülmüş olmasıydı: ‘Neşeyle Gelen Kuvvet’in Arabası.

KdF-Wagen; halkın otomobili, Alman milletinin ortak değeri vs. türden propaganda paketlerinin içine konularak lanse edilen araçları ile bir ‘sanal tüketim’ ürünüydü. Propaganda Makinesi tüm toplum kesimlerinin erişebilmesi ve herkesin sahip olabilmesi hedefinde olduğunu, bunun Alman sanayisi ve Alman toplumu için oldukça hayati olduğunu, Führer’in deyim yerindeyse göz bebeği bir proje olduğunu pompalamaktaydı. Bu bağlamda Nazilerin Almanya’sındaki genel tüketim politikalarından de hiç farklı değildi; halkın tüketim eğilimlerini ülkenin üretim gücüyle harmonize etmekten ziyade Propaganda Makinesi’ne içerik sağlamak, İdeolojik Aşılama Makinesi’ne bir veçhe daha kazandırmaya yarıyordu.
Şirketin kurucu ortağı ve yürütücü sahibi olan, Ferdinand Porsche ve üvey oğlu Anton Piëch, istisnasız tüm Nazi ideologlarının şeytanlaştırdıkları, büyük ve uluslararası sermayedar Yahudilere benzeterek itibarsızlaştırdıkları Alman Yahudisi Adolf Rosenberger ile olan ortaklık bağlarını Hitler sayesinde aklayıp, fabrikayı onun elinden alarak Volkswagen firmasını kurdular ve Nazi rejiminin kendilerine sağladığı 20.000 civarında kölelik şartlarında çalışan işçisi ile ‘Alman Ulusunun Otomobilleri’ni üretmeye başladılar.28
İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü çetin yıllarda (1939-1945), Volkswagen’in fabrikaları büyük ölçüde savaş lojistiği için üretime yönlendirildi ve ancak savaş sonrası tüketim amaçlı otomobil üretimine geçilebildi. Fakat Porsche ailesi bu sefer de artık İngiliz yatırımcılar ile ortak olmuştu, onların istediği şekilde şirket politikalarını düzenlemişti. Yeniden otomotiv sektörünün canlanması için fabrikalarını inşa edip tamamen yeni bir pazarlama stratejisine aynı ürünü dahil ederek üretime başladılar amma velakin önemli bir fark vardı: Volkswagen'in bütün Avrupa’da en çok satılan ürünü artık ‘Neşeyle Gelen Kuvvet’in Arabası’ değil, ‘Beetle’ olarak isimlendirilmişti.
Bu pazarlama stratejisinin amacı bilfiil Alman halkına, tıpkı Nazilerin onlara yaptığının tersini yapmak, negatif propaganda ile suçluluk ve utanç duygusunu yüklemekti. Çünkü markanın göstergesi, arabanın tasarımında da yapılan küçük değişikliklerden sonra, hem İngilizcede hem Almancada, artık "Böcek" idi.
Nazilerin neşeyle gelmesi istenen kuvveti, bütün Almanların alıp kullanmasını istediği araç artık bir böcek kadar zayıf, Almanca karşılığında ise bir utanma nesnesi olsun istenmekteydi. Üstelik bir toplumu topyekün tahakküm altında savaşa götürmüş olan kuvvetin doğuramadığı birlik, artık tamamen ikiye bölünmüş, iki tarafı birden birer süper gücün mandası olmuştu.
Aynı savaşın iki raundundan, önce ilkini sonra ikincisini kaybeden Almanya için aslında bakarsanız bu büyük trajedidir.
Örnekler elbette daha da geliştirilebilir ama sayfa ekonomisi açısından odağı şu soruya kaydırmayı doğru buluyorum: Devasa bir propaganda ve örgütlenme faaliyetine dönüştürülecek bir motto olarak Neşeyle Gelen Kuvvet seçiminin Nazilere stratejik anlamda dönüştürücü kabiliyetler kazandıran faydaları neler olmuştur?
Bu sebepten sloganın, zihinlerde hiç boş yer bırakmamacasına neden kullanıldığını kavrayabilmek için evvela makarayı iki büyük savaşın ortasındaki dönemin en başına sarmak gerekir. Almanya başta olmak üzere kıta Avrupa’sının sosyal ve siyasi dokusunda yaşanan çatlaklar ve kırılmalara vakıf olmadan, tarihin bu kesitindeki hiçbir toplum mühendisliğini hakkını vererek anlayamayız.
***
Neşeyle Gelmesi İstenen Öfkeli Kuvvet
Avrupa’yı kana bulamış iki büyük savaşın aslında aynı savaşın iki raundu olarak telaffuz edilebilmesini gerektiren sebepler sadece jeopolitik açmazlar veyahut emperyal amaçları olan ülkeler arasında ilk savaşın sonunda çözümlenemeden kalmış sorunlar değildir. Henüz ilk raunt taze bitmişken, 1920’li yıllar boyunca kıtanın siyasi haritasının bir kez daha ve yeniden çizilebileceği, fakat sadece topraklarla değil, ekonomik çalkantıların içerisinde tutunmaya çabalayan halk yığınlarının kendi kimliklerine sarılmasına ilişkin olarak çizileceği bir dönemin gelmekte olduğunu gösteren birçok işaret söz konusuydu.29
Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa kıtasında ortaya çıkan fakirlik, nüfus hareketleri ve göç olgusuna ek olarak kentlerde yabancıların gettolaşmaları da büyük sorunlara sebebiyet vermekteydi. Ayrıca işçi sınıfı ve köylü kesimler arasında büyüyen huzursuzluklar da net olarak seçmenlerin politik tercihlerini belirler hale gelmişti.
Bu işaretlerin gayet farkında olan Nazi düşünürleri ise toplumsal dinamikleri istedikleri yere çekebilecek şekilde ideolojik çerçeveyi oluşturmuş, Propaganda ve Aşılama Makinelerini çalıştırmaktaydılar. Mesela Rosenberg, ‘Devlet, yaşayan bir organizmadır ve gücünü halkının ırksal saflığından ve kültürel birliğinden alır’ tezini ileri sürerek devletin sarih Alman birliğinin bir yansıması olduğunu savunmaktaydı.30
‘‘Hem Orta Çağ'ın, hem 18. ve 19. yüzyıllardaki devlet fikirlerini yerle bir eden günümüz partilerinin aksine, çöküş ve kaostan yeni bir devlet sentezi doğmaktadır. (…) Böylece halkçı devlet fikri üç sütun üzerine oturur: Halkın ve ırkın korunması, sosyal adalet fikri ve tüm bunların yalnızca tek bir güç tarafından gerçekleştirilebileceğinin ve korunabileceğinin farkına vararak ulusal öz savunma fikri. Şimdiye kadar kıtadaki hiçbir siyasi parti, dünya görüşü ve kamusal yaşamla ilgili tüm meselelerde halkın ve ırkın korunmasını ilk sıraya koyma fikrini ciddi olarak düşünmemiştir.’’
Alfred Rosenberg, 1925
Öte yandan Nazilerin halefi oldukları Weimar rejiminin çalkantılı seçim süreçleri özellikle psikolojik kırılmaların Alman toplumunda en çok dışa vurulduğu dönemlerdi. Seçmen davranışlarını etkileyen temel faktörlerin başında ise ‘korku ve kaygı’nın yer aldığı söylenebilir zira ekonomik sıkıntılar, sınıfsal çatışmalar ve dini aidiyetlerin seçimlere yansıyan izlerinden bunları okumak mümkündür.31

Amma velakin, tarihin bu kesitinde Hitler ve Nazilerin oldukça süratli ve etkileyici biçimde kitle tabanını oluşturmalarını, kemikleşmelerini ve günü geldiğinde Weimar Cumhuriyeti’ni yıkıp kendi rejimlerini ihdas edişlerinin sebeplerini daha derinlemesine ele almak gerekir. Tarihçi-Yazar Klaus Schwabe de bu ihtiyacı açık bir dille şu soru ile formülize eder:32
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya'nın yenilgisinden Üçüncü Reich'ın ilanına kadar (1933) Hitler'in iktidara doğru yükselişi kaçınılmaz mıydı? Hitler, Weimar Cumhuriyeti'ni yıkarak kendisini dünyanın baş düşmanı haline getirmeye mecbur muydu?
Klaus Schwabe, 2014-’’World War I and the Rise of Hitler’’
Bir başka deyişle, siyasi, jeopolitik ve ekonomik yerinden edilmeler sonucunda eski sosyal kimliklerini ve duygusal dayanaklarını kaybeden tüm sosyal katmanların kalıntılarından ortak ülkü için bir kitle hareketi yaratabilmenin imkanı nasıl baş gösterebildi?
Açıkçası bu soru, İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç yıkımının ardından çok tartışıldı ve önemli bir çalışma sahası haline geldi. Literatürde ekseriyetle çeşitli indirgemeci bakışlar yaygındır. Örneğin Versailles Antlaşması sonrasında Alman emekçilerinin on yıllık süre zarfında adeta sefalet koşullarına sürüklenmesine sebep olacak bir girdaba girilmesi Hitler gibi radikal liderlere yol açar tezi buna bir örnektir. Açıkcası bu türden sebep sonuç ilişkileri kurmakta herhangi bir anormallik görmek akıl dışılık olur. Zira sorunsalın kendisi; Naziler neden ve nasıl iktidara gelebildi şeklinde formülüze edildiğinde açıklama çabalarının kendilerini bir arka plan kuramına (background theory) dayandırması için de oldukça müsaittir.
Birçok düşünür gibi Schwabe de aslında bu oldukça mühim soruyu ele alırken Hitler ve NSDAP’ın yükselişine bir zorunluluk olarak bakmaz. Daha Birinci Dünya Savaşı’nın başında küçücük ve marjinal bir örgüt iken nasıl oldu da bütün Avrupa ve dünya siyasetinin değişmesine sebep olan İkinci Dünya Savaşı felaketine sebep olacak güce erişti sorusuna farklı bir arka plan teorisi seçer: Tamamen dinamik bir toplumsal çelişkiler uzayını alarak bunun yarattığı siyasi atmosferin içerisinde şekillenmiş bir tarihsel olgu olarak değerlendirir.33
Nazilerin bu yükselişine dair farz-ı misal eğer modernleşmiş toplumların geleneksel bağlarından koptuğu tezini apriori kabul ederseniz, üzerine Birinci Dünya Savaşı’nın yıpratıcı etkileriyle birçok taşra bölgesinde yeterli sosyal entegrasyonun olmadığı ve regülasyonların ortadan kalktığı bir dönemde kuralsızlığın baş gösterdiği ‘anomie’lerin etkin rol oynadığını da bir başka arka plan teori olarak sebepler kümesinde gösterebilirsiniz. Bu ‘anomie’ler içerisinde, ekseriyetle işsiz, güvencesiz ve genç insanların patolojik derecede irrasyonel tercihlerde bulunmasının olağan olduğunu ileri sürebilir, dönemin Alman halkı için Nazizmin tezleri ve Hitler’in coşku dolu söylemlerinin çılgınlığından büyülenmenin olağan bir durum olduğunu iddia edebilirsiniz.
‘‘Akıldışı siyasi davranışların belirli bir sınıfın değil, tüm sınıf gruplarının ayrıcalığı olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, Nazizmin dayandığı çok karmaşık toplumsal tepkinin nihai olarak anlaşılması için önemli bir adımdır.’’
Detlef Mühlberger’den aktaran William Brustein34
Hakikat o dur ki 1919 senesinin Haziran ayında imzalanan ve Almanya’ya büyük tazminat ödemeleri yüklemiş olan antlaşmanın ardından artık tamamen serbest piyasacıların eline geçen savaş mağlubu ülke için bu yükün altından kalkabilmek ve ekonomisini yeniden inşa edebilmek oldukça zordu. Weimar rejiminin karar vericilerinin buldukları çıkış yolu ise tekti: ABD'den büyük çapta kredi ve yatırım almak!
Öte yandan daha Versailles antlaşmasının üzerindeki mürekkep ve soğuk imza kurumadan, Nazilerin ekonomik programlarının ve kalkınma atılımlarının temel taşlarını oluşturmuş olan iktisatçı ve politik teorisyen Gottfried Feder, antlaşma şartlarının ağırlığına ve dayatmış olduğu yüksek borçlanma ve faiz oranlarına çok şiddetli eleştiriler getiriyor ve sosyal demokrat hükümeti alabildiğine suçluyordu. Feder, antlaşmadan sadece bir kaç ay sonra ‘faiz köleliğine rest çeken radikal ekonomik fikirler’ olarak lanse edilen meşhur ‘Faiz Esaretini Kırmak İçin Manifesto’ adlı makalesini yayımladı.35
Manifesto, ‘Açgözlü Zenginlik Arayışı’ (Mammonizm) ‘‘mevcut kültürümüzün ve tüm insanlığın muzdarip olduğu ağır, yaygın boğucu bir hastalıktır. Yıkıcı bir veba gibi, dünya halklarını ele geçiren yiyip bitirici bir zehir gibidir’’ cümlesi ile açılır ve tek tek halkların kendi kaderlerini tayin etme haklarına hükmeden uluslar üstü mali güç olarak tarif ettiği ‘Finans Kapital’e meydan okur.
Faiz sisteminin ortadan kaldırılmasını ve sermaye üzerindeki devlet kontrolünü savunan tezler ileri süren Feder’in bu manifestosu , “Finans Kapitalizm” terimini merkeze alması ve Yahudi karşıtı söylemin temellendirildiği öncül bir siyasi metin olması sebebiyle de önemlidir.
"Spekülatif sermaye yıkıma yol açar, yalnızca üretken sermaye ulus için gerçek değer taşır" diyen Feder, sanayi ve tarım ile finans arasında net bir kategorik ayrım getirerek, Alman ırkının tarif ettiği ekonomik boyun bağından nasıl kurtulabileceğine dair dokuz maddelik ve tamamen merkezileşmeyi teklif eden bir reçetesini sunmaktadır.36 (Manifestonun maddelerinin Türkçesini merak edenler alıntılara bakabilir.)
İlerleyen yıllar Feder ve Nazilerin tezlerini Almanların daha dikkatli dinlemelerine sebep olacak gelişmelere sahne oldu.
1924 tarihli ve Almanların Birinci Dünya Savaşı’nın tazminatlarına ek olarak savaştan zarar görmüş ülkelere ödeyecekleri tamirat bedellerinin mali rejimini tayin eden Daves Planı ile milletlerarası düzlemde kontrol altına alınan Alman maliyesi, ekonomik istikrarın sağlanması için Atlantik’in diğer yakasındaki bankalardan alınan krediler için de ekstradan büyük maliyetler üstlenmekteydi.
Çalkantılarla dolu geçiş süreci 1929'da Amerika’da başlayan Büyük Buhran’ın deyim yerindeyse Almanya’yı tam kalbinden vurmasıyla, milyonlarca Alman vatandaşının oldukça ağır bir yoksulluğa ve karmaşaya sürüklenmesiyle içinden çıkılması çok zor bir girdaba dönüştü. Weimar rejiminin ABD'ye olan borç bağımlılığı kısa zaman içerisinde küresel finansal krizin etkisiyle Alman Bankacılığının çöküşüne ve doğal olarak işsizliğin patlamasına sebep oldu.
Her ne kadar Almanya, 1920’lerin sonlarına doğru yeniden sanayileşen bir ülke olarak büyük ölçüde ihracata dayalı bir ekonomi inşa edebilmeyi başarmış kabul edilse bile, ABD, Almanya’nın en büyük ihracat pazarlarından birisiydi. Fakat bir yandan hem ABD’de talep düşüşü yaşanıyor hem de dünya genelinde korumacı politikalar ve gümrük tarifeleri artıyordu. Tüm bunlarla birlikte 1930 senesinde yürürlüğe giren ve sonunda Amerikalılar için de ters tepmiş olan korumacı Smoot-Hawley Tarifesi, ithal ürünlere yüksek vergiler getirerek Alman ihracatını büyük ölçüde daraltmıştı.
Büyük faiz yükü ile maliye üzerindeki devlet kontrolünün tamamen zayıflamasının üzerinde Büyük Buhran’ın getirdiği bu yeni durum içinde artık Almanya finansal kaynaklarının kuruması riski ile karşı karşıya gelmekteydi. Dış ticaret gelirlerini kaybediyor, Alman halkının alım gücünün ciddi biçimde zayıflaması ve işsizliğin artması yaşanıyordu. Daha kötüsü ise ekonomik yatırımlar durma noktasına gelmişti.
Büyük Buhran’ın bir diğer önemli etkisi ise Alman finansal sistemin çöküşüdür. ABD'de bankaların iflası ve kredi akışının durması Almanya’nın bankacılık sektörünü derinden sarsmıştı. Atlantik’in diğer yakasının içine girdiği katastrofi ile birlikte kredilerin geri çağırılıp kredi musluklarının kapanması kaçınılmaz oldu. 1931 senesinde içlerinde Darmstädter und Nationalbank’ın da olduğu büyük banka iflasları, Alman finansal sistemini artık içinden çıkılamaz bir girdaba soktu. Çünkü halk artık Weimar Cumhuriyeti’ne güvenini tamamen kaybetmişti ve hızlıca mevduatlarını çekmekteydiler.

Gayet anlaşılır biçimde, bu psikolojik tepki likidite krizini daha da derinleştirdi ve ülke sathında ekonomik faaliyetlerin alabildiğine yavaşlaması gerçeği ile Almanları yüz yüze getirdi. Sonuç olarak işsizliğin sadece bir sene içerisinde %8’lerden %30’lara çıkması ve ardından çığ gibi büyümesi yaşandı. Nazilerin iktidara gelmesinden bir sene evvel (1932) Almanya’nın işsizlik oranı aktif iş gücünün üçte birinden fazlasına tekabül ediyor ve toplam nüfus içindeki çalışanların oranı yaklaşık %35-40 bandında kalıyordu.37
Filhakika, ekonomik krizin derinleşmesi ile paralel radikal siyasi hareketler, özellikle de Nazilerin partisi NSDAP, geniş kitlelerin duygularına oynamak için oldukça uygun bir saha avantajına sahip hale gelmekteydi. Bir başka deyişle Büyük Buhran’a giren Amerikalıların dolaylı olarak Nazilerin iktidarına en büyük katkıyı yaptıklarını söylemek yanlış olmaz.
O halde bu politik, ekonomik ve sosyal anlamda girdap halini almış yaşam koşullarını tümden bir arka plan teorisi olarak alabilir miyiz? Nazi hareketinin bu şartlar altında Alman alt ve orta sınıflar ile kurduğu ilişkiyi açıklamaya kafi midir?
Bu soruyu şöyle ele alalım: Alt ve orta sınıfların, çiftçiler, esnaf ve emekçiler ile hizmetler sektörünün parçası olanların ve gelir güvencesinden yoksun bir halde olan tüm diğer çalışanların yanında bir de büyük işsizliğe ek olarak Weimar rejimi ve diğer tüm siyasi partilere duyulan güvensizliğe sadece ve sadece tepki olarak Nazi Hareketi ve Führer Mitinin büyüdüğünü söylemek yeterli gelir mi?
Gelmez!
Açıkçası Dünya Savaşı’nın ilk raundunun Almanya’da bıraktığı, Feder’in tabiriyle Faiz Köleliğinin haricinde bir diğer hasar, 19.yy imparatorluklarının, başta bizzat Alman imparatorluğu olmak üzere Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan'ın dağılması kaynaklı nüfus hareketleriydi. Yirminci yüzyıl sık sık mülteci çağı olarak anılmasına rağmen, Avrupa'daki vatansız bireylerin sayısında yaşanan ilk büyük dalgalanma, Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir; 1920'lerin başlarında mülteci kavramının yeniden tanımlanması ihtiyacını su yüzüne çıkartacak kadar.38 Zira bu süreçte patlak veren göç olgusu, her ne kadar büyük kısmı Amerika kıtasına kaçtılarsa da, Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinde sıkışıp kalanlar açısından oldukça önemli fay hatlarını tetiklediği bir gerçektir.
1912 Balkan Savaşları ile başlayan, Birinci Dünya Savaşı ile kıtayı kana bulayan ve savaşın son yıllarında patlak veren kriz bölgelerinde, ilkin Rus Çarlığı’nın iç savaşla dağılması, ardından Finlandiya ve İrlanda iç savaşları, Sovyetlerin Baltıklara ve Polonya’ya girmesi, Polonya ve Ukrayna arasında yaşanan savaş sonucunda 1923’lere kadarlık olan tarihsel kesitte kıta Avrupa’sının göbeğinde yerinden edilmiş insan sorunu doruk noktasına ulaşmıştı.
Vatansız ve kimliksiz, en temel haklarından bile mahrum kaldıkları bir madunlaşmanın parçası olan bu göçmenlerin genel profilini Tara Zahra şu şekilde tarif eder: ‘‘Avrupa'nın köylüleri, özellikle de Doğu Avrupa'dan gelenler, hem feodal yüklerden hem de milliyetçi çekişmelerden kaçanlar…’39
Öte yandan savaş boyunca kıta üzerinde milletlerin birbirilerinden nefret etmesi için sürdürülmüş olan propagandaların ulusal ya da emperyal düşmana karşı nefret ve tiksinti uyandırmaya yönelik olmasının etkisi hali hazırda hala sürmekteydi.40
İşte bu kitleler gettolara sıkıştırılıyor tıpkı bugün Filistinlilerin karşı karşıya olduğuna benzer apartheid uygulamalarını tecrübe ediyorlardı.
Bu bağlamda şu tespitte bulanabiliriz: Birinci Dünya Savaşı, azınlıklarla çoğunluklar arasındaki ilişkinin tarihini köklü bir biçimde değiştiren bir dönemeçtir. Cephelerin ardında yankılanan top sesleri yalnızca sınırları değil, kimliklerin kırılgan sınırlarını da yeniden çizmiştir. Dahası adı üzerinde bir Dünya savaşı geçirilmiş ve hemen hemen bütün dünyaya savaş açmış olan Prusya Devleti (Almanya) bunun görüntüdeki başlatanı ve en büyük kaybedeni olduğu için zaten en başta dünyanın birçok yerinde yaşayan Alman nüfusu bizzat diğer milletlerin nefret nesnesi haline gelmiştir.
‘‘Brezilya'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne, Avrupa'nın büyük bölümü, Rusya ve Baltıklar ile Afrika, Asya ve Avustralasya'nın İngiliz ve Fransız imparatorlukları tarafından kontrol edilen bölgelerine kadar dünyanın dört bir yanında anavatanlarına karşı savaş ilan eden ulus devletlerdeki Almanlar evrensel olarak en çok zulüm gören grubu oluşturuyordu. (…) Hareket kısıtlamaları, mülklerine el konulması, vatandaşlıktan çıkarılma, hapsedilme, şiddet ve sınır dışı edilmeyi içeren bir dizi eylemle karşı karşıya kaldılar. Aslında, Büyük Savaş sırasında karşılaştıkları kısıtlamalar ve düşmanlık açısından olduğu kadar, küresel ölçekte benzer zamanlarda meydana geldiği görülen bu gelişmelerin zamanlaması açısından da Almanlara yönelik muamelede bariz örüntüler göze çarpmaktadır.”
Panikos Panayi, 201441
Bu kitleler, özellikle Rusya ve dağılan Avusturya Macaristan İmparatorluğundan anavatana sığınanlar, kendileri ile birlikte sığınmış başta Yahudiler olmak üzere diğer Doğu Avrupa Halkları karşısında zannedilenin aksine girdikleri ruh hali, yerleşiklerin gözünde yabancı sayılmamak için, onlardan daha fazla Almanlık taslamalarına sebebiyet vermiştir.
Özellikle Orta ve Batı Avrupa’da, savaşı kaybetmenin doğal bir tezahürü olarak birçok kesim üzerinde yerleşen paranoyak bir duygu durumu göz ardı edilemezdi. Kendileri başka ülkede azınlık iken düşmanlık görmüş, kaçmak zorunda kalmış olanların ise ana vatanlarına döndüklerinde, herkesin savaşı kaybetmenin sorumluluğunu bir diğerine attığı belirsizlik içerisindeki siyasi atmosferde tutunabilecekleri alan elbette ki sert milliyetçi kulvarlar olur.
19.yy boyunca güçlenerek imparatorluk çağını kapatıp ulus devletler çağını başlatmış olan milliyetçilik rüzgarları, artık 1920’ler Almanya’sında düşmanla iş birliği yaptığına inanılan topluluklar üzerinde baskı kurma ve bilfiil ötekileştirme politikalarına meşruiyet zırhı kazandırmaya yarayan bir davranış biçimi haline gelmişti. Bu sayede özellikle taşralılar ve kentliler arasında filizlenen ötekileştirme davranışını Alman toplumu, Nazilerin güç temerküzünü sağlamasından çok daha önce kanıksamıştır.
Birçok boyutu olan kitlesel yurtsuzlaşma olgusunun, Weimar Cumhuriyeti başta olmak üzere Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde kurulan hemen hemen tüm rejimlerin başına dert olduğu gerçeği su götürmez. Rejimler ise çözümü oldukça basit bir yoldan halletmek istediler. Madun kitleler hem gelir güvencesinden yoksun hem hukukun koruyucu kalkanı altına giremez haldeyken, hükümetler, özellikle de Weimar rejimini yönetenler, bizzat kendi halklarını da ucuz emek temini için kullandılar. Böylelikle yabancı düşmanlığının sadece Naziler ile sınırlı kalmamasını, toplumun geniş kesimlerine yayılmasına sebep oldular.
Bununla birlikte Almanya, madunların durumunu belirleyecek konularda yasa yapma gücünü, savaş sonrasında diğer coğrafyalarda kalan ve/veyahut dönen Almanları öncelemek suretiyle kullandı.
Savaşın hemen ertesinde kurulan (1919) ulusal meclisin azınlık haklarına ilişkin kabul ettiği bir anayasa hükmünü, ‘‘bu karar azınlıklara karşı gerçekten hoşgörü ve saygıya mı dayanıyordu?’’ şeklinde bir sorgulamada bulunan Göç Bilimci Karen Schönwälder tam bu noktada şu gerçekten söz eder:
‘‘Almanya'nın ilk cumhuriyet parlamentosunun üyeleri, azınlık haklarının tanınmasını, tartışmalı eyaletler üzerinde Alman otoritesini sağlamanın ve Alman olmayan devletlerin vatandaşı haline getirilen etnik Alman nüfusun durumunu iyileştirmenin bir aracı olarak görmüştür.’’
Karen Schönwälder, 199642
Bir diğer örnek ise daha 1923 yılında marjinal kabul edilen bir hareket olarak Nazilerin München’de kendi başlarına, adı bugün sıklıkla toplandıkları Birahanede kararını verip harekata oradan başladıkları için Birahane Darbesi olarak bilinen bir kalkışmada bulundukları, eyalet yönetimini zor kullanarak devirmeye çalışıp başarısız oldukları darbe girişimleri esnasında yaşanan anti semitik saldırılardır.
İki binden fazla Nazi milisinin toplandığı başarısız darbe girişiminin paralelindeki olaylarda beş yüzden fazla Yahudi işyeri ve evi saldırıya uğradı. Buna rağmen ülke ve toplumun genelinde herhangi bir büyük kınama ile karşılaşılmamış, hatta bizzat Adolf Hitler’in bürokrasi tarafından tolere edilen yargılamaların sonucunda sadece beş yıl ceza alması ile dosya kapatılmıştı. Hitler ise eseri Kavgam’ı bu ‘inziva’ sürecinde peyderpey yazmış ve yayımlamıştı. Hitler’in popülaritesi Almanya’nın genelinde, oldukça ilginç bir şekilde, hem lümpenler hem de yüksek burjuvazide aynı anda artış göstermekteydi.43
Kısacası tüm zorluklara rağmen Almanya, Hitler ve Nazilere mecbur muydu diye sorduğumuzda hem geniş çaplı sosyal bozulmayı hem ekonomik iflas, işsizlik ve kıtlıklarla birlikte Weimar Hükümeti'nin siyasi ve ekonomik sorunları çözememesini hem de madunlaşma, gettolaşma, yabancı düşmanlığı ve buna paralel olarak emek sömürüsünü ele almak durumundayız.
Fakat buraya kadar dikkat ederseniz Üçüncü Reich için sadece gerek şartları konuştuk, yeter şart olarak hiçbir şey söylemedik!
Tüm bu zorluklara rağmen Hitler’in ve Nazilerin yükselişinin perde arkasında yatan en önemli faktör nedir? Nazileri iktidara taşıyan esas becerileri neydi?
Almanya Hitler’e mecbur muydu? sorusu bu bağlamda bir kez daha ve daha farklı biçimde ele alınması ve yorumlanması gereken bir sorudur. Ben de tam bu amaçla sözü ilk olarak, Hitler’in ilk kez şansölye (başbakan) olmasında büyük pay sahibi olan selefi, tecrübeli Katolik siyasetçi Franz von Papen’e, (kendisi 1932 sonbaharında yapılan seçimlerinin ardından dönemin cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u ikna ederek görevin Hitler’e verilmesini sağlayan isimdir), bırakmak istiyorum:
‘Her muhafazakâr dünya görüşü için esas olan, şeylerin ilahi düzenine çapalanmış olmasıdır. Ancak bu aynı zamanda NSDAP tarafından benimsenen doktrine kıyasla radikal bir farklılıktır. Ona siyasi din niteliğini veren şey, siyasi 'ya hep ya hiç'in 'münhasırlığı' akidesi ve 'kudretli söz'e olan mistik Mesih inancıdır. Führer, kaderi kontrol etmek için çağrılan tek kişi konumundadır.
Franz von Papen44
Birinci Dünya Savaşı’nın ertesindeki on yılda girdaba dönüşen sürecin ardından, arkasındaki halk desteği yadsınamaz şekilde artmış Adolf Hitler ve Naziler, kurtarıcı olarak sahneye çağırılıyorlardı. Weimar Cumhuriyeti’ne duyduğu nefret sayesinde kendi politik kariyerinde önemli bir itici güce sahip olan bu tuhaf adamı, bizzat nefret ettiği Weimar rejiminin son şansölyesi, kaosu sona erdirmek ve ‘kaderi kontrol etmek için’ çağırıyordu.
Bir başka deyişle, gebe Weimar, tüm doğum sancılarıyla Üçüncü Reich’ı doğuruyordu. Peki bu nasıl mümkün olabildi? Bu çocuk kendi kendisini hamile annesinden nasıl doğurttu?
1920’lerin en başında sayıları kırkı bulan ırkçı ve şiddet yanlısı milliyetçi gruptan sadece birisi olan Naziler, 1932 senesinin sonunda artık Almanya içinde en popüler siyasi parti haline dönüşmeyi başardılar peki ama Adolf Hitler güçlü bir yönetim kurmak suretiyle ekonomik sömürüyü egemenlik aygıtını kullanarak halkın sırtından alacakları vaadinin altını nasıl doldurdu ve bu sayede geniş halk desteğini arkasına nasıl alabildi?
Kıssadan hisse Naziler, aşağıdaki söylem ve vaatlerin kaynaştırıldığı ‘Total Politika’ya kaos içerisindeki toplumun çoğunluğunu ‘bir şekilde’ ikna edebileceklerine Alman muhafazakar elitlerine kanıtlamışlardı. (Ne şekilde olduğuna birazdan değineceğim.)
Almanya’nın yeniden dirilişini ve ulusal onurunu geri kazanma vaadi ile Alman ruhunun bir devrimle yeniden canlandırılması gerekliliğine vurgu yaparak bu devrimin hem toplumsal hem de ekonomik bir dönüşümü içermesi gerektiğine atıfla tüm Alman halkının devrimin temel gücü olduğuna (Nasyonel);
Bireycilikten ziyade toplumsal dayanışmayı savunan ve her bireyin toplumun bir parçası olarak görev ve sorumluluklarının olduğu fikrinden hareket eden, toplumsal eşitliğin ve adaletin tesis edileceği ve sınıf ayrımlarının tamamen ortadan kaldırılacağı (Sosyalist);
Bu sayede emekçilerin refaha kavuşacağı devlet kontrolünde bir ekonomi yönetiminin ihdas edileceğine (İşçi);
Bunun ise kalkınmanın tek ve kaçınılmaz yolu olduğuna ve muvaffak olunması ile dış politikada tamamen bağımsız, güçlü, istikrarlı bir idareye (Partisi) kavuşulacağına dair bir politik inanmışlık.45
Tarihin bu tünelinde Hitler ve arkadaşlarına iktidar yolunun taşlarını döşerlerken pragmatik anlamda bu dünya görüşünün rolü oldukça önemlidir. Ziyadesiyle küçük ve orta boy işletmeler ile tarıma dayanan üretim ilişkilerinden beslenen, alt-orta sınıflar için gelir hatta yaşam güvencesizliğinin oldukça tedirgin edici olduğu bir atmosferde bu demografiyi karşılarına alarak onların en azından mevcudu muhafaza etme ihtiyaçlarını sömüren bir zihniyetin resmidir. Bu noktada ulus aşırı sermayeye bağımlığı savunan veya destekleyen tüm örgüt ve ideolojiler ile birlikte gettolaşma ve göçmen sorununu ortadan kaldırma vaatleri oldukça etkili olmuştur.
Gelgelelim, liderlerinin coşkuyla sunduğu korporatist çözümler ile kitle üzerinde Birinci Dünya Savaşı hatta sanayi öncesi dönemde kalmış güven duygusunu geri getireceklerine dair bir illüzyondur bu. Üstelik Mesih gibi sunulan, kaderi kontrol etme gücü atfedilen Hitler başta olmak üzere tüm Nazi partisi üyeleri, deyim yerindeyse, hakkı yenen bir ulusun onurunu ve şerefini kurtarmak, namusunu, sağlığını, huzurunu ve menfaatlerini korumak ve ona hak ettiğini geri vermek için ‘seçilmiş’ olduklarını Alman halkının zihnine yerleştirmek için yaşıyorlardı. Bir başka deyişle, Naziler ve onlara ilgi gösteren halk arasındaki bağ, sermayedarlar ile kurduklarının aksine, oldukça akıl dışı bir bağ idi.
“Bu kesimler için, onları yeterince aydınlatmaksızın tehdit eden toplumsal dönüşümlerin etkisinde, stres altında ve bağımlı, ama savunmasız ve siyasi olarak reaktif oldukları; ve içinde bulundukları durumu kendilerine açıklayan tanıyıp bildikleri bir siyasi öğretiden de yoksun oldukları için, tehlikeli ve stresli bu gidişat karşısında verdikleri içgüdüsel tepkinin, kendilerine bu gibi değişikliklerin durdurulacağını en etkili şekilde vaat edebilecek adaylar ve hareketleri desteklemek yönünde olduğu söylenebilir.”
Walter Dean Burnham, 197246
İşte bu çalkantılı on beş yılın sonunda Adolf Hitler’in 1933 senesinde iktidarı aldığı seçimlerde orta sınıf ve küçük burjuvazi büyük bir dalgalanma ile Nazi Partisi’ne (NSDAP) toplamda 43.91% oy kazandırdı. Bir nevi Alman toplumu neredeyse tam olarak ortadan ikiye bölünecekti, ramak kaldı denilebilir. Her ne kadar ekonomik koşullar kötüleştikçe, merkezi devlet planlaması ile laissez-faire kapitalizmi arasında üçüncü bir yolu temsil eden Nazi Partisi o gün için Alman toplumunda her 10 seçmenden yaklaşık 4,4’ünün oyunu almış ise de, 5,6’sının oyunu alamamıştı.47
Eğer Burnham’ın savunduğu ‘siyasi bağışıklık/bağımlılık’ (Political Immunization) tezinden hareket edersek, ekonomik girdap içerisinde hem sosyal hem de siyasal bağların zayıflamasına paralelinde içgüdüsel olarak Nazilerin tercih edildiğini ileri sürmemizde bir hata olmaz ve bu durum Naziler ve kendi seçmenleri arasındaki akıl dışı bağı açıklar.
Peki ama dönemin Alman toplumunda 1933 seçimleri itibariyle Hitler’den uzak duran daha geniş bir kalabalığı nasıl açıklayacağız?
Alman toplumunun yarısından fazlasını 1933 senesindeki Nazi rüzgarına kapılmaktan ne alıkoydu? Söz konusu Dünya savaşını kaybetmiş bir ülkenin hem politik hem de ekonomik anlamda iflas etmiş bir rejimi (Weimar Cumhuriyeti) olduğuna göre, Nazilerin rüzgarına kapılmayanların güçlü bir siyasi öğretisi veya gelecek öngörüsü mü vardı?
İşin gerçeği şu ki Nazilerin iktidara geldikleri onlarca siyasi partinin yarıştığı Reichtag (Alman Parlamentosu) seçimlerinde sandıktan Komünistlerin partisi KDP sadece 12.32% oy ile çıkabildi. Bu noktada, işsizler, lümpenler, eğitimsiz kesim ve elitleri, yani toplumun en alt ve en üst kesimlerini bir kenara aldığımızda başka bir yere odağı çevirmemiz gerektiğini görüyoruz: Nazileri Seçen ve Seçmeyenlerin Profilleri.
Brustein’ın oldukça detaylı çalışması bu açıdan, dönemin Almanya’sına dair daha farklı ve aslında büyük kütle orta ve alt orta sınıftakilerle Nazilerin ilişkisine dair oldukça önemli başka bir fotoğrafı gösterir:
NSDAP’ın özellikle vasıflı vasıfsız, hem kadın hem erkek mavi yakalı sanayi çalışanlarını, hayvancılıkla uğraşan çiftçileri ve bağımsız esnafları kendine çekmede üstün bir başarı gösterdiğini, fakat kentli sınıflar içerisinde beyaz yakalı kadın hizmet sektörü çalışanlarını, taşrada ise tahıl vb. tarım ürünlerini yetiştiren kırsal kesim çiftçilerin desteğini kazanmada başarısız olduğunu istatistiki veriler, kanıtlar ve değerlendirmeler ile sunan Brustein şu noktaya dikkatimizi çeker: ‘‘Nazilerin vadettiği ekonomik programlar, daha çok o dönem Almanya’sında belirgin biçimde erkek gruplarının (ve eril gücü temsil eden meslek gruplarının ) maddi çıkarlarıyla örtüşmektedir.’’ 48
İnsan tam da bu noktada toprak ve tarımla uğraşmanın, sosyal psikoloji üzerindeki etkilerini düşünmekten geri duramıyor. Fiilen tarımdan geçinen, tabiatla iç içe yaşayan insan grupları, şehirlilere nazaran popülizme kolaylıkla kanmazlar. Fakat bu genel yorumun ışığında şu tarihsel kesite hakkını vererek odaklanmak tarımla uğraşan çiftçilerin Nazi popülizmine neden büyük oranda kanmadığını fakat hayvancılıkla uğraşanların onlara inandığını ya da mavi yakalı kentli sanayi emekçilerin neden Führer rüzgarının çoğunlukla birer neferi haline geldiklerini daha anlaşılır kılacaktır:
Weimar rejimi 1927 senesinde büyük çiftlikleri hukuken lağvetmişti. Bu karar oldukça uzun erimli ama kaotik bir dönüşüm sürecinin de nirengi noktası oldu.49 Uzun erimli derken kastedilen Orta Çağ’dan bu yana gelen geleneksel güç ve üretim ilişkilerinin 19. yüzyıl boyunca yaşadığı tüm alt üst oluşların 20.yüzyıla aktarılmasıdır.
Alman taşrası dediğimizde aslında savaşlar ve çatışmalar döneminde parsellerin el değiştirmesinin haricinde bir de süregitmekte olan toprak ve arazi reformlarını görürüz. En başta ülkenin doğusunun elden çıkması vardır. Haritanın değişmesine ek olarak hızlı sanayileşme süreçleri için Prusya devletinin geliştirmiş olduğu iskan politikaları söz konusudur. Tüm bunların doğal olarak yaşanan iç göçleri beslediği aşikardır ki bununla birlikte ciddi yerinden edilmelerden de söz etmek gerekir.
İşte 1927 senesinde Weimar rejimin büyük çiftlikleri lağvettiği hukuki düzenleme ile bu süreç Nazilerden önceki son aşamasına ulaşmıştı. Çünkü artık en azından yasalar nezdinde tarım alanlarının çok daha küçük parsellere bölünerek aile hacminde olan üreticilerin eline geçmesi sağlanacaktı.
Toprağı kullananın, hele bir de artık mülküne aldıysa, iktidara talip olanların popülizmine kendisini kurban etmesini bir yana bırakın, elindekini koruma duygusuyla ona karşı daha çok teyakkuz halinde olması gayet doğaldır. Bu bağlamda Nazilerin 1933 seçim başarısının arkasında küçük tarım üreticilerinin desteğinin pek olmaması anlaşılır sebeplere dayanmaktadır.
Öte yandan, hatırlatmak isterim ki Naziler aslen kent sokaklarından gelen milis güçlerdir.
Sokak şiddeti onlar için en organik ve en çok kazanım elde edebildikleri propaganda faaliyetleriydi. Her şeyden önce bu şekilde sanayi kollarında emek sömürüsüne maruz kalanların ilgisini cezbettiler. Ayrıca onlarla birlikte taşra hayatında da toprak sahibi olmayan ve hayvancılıkla geçinenlerin umudu olabildiler. Fakat asırlar boyu serf dahi olamamış Alman çiftçileri için artık kendi yaşam alanlarına sahip olma fırsatı vardı, bunun için Weimar zihniyetinin devam etmesi gerekiyordu. Bu sebepten şehirleri terörize eden bu siyasi faaliyetten uzak durdular.
1920-1933 Almanya’sında çok sayıda siyasi parti para-militer gruplar tarafından destekleniyor, Almanya'nın sokaklarında sık sık çatışmalar baş gösteriyordu. Özellikle Naziler, diğer muhafazakar gruplar ve Komünistler arasında siyasi çekişmeler, şiddetli çatışmalar görülmekteydi. Fakat bu süreçten en kârlı çıkan; zira süreci kendi avantajları için kullanabilmiş olan sonunda Naziler oldular. Çünkü zayıflayan yasal otoritenin sancılarını çekenler ekseriyetle sokakta kendi adaletini tesis edebilenlerin yani Nazilerin büyüsüne kapılmıştı.
‘‘İnsanların hukuku devlet hukukundan üstündür. Bir millet, insan hakları için giriştiği mücadelede mağlup olmuşsa, kader onu terazisinde tartmış, bu dünyada var olma saadetine erişemeyecek kadar hafif bulmuştur. Çünkü geleceği için mücadeleye hazır olmayan veya buna gücü yetmeyen bir millet, Tanrı tarafından ebediyen yok edilmeğe mahkum edilmiştir.’’
Adolf Hitler, Kavgam50
Bu örnek aslında bütün modern toplumlar için geçerli bir başka hakikate de işaret etmekte: İnsanları topraktan uzaklaştıracak şekilde düzenlenen ‘yaşam alanları’ sadece kentleşmenin ve sanayileşmenin organik sonucu değildir, bu yönde kent lehine yapılan düzenlemeler ekseriyetle toplumsal yaşamda jenerasyonlar boyunca şiddete olan yatkınlığın artmasına sebep olur. Nazilerin iktidara yürüyüşlerinin en erken dönemlerinden itibaren organize biçimde tedhiş faaliyetleri yürütmeleri paralelinde toprakla zihinsel anlamda ilişkilerini kopartmış kesimler üzerinde artan popülerlikleri bu olgunun tipik bir göstergesidir.
Özellikle göçmenler, gettolarda yaşayanlar ve muhalif sol gruplar ile diğer sosyalist parti üyelerine karşı tedhiş ve terör faaliyetleri, sanki resmî bir silahlı kolluk/jandarma birliğiymiş gibi giyindikleri ve rütbe sistemine dayalı hiyerarşik bir yapılanma içerisinde örgütlü bir şekilde davrandıkları için halk arasında Kahverengi Gömlekliler olarak ifade edilen Sturmabteilung (SA) (Fırtına Birlikleri) eliyle yürütülmekteydi.
Weimar nizamınca işledikleri suçlar genellikle kovuşturulmayan, gasp, yaralama, hırsızlık ve cinayetler sayesinde de Alman halkı üzerinde önemli bir etki yaratmayı başaran SA- Fırtına Birlikleri, yıllar içerisinde istikrarlı bir şekilde tedhiş ve terör eylemlerini artırdılar.
Nazilerin 1933'te iktidarı nasıl ele geçirdiği ile Nazi Almanya'sının sonraki yıllarda yaptıkları arasında bağlantı kuran temalar savaş, ırkçılık, şiddet ile birlikte düzenin tesis edilmesidir. Her biri 1918 ile 1933 yılları arasında Alman toplumunun ve yönetiminin tarihinde önemli bir yere sahiptir; her biri 1933'te yaşanan kader geçişini çerçeveler ve her biri Üçüncü Reich'ın tarihini anlamamızın önemli bir parçasını oluşturur.
Richard Bessel, 200451
Özellikle Führerlerine koşulsuz bağlı bu örgütün işlediği siyasi cinayetlerde yaşanan artış ve buna rağmen halkın nezdindeki etkileri toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine de önemli ölçüde hizmet etmiştir.
Diğer ülkelerin aksine Almanya'da 1918 öncesinde siyasi terörizm geleneği yoktu. Ancak 1918'den sonra savaş sonrası dönemin başlarından itibaren demokratik Almanya'da siyasi cinayetlerin en parlak dönemi başladı. İç savaş şiddeti, Beyaz terör ve 1924 yılına kadar Fememorde (siyasi suikastlar) olarak adlandırılan liberal ya da sol görüşlü politikacılara karşı, vatan haini oldukları iddiasıyla düzenlenen suikastlar yüzlerce kişiyi öldürmüştür. Fakat Nazi Partisi'nin (NSDAP) bir iç savaş çıkarmaya çalıştığı, 1929'dan sonraki küresel ekonomik kriz sırasında, 1930-1932 yıllarında hem sol hem de sağcı şiddet olaylarında siyasi çevrelerden en az 300 kişi öldü.
Dieter Pohl, 201852
Bu siyasi cinayetlerin yarısından fazlası katlanarak artan bir istikrar içerisinde Nazilerin Fırtına Birlikleri’ne aitti. Sadece 1930’da sayısı 17 olan işledikleri siyasi cinayet, 1931 senesinde 42’ye, 1932 senesinde ise 84’e çıkmıştı.53 Bu bağlamda Weimar dönemi boyunca sokakların sadece hedef odaklı propagandalarla değil, tedhiş ile ele geçirilmesi ve iktidara geldikten sonraki on yıl boyunca yaptıkları arasındaki ilişkinin birbirini tamamlayıcı karakterde olduğu apaçık bir gerçektir.
Nasyonal Sosyalist hareket iç politikada 'düzen' yaratma vaadiyle takdir topladı. (Daha iktidara gelmeden başladıkları) terör eylemleri, (iktidar ellerinde iken) toplama kamplarındaki gözaltılar, komünistlerin ve Yahudilerin kamu istihdamından menedilmesi, siyasi partilerin yasaklanması ve 30 Haziran 1934'teki Rohm darbesini izleyen idam mangası infazları bile düzenin 'sert bir elle' uygulanacağını, 'temiz bir süpürme' yapılacağını vb. gösterdiği gerekçesiyle olumlu kararlarla ödüllendirildi.
Detlev Peukert, 198954
Klasik anlamda totaliterleşme yani Topyekün Tahakküm’e tamamen dışa dönük biçimde ulaşmayı hedef haline getirmiş siyasi hareketler, her ne kadar propaganda dili coşku dolu olsa bile, hatta sert ve açık tehditlerde bulunsalar da düzenin tesisine dair sağladıkları güven ölçüsünde kabul görürler.
Nazilerin başarısı bu açıdan ideologlarının idealizmin zirvesindeki öğütlerini alıp kendi coşkulu belagatları sayesinde, en basit şekilde fakat hep en yüksek perdeden dile döken liderlerinin de ötesinde bizzat para-militer örgütlerinin başarısıydı. Bu sebepten esas paye verilmesi gereken unsur, sokaklarda şiddetini sergilemekten kaçınmayan (SA) Fırtına Birlikleri’dir ve yukarıda sıraladığım tüm gerek-şart olan sebeplerin üzerine yeter-şartı onlar sağlamışlardır. Özellikle Weimar rejiminin son zamanlarındaki gibi sancı dolu bir atmosfer içerisinde Nazilerin Fırtına Birlikleri, belirsizlik ve korkunun gölgesinde saklı bir dehşet duygusuna insanları özendirmeleri oldukça etkili bir faktördü.

Çünkü sistemin en dışından gelerek sürekli yükselen ve iktidarı hedefleyen klasik anlamda totaliter bir hareketin ancak bu sayede talep ettiği karşılığı bulabilme ihtimali güçlenir. Zira ona dair hem inanç hem de nefret ancak ve ancak bu yolla kökleşebilir.
Hitler ve kurmayları işte bu sebeple ne tedhişten ne de militarist gösterişlerden 1920’li yıllar boyunca hiç çekinmediler, 1930’lar itibariyle de eylemlerine daha çok hız verdiler.
‘‘Bu durum bir Nazi yazarının (Hadamovsky) "iktidar propagandası" adını verdiği şey kadar işe yaradı: Nazilerin gücünün yetkililerinkinden daha büyük olduğu ve bir Nazi para-militer örgütüne üye olmanın sadık bir cumhuriyetçi olmaktan daha güvenli olduğu geniş ölçüde halkın kafasına sokuldu.’’
Hannah Arendt, 194855
İster büyük bir siyasi hareket olsun ister örgütlü bir para-militer kuvvet olsun, ister legalite ve illegalite arasındaki çizgiyi eritmiş, ortadan kaldırmış bir dini yapılanma olsun, halihazırda mevcut rejimin sözünün o yapılanma üzerinde muteber olmadığını göstermek zaten en başta oldukça güçlü bir propagandadır. Aynı zamanda kendisinin daha vatansever olduğu propagandasını da buna ekleyerek kitleler karşısında kendilerini sunduklarında doğal olarak çaresizlik içerisindeki avamın ilgisi yüksek olur. Böylelikle Propaganda Makinesi’nin dişlilerinden geçerek İdeoloji Makinesi’ne diz kırarlar.
Peki kime yapılır bu aktif propagandalar?
Sanayileşme süreçlerinin beslediği güvencesiz insan tipinin genel davranışı artık rüzgarın onlardan yana estiğine inandıkları anda ekseriyetle çembere eklemlenmektir. Führer’in büyüsüne ram olan, sokakta sağladığını iddia ettiği adaletin gerekliliklerini yerine getirirken gösterdiği korkusuzluk ve şiddet gösterileri ölçüsünde Nazilerin rüzgarına kapılan popülasyon da aslında gücün gölgesinde serinlediğini hisseden zayıf bilincin yansımasıdır, en kudretli gördüğüne eklemlenmesidir.
Hareketin masum bir destekleyicisi olmanın da ötesine geçerek bir parçası hatta neferi olanların ise hareketin iflasının ardından aldıkları hal doğal olarak bir hayli trajiktir.
Naziler ve Nazizm, sadece İkinci Dünya Savaşı boyunca işledikleri korkunç suçlarla hatırlanmamalı, sadece iktidara geldikleri 1933 yılından sonraki kitleselleşme politikaları ile eleştirilmemeli, bizzat onları iktidara taşıyan süreçteki hareket ve örgütlenme tarzlarından dolayı da insanların hem aklında hem de vicdanında yargılanmalıdır.
Bugün Nazi Almanya’sına dair sahip olduğumuz literatür, 1930’ların ikinci yarısında kurdukları toplama ve ölüm kamplarından kurtulmayı başaranların hikayeleri ile doludur. Fakat 1920’lerin ikinci yarısından itibaren Führer’in gölgesine sığınmış olanların, Nazilerin neferi olmuş olanların, 1945’ten sonraki eğer hayattalarsa hallerini açık yüreklilikle sergileyen anlatılar oldukça yetersizdir. Halbuki böyle sayısız örnek vardır.
Naziler daha iktidara gelmeden evvel sokakta şiddeti maksimize ederlerken, diğer yandan da Post-Versailles dönemi boyunca Alman halkının kitlesel anlamda neşelenmeye duydukları büyük ihtiyacın gayet farkındaydı. Bu yüzden Neşeyle Gelen Kuvvet mesajını toplumun bütün kılcal damarlarına, üstelik uzun süre boyunca ve durmadan enjekte etmeye daha iktidara gelmeden başlamışlardı. Bittabi eğer sunacakları bu havucu yemezlerse arkasından gelecek sopayı da hatırlatmazlık etmiyorlar, bu sayede ‘güveni’ tesis ediyorlardı.
Bu bağlamda Nazileri iktidara taşıyan başlıca unsurun aslen üretilmiş toplumsal rıza değil, tahrik edilmişlikle beraber büyüyen güçlü bir güven duygusu olduğunu ileri sürebiliriz. Velhasıl tüm bu boyutlarıyla ele aldığımızda, başta Führer olmak üzere ‘Hakkı Yenmiş Almanlar’’ın ‘‘ikna’’ edilmelerinin gayet usta işi bir süreç yönetimi ve bu sürecin içerisinde kendisini tecelli ettirme olarak kabul edilmesi gerektiği aşikardır.
Her ne kadar sokakları tüm şovenistlikleri ile terörize etmiş olmaları krizlerden başını kaldıramayan Weimar Cumhuriyeti’nin hem elitleri hem de bürokrasisi tarafından korunup kollanmışsa da son kertede evet bu çocuk, annesinin gebeliğine kendisi son vermiştir!
***
Neşeyle Gelen Sahtekar Kuvvet
Klasik anlamda totaliter rejimler iktidarı alır almaz toplumu cinsiyet rollerinden başlayarak zehirli addedilen tüm kimlikler, düşünceler ve unsurlardan ‘arındırma’ faaliyetlerine girişirler. Buna paralel olarak sosyal ve ekonomik sınıfları kitleselleştirerek siyasetsizleştirmekle iktidar alanının karşısında tekil (ama homojen) bir kütleye dönüştürmenin programını uygularlar. Nihai kertede hedeflenen elbette topyekün tahakkümdür.
Naziler de emekçilerin dünyasına aynı gözlerle baktılar. Ulusal bütünlük için özellikle mavi yakalı sanayi işçileri ile Alman gençliğini kaynaştırmak gerekiyordu. Propagandanın hemen her aşamasında işçi sınıfı milli birliğin ayrılmaz bir parçası olarak gösteriliyor, sanayi emekçileri toplumun onurlu üyeleri olarak sunuluyor, sınıfsal çatışmaların yerine etnik dayanışma ve birliğin güçlendirilmesi arzulanıyordu.56
Bu politikanın kökleri henüz marjinal bir hareket olarak kabul edildikleri 1920’lerin başında yabancı sermayeye, özellikle Yahudi sermayesine karşı Alman emekçilerini uyandırmak ve kendi saflarına katmaya çalıştıkları günlere gider. Bu dönemde Nazi ruhunun babası addedilen Eckhart’a göre "Kapitalistler işçi sınıfını köleleştirirken bunun içerisinde Yahudi sermayesi onları en çok ezen güçtür."
Eckhart için işçilerin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları çözmenin yolu ise uluslararası sermayenin Yahudilere ait olan gücünün Alman topraklarından sökülüp atılmasından geçmektedir. Bu bağlamda Eckhart ve Nazizm için öncelikli tehdit, Marksistlerin aksine sınıf çatışmaları değil, "Yahudilerin sinsice işçilere dayattığı ekonomik sömürü sistemidir".57
Buna karşılık Marksizm de Alman ulusu ve Alman emekçileri için bir tuzak olarak anlaşılmalı, yine Eckhart’ın sözleriyle, ‘‘Yahudilerin bizzat emekçileri birbirine düşürmek için kullandığı bir tuzak’’ olarak kabul edilmeliydi. Emekçiler için sahte bir devrim vadeden Marksistlerden ziyade sınıf çatışmalarını aşan ve Yahudilerin hem ekonomik hem de kültürel dominasyonuna karşı "millî devrim" koşulları oluşturulması gerekiyordu.
Propaganda Makinesi, iktidara geldikten sonra bizzat fikrî ataları Eckhart’ın öğütlerini sürdürüyor, işçi ve emekçileri ‘Almanlık’ kavramı etrafında birleştirmeye yönelik bombardımanını sürdürüyordu. İdeolojik Aşılama Makinesi ise Alman işçisinin sadece emeğin değil, aynı zamanda millî bir davanın sahibi olduğunu savunması ile hakikatte hem emek hem de kimlik sömürüsü için tarlayı sürmekteydi.
Her ne kadar işçi sınıfını kaynaşmış ulusal birlik söylemi içerisinde onurlu bir yaşam ve refah vaadi ile kuşatmış olsalar bile, iktidarı ele geçirdikten sonra siyasi ömürleri boyunca işçiler başta olmak üzere tüm çalışanların haklarını peyderpey kısıtlamıştı. Çünkü rejimin emek politikasında ana unsurlar sendikaların tasfiyesi ve çalışan haklarının sınırlandırılması başta olmak üzere, gönüllülük şeklinde dayatılan zorunlu çalışma programları ve yabancıların kölelik şartlarında zorunlu olarak çalıştırılmalarıydı.
Bu amaç doğrultusunda, zaten hiçbir zaman sendikal örgütlenmeyi kemikleştirememiş, dirençsiz, aralarındaki kültürel çatışmaların esiri olmuş işçi sınıfının mevcudu muhafaza etmelerine bile imkan vermeyecek şekilde güvencesizleştirilmelerine yönelik uygulamalara hoyratça girişilmişti.58
Naziler ülke çapında bütün işçi sendikalarını daha iktidara gelir gelmez feshettiler ve emekçilerin görevinin nasyonal sosyalist programlara koşulsuz itaat ederek ulusu ve davayı dış tehditlere karşı korumak olduğunu dayatmaya başladılar. Kitleselleşme içerisinde eritilmeye çalışılan sınıfsal farklılıkları bastırmak işi ise elbette Propaganda Makinesi’nin Ulusal Bütünlük çağrılarındaydı.
‘‘Yeni rejimin erken ve iyi düşünülmüş zulüm önlemleri, iyi örgütlenmiş herhangi bir muhalefeti bastırmak için fazlasıyla yeterliydi. 30 Ocak 1933'ten sonra işçi sınıfı örgütleri hükümetin el değiştirmesinin sıradan bir olay olmadığını çok geç anladılar.’’
Jens‐Uwe Guettel, 201859
Feshettikleri sendikalar yerine İşçi ve İşveren ilişkilerini kendi tahakkümleri altına almak amacıyla yönetimin tamamen rejimin inisiyatifinde olduğu Alman Emek Cephesi (Deutsche Arbeitsfront, DAF) ’ni kurdular. Bu örgütün amacı emekçilerin haklarını savunmaktan ziyade onları disipline ederek çalışma koşullarını kontrol etmekti. Hemen ardından 1935’te kurulan bir diğer örgüt ise Devlet İşçi Hizmetleri (Reichsarbeitsdienst, RAD)’dir.
DAF’dan farklı olarak bu örgütün amacı iş gücü ihtiyacını karşılamak için geniş çaplı çalışma programları oluşturmak, çalışan kesimin tarım ve inşaat sektöründe gönüllülük adı altında zorunlu ikamesini sağlamak ve genç nüfusun eğitilerek çalışmaya yönlendirilmesini idare etmekti. Bir anlamda kendilerine oy vermemiş çiftçileri de zorunlu olarak yerinden edilmeye mecbur bırakıyor, intikam alıyorlardı.
Başta otoyol inşaatları olmak üzere büyük inşaat projeleri ile kentlere daha çok insanın akın etmesini teşvik edici şekilde kitlesel istihdamların olduğu projeler sayesinde bir yandan ekonomik canlanmayı sağlamak isterken diğer yandan çalışan kesimin Nazi ideolojisi çerçevesinde disipline edilerek, fiziksel olarak da eğitilmelerini amaçlamaktaydılar. Bu bağlamda DAF ve RAD gibi örnekler, Nazi rejiminin emek politikalarının işçi sınıfının kontrol altına alınması ve savaş ekonomisine hazırlıklarıdır. Özellikle RAD savaş ekonomisine geçiş sürecinde iş gücü sağlamak amacıyla da kullanılmaktaydı. 60

Açıkçası rejim savaş hazırlıklarına çok önceden başlamıştı ve üretimi artırmak için işçilerin çalışma saatlerini uzatarak ücretlerini düşürmüş ve işçi hak edişlerini sıkı bir kontrol altına almıştı. Çalışma koşulları alabildiğine zorlaşmasına rağmen son olarak 1938’de çıkartılan yasa ile çalışanların iş ve ikamet değiştirmeleri de oldukça zorlaştırılmıştır. Bunun yanında yabancıların zorunlu olarak ve hiçbir hakka sahip olmadan çok düşük ücretlerle çalıştırılması çalışan kesim üzerinde tehdit unsuru olarak kullanılıyordu.
Çünkü Nazi Almanya’sında Propaganda Makinesi sürekli artmak zorunda olan bir sanayi üretimi ve doğal olarak buna bağlı şekilde sürekli artan bir iş gücü açığına toplumu ikna etmeliydi.
Klasik Totaliter Rejimlerde herhangi bir Propaganda Makinesi ne kadar şiddetli kullanılırsa kullanılsın, tek başına yabancılaşma koşullarını ortadan kaldıramaz. Elbette konuşulamaz kılacak kadar yoğun bir propaganda bombardımanına toplumu tabi tutabilir fakat, ideolojik aşılamaların başarısına bağlı olarak, sadece acımasız popülist bir tiranın kararlılığı ve/veya diktatörün her ne pahasına olursa olsun kendini iktidarda tutmaya yönelik demagojik yeteneğine de yaslanamaz.
Bu sebeple toplumun kılcal damarlarında kabul görüp görmediğine bakmadan; tepeden tabana topyekün bir tahakkümcü bakışa mahkumdur ve yine aynı sebepten geniş halk kitlelerinin sosyal güvence karşılığında Total Politika’ya uyumlanmalarını ister, uyum göstermeyenleri, uyumlanma sorunu yaşayanları da bu kitleleri onlardan ötekileştirmek suretiyle ‘arındırarak’ aşabileceği inancı güder.
Fenomeni olabildiğince çok katmanlı ve objektif bir şekilde ele almak istiyorsanız eğer tepeden tabana (top-down) bakış kadar tabandan da tepeye (bottom-up) bakabilmek durumundasınız. Avrupa’da iki savaşın ortasında totaliter reflekslerin nasıl kolaylıkla yerleşebildiğini anlamaya çalışmak için perspektifi tersine çevirmek bu noktada çok daha yerinde bir çabadır. Çünkü Alman işçileri ve emekçilerinin, Propaganda makinesinin tam kapasite kullanılmasına rağmen aslında taleplerinin karşılanmaması sebebiyle Nazi rejimine tam olarak entegre olamadığını görmekteyiz.
İngiliz tarihçi David Welch’e göre Nazizm, sınıfsal ve sosyal bölünmeleri hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan kaldıramamıştır.61 Buna sebep olarak, Nazilerin Alman toplumuna sunduğu Volksgemeinschaft fikrinin sınıfsız ve çatışmasız toplum vizyonu ile tamamen ideolojik bir kurgu olmasını gösterir Welch ve her ne kadar politik-ekonomik çatışmaları örtbas etmeye çalışsa da bu farkların derin kökenleri nedeniyle ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını ileri sürer.
Nazizmin güçlenmesinde ekonomik kriz ve yönetimsel sorunların ideolojik yapılanmaya nazaran daha efektif bir rol oynadığını ileri süren bir diğer İngiliz tarihçi Timothy Mason ise Nazilerin bütün sosyal politikalarının aslen ekonomik açmazlarla baş edebilmek için geliştirmiş oldukları yapay yöntemler olduğunu ileri sürerek bu sayede derinleşmiş ekonomik krizi baskılamayı amaçladıkları tezini savunur.62
Bu noktada Mason, Nazi Propaganda Makinesi ile Alman emekçi sınıfı arasında kurulan ilişkiye dair Nazi ideolojisinin vaatlerinin ötesinde daha çok sosyal güvenlik hissinin artmış olmasından dolayı parti-devletinin ekonomi yönetiminin içselleştirildiğini de ileri sürüyor. Mason’a katılmakla birlikte açıkçası çalışan kesim ve özellikle ağır iş kollarında görevlendirilen emekçilerin, Nazi rejiminin ideolojik kuşatması altında kendi ekonomik faydalarına yönelmelerinin anlaşılır bir durum olduğunun da altını çizmek isterim. Nihayetinde İdeolojik Aşılama Makinesi’nin gücü bilfiil kitleselleştirilmeli, ‘ideolojinin üzerinde topluca konsensüs’ olarak bu sayede rejim totaliterleşebilmeliydi.
Öte yandan Nazi kurmayları için bu konsensüs fikri tepeden tabana ve hedef odaklı bir çözümlemedir. Otoriteryenlikten totaliterliğe doğru evrim geçirmekte olan bu rejime dair eğer tabandan tepeye doğru perspektifi bir kez daha çevirirsek kitlelerin doğal seleksiyon koşullarına gündelik hayat stratejileri gereği boyun eğer gibi adaptasyon geliştirmek durumunda kaldıklarını görürüz.
Bu bağlamda bir başka İngiliz tarihçi Dick Geary, Nazizmin emek ve kimlik sömürüsü ile kitleselleşme amacına dair daha ampirik bir yorum bizlere sunar:
‘‘Sivil hakların olmadığı ve Nazi olmayan örgütlerin lağvedildiği baskıcı bir parti-devleti söz konusu olduğunda “konsensüs” teriminin kullanılması şüpheli bir değer taşımaktadır. Hem bazı Almanların gizliliğe çekilmesini hem de diğer pek çok kişinin Nazi kurumlarıyla yaptığı uzlaşmaları açıklayan şeyin tam da bu bağlam olduğunu iddia ediyorum. Bu tür uzlaşmalar (ihbarlar, Nazi örgütlerine katılım) ideolojik coşku ya da rejimle özdeşleşme nedeniyle yapılmış olabilir; ancak aynı şekilde bireyler tarafından ailelerini beslemek, işlerini korumak ya da terfi almak için de yapılmış olabilir. Bu tür gündelik varoluş stratejileri, kölelik de dahil olmak üzere birçok baskı koşulunda iyi bilinmektedir.’’
Dick Geary63
İdeolojik kuşatma altında otoriter rejimin vatandaşı olan modern bireyin topyekün tahakküm altına girme süreci; seleksiyon içerisinde nişini bulanın hayatta kaldığı ve uyumlanmak durumunda olduğu, nişini bulamayan ve adapte olamayanın yaşam hakkının bile elinden alınabildiği bir süreçtir.
Ve bu ikircikli durum; hem tabandan tepeye gündelik hayatın içerisinde insanların geliştirdiği adaptasyon koşulları, hem tepeden tabana bütün çelişkilerin tek bir ülkü dairesinde eritilip kitleselliğin sağlanması hedefi ile toplumun tekil bir kütle haline getirilmesi arzusundan ötürü yoğun propaganda bombardımanı, aslına bakarsanız Nazi rejimini devlet ve toplum arasındaki yabancılaşmanın da zirvesine çıkartır.
Ayrıca rejimin işçi sınıfı ve sanayi burjuvazisi arasında süren ekonomik eşitsizliklerden doğan gerilimler ve sermaye sahipleri ile emekçiler arasındaki çıkar çatışmalarını aşacak bir çözüm üretmesi demek, kendi totaliterleşme ajandasından da feragat etmesi anlamına geliyordu. Tam da bu sebepten kuruluşundan itibaren Nazi hareketinin ideologlarından olan Gregor Strasser 1933 yılında gelen iktidarın bir parçası olamadı.
Haddi zatında artık iktidar kapılarının Nazilere açılıyor olduğunun görülmekte olduğu 1932 yılında; ‘İki ebedi değer vardır ki onlar doğal kaynaklar ve emektir. Sermaye Emeği Yaratır gibi tüm ifadeler yanlıştır, Emek Sermaye’yi yaratır’ fikrini ortaya atarak kendi geliştirdiği milli bir sosyalist program olan ‘Tam İstihdam Programı’nı64 yayımladığında Hitler kapıyı Strasser’in suratına sertçe kapattı.
Strasser için partinin iktidara gelir gelmez gündemine alması gereken acil eylem planı büyük sermayenin ve sermayenin güdümünde olan sanayilerin kamulaştırılmasına başlamaktı. Böylelikle işsizliği kontrol altına alarak devletin doğrudan ekonomi üzerinde etkisini merkezcil ekonomi yönetimi ilkesince kurması gerektiğini ileri sürmüştü. Ona göre işçi sınıfının durumunun iyileştirilmesi ancak devlet eliyle yapılabilirdi, çünkü çalışma ve gelir güvencesinin en hayati konuların başında geldiğini savunmaktaydı.
Strasser’in ajandasında büyük çaplı otoyol ve inşaat projelerinin asıl hedefinin tam istihdamı sağlamak olması gerektiği, kırsal bölgelerde ise çalışma imkanlarını geliştirmek için devletin büyük çiftlikleri yeniden ve yine tam istihdama hizmet için düzenlemesi gerektiği, dahası tarım hayatında yeniden kastlaşmanın önüne geçebilmek için yürütücülüğünün aile işletmelerine dönüştürülmesini de içeren ve benzer nitelikte fikirler vardı.
Strasser, eğer Nasyonal Sosyalist Hareket tüm bu atılımların arkasında kararlılıkla durabilirse, bu takdirde kapitalizmin derinleştirdiği eşitsizliğe karşı durulabileceğini ve işsizliğin zirvede olduğu o günün Alman toplumunun üzerindeki kapitalist elitin gücünün bizzat devlet eliyle kırılmasının sağlanabileceğini savunmaktaydı.
Fakat arkasındaki halk desteğini konsolide etmek için sosyalizan vaatleri coşku ile mitinglerinde anlatan Führer, iktidarı ‘teslim alabilmek’ için sadece halkın değil, bilakis sanayicilerin ve büyük sermayenin desteğine de ihtiyacı olduğunun gayet farkındaydı. Onlara sunabileceğinin Nazi neferi haline getirilerek konsolide edilmiş büyük bir emek gücü olduğunun da.
‘‘Halkta vefa ve güven duygusunu korumak, milletin sağlığını, menfaatini korumak için çalışmak demektir. Şerefsiz işverenler kendilerini millete, topluma yabancı hissederlerse, bu sınıfın fiziki ve ahlaki bakımdan sağlığını tehdit ederlerse, onların bu doymazlığı veya vurdumduymazlığı memleketin geleceği üzerine çok kötü etki eder.’’
Adolf Hitler, Kavgam
Sonuç itibariyle Hitler, büyük sermaye sahiplerini karşısına almak istemediği için Strasser’in planını göz ardı etmekle kalmadı, bizzat kendisini partiden gönderdi.
Hitler her ne kadar Kavgam adlı eserinde farklı şeyler söylemiş olsa bile, kendisi ve yakın kurmayları için dönemlerinin güç sahibi elitleri ile daha yolun başında kurmakta oldukları ilişkilerin ışığında, onlara Alman toplumundaki sınıfsal çelişkileri gidermek yerine manipüle etmenin daha pragmatik görünmüş olduğunu makalenin ilerleyen bölümlerinde anlatacağım o meşhur Uzun Bıçaklar Gecesi’nde Strasser’in öldürülmesinden de anlayabiliriz.
Hakikaten de Alman Sanayi devleri ve büyük sermayedarları Nazileri her fırsatta desteklemiştir. Bankerler ve sanayiciler, Almanya'nın endüstriyel altyapısını kapsamlı bir şekilde yeniden tanzim ederek ekonomik dinamikleri harekete geçirecek, kurulacak olan askeri-endüstriyel kompleks için milyonlarca ‘yabancı unsur’u kölelik şartlarında Alman sanayisi için çalıştıracak bir despotun arkasında yerlerini sağlam hissetmekten başka bir şeyi neden istesinlerdi ki zaten?65
“NSDAP 'kendisini aniden bir okyanus gemisini kontrol eden kaçak yolcular konumunda buldu. Eldeki kaynaklar ... köprüyü ele geçirmek için uygundu. Ancak ... mevcut personel, motorların ya da rotanın bakımında daha az işe yarıyordu. “Gemiyi yüzdürmek için 'eski düzenin temsilcileriyle bir yakınlaşma' gerekli hale geldi.”
David Schoenbaum’dan aktaran Hartmutt Berghoff66
Bununla birlikte dağınık haldeki Alman toplumunun kültürel örüntüleri, özellikle kırsal kesimde ikame eden Almanlar ile şehirlerdeki sanayi işçileri arasında, çalışan kesim ile burjuvazi arasında ve elbette gettolaştırılan yabancılar ile Almanlar arasında onlarca yılda oluşmuş kültürel farklılıklar da problem teşkil etmekteydi.
Tüm bu sebepler göze alındığında, Hitler ve yakın çevresi için, köklü bir yapısal dönüşüm ile Alman emekçilerine yönelik yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmekten ziyade, ‘Propaganda Makinesi’ne yatırım yapmak daha tercih edilir gözükmekteydi. Toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getiren birliktelik tasavvuruna ağırlık verdiler yani ‘Neşeyle Gelen Kuvvet’i sahaya sürdüler.67
İdeoloji Makinesi ile uyumlu bir şekilde çalışan Propaganda Makinesi, Alman halkını ‘Yapay Toplumsal Gerçeklik’ içerisine hapsederken, perde gerisinde ellerine aldıkları iktidar gücünü senelerce şeytanlaştırmış oldukları sermayedarların vizyonlarına endekslenmiş bir şekilde kullanmaya başladılar. Bu bir nevi, seçkinlerle alt sınıflar arasında NSDAP ileri gelenlerinin sahtekarca tesis ettiği, alt sınıflar için aldatıcı bir ittifaktı.
Seçkin ile ayak takımı arasındaki geçici ittifak, geniş ölçüde seçkinlerin, ayak takımının saygınlığı tahrip edişini izlerken aldığı bu hakiki hazza dayanıyordu. Bu, Alman çelik baronları için badanacı ve eskinin tescilli serserisi Hitler ile pazarlık yapmaya ve onu toplumsal açıdan ağırlamaya mecbur edildiğinde başarılabilirdi; zira Avrupa tarihinin saygı duyulmayan tüm yeraltı unsurlarını tek bir tutarlı resimde topladığı sürece bu ittifak, düşünsel yaşamın tüm alanlarında totaliter hareketlerin yaptığı ilkel ve kaba sahtekarlıklarla başarılı olabilirdi.
Hannah Arendt, 194868
Fakat Naziler sadece KdF, DAP, RAF vb. örgütlerle değil, aslında en başta Hitler Gençliği sayesinde genç nüfus üzerinde çok yoğun bir baskı kurarak, Alman sanayi gücüne kendi ideolojilerinin altın ürünü olarak Alman gençliğini dahil etmek için kaskatı bir eğitim programını doktrinize ettiler. Böylelikle orta-uzun vadede rejime karşı yabancılaşmanın tabanda genişlemesi ihtimalini minimize etmek mümkün olabilirdi. Ayrıca toplumsal muhalefeti tetikleyebilecek çelişkileri her şeyden evvel gençlerin zihinlerinde kurutmak da amaçlanmaktaydı.
Özetle tüm kesimleri topyekün olarak aynı ideolojik söylem çerçevesi içerisinde eriterek aşmaya çalıştıklarını söylüyor, sınıfsal farkları ortadan kaldıracaklarını muştuladıkları ideolojik hedeflerine uygun gençler yetiştiriyorlardı fakat amaçladıkları asla gerçek anlamda kaynaşmış sınıfsız bir toplum değildi.
Bilakis zararlı unsurlar, Yahudiler, Romanlar, Slavlar, diğer yabancılar, komünistler, sosyalistler ile birlikte tüm muhalifler, Alman ırkını temsil etmeyen eşcinseller, ağır çalışma koşullarına uyum sağlayamayacak ihtiyarlar, sakat ve engelliler ve dahası Führer’e gönül vermiş fakat güveni sarsılmış ve sesini yükseltmeye başlayan Almanlardan da topluca ‘arındırılmış’, geriye kalanın ‘topyekün tahakküm altına alınmış’ olduğu bir emek gücüyle büyük sanayinin ortağı olduğu sinai-askeri kompleksi hayata geçirmenin peşindeydiler.
***
Neşeyle Gelen ve Boyun Eğdiren Kuvvet
Topyekün Tahakküm için kitleleri ideolojik aşılamalara bağımlı hale getirmek elzemdir. Bunun için propaganda sürekliliği, yani tamamen tepeden inme bir Yapay Toplumsal Gerçekliğin kurulabilmiş olması gereklidir. Aksi halde tahakküm sağlanamaz, çünkü yabancılaşma eşiğinin aşılması riski söz konusudur. İktidar odaklarından bireylerin zihinlerine doğru tüm boşlukları dolduracak şekilde kurgulanan anlatılar, sisteme adaptasyonu tam randımanlı sağlayamaz ise sadece muhalefet edenleri budamak, onları ötekileştirmek ve cezalandırmakla topyekün tahakküm bina edilemez.
Tahakküm altına alınanlar kadar onları tahakküm altına alacak olanları bir arada tutan, dağılmalarına engel olan nedir?
Tek ve dar bir zümrenin liderliğini üstlenen bir despotun gölgesinde bir siyasi organizasyon, gelişmiş güvenlik birimleri ve devlet mekanizmalarını kullanarak siyasal ve ekonomik ağları kontrolü altına alabilir. Bu kapalı bir çember gibi çalışan ağın içerisinde bir saadet zinciri oluşturulur ve bu zincirin sağladığı imkanlar ile iktidar gücünün sağladığı imkanlar birleştirilerek sonunda kitle iletişiminden silahlı güçlere ‘tekelleşen bir kontrol ağı’ inşa edilir.
Fakat bir beden gibi çalışan bu kontrol ağının farklı bileşenlerini kaynaştırıcı unsur sadece güç istenci ve/veya saadet zinciri değildir ve olamaz. Burada İdeolojik Aşılama’nın hayati derecede oynadığı bir rol söz konusudur. Zira ideolojinin asıl amacı, etrafında oluşturulan örgütlenmeler için kaynaştırıcı rol oynamaktır.69
Tüm otoriter sistemler bu tekelci kontrol ağını kurabilmeyi başardıkları veçheden itibaren, ‘Total-Politika’ya doğru hızlanan bir ivme göstererek totaliterleşirler. Çünkü her şey ‘Total-Politika’nın yeknesak bir beden(devlet) olarak tecelli etmesi ve liderin kişiliğinde yansıtılması içindir. Böylelikle ‘tekelleşmiş kontrol ağı’ karşısına alıp hükmettiği insanları tekil bir kütle haline sokabilir.
Her ne kadar toplumun içerisinde birçok farklılık, çatışma ve çelişki yaşanıyor olsa bile bütün toplumu tekil bir kütle olarak görmek topyekün tahakkümün başladığı noktadır. Elbette sürdürülebilirliği ve kökleşmesi için Propaganda ve İdeoloji Makinelerine bir de Terör Makinesi eklenerek ‘Totaliterliğin Kutsal Teslisi ’ tamamlanır.
Peki Totaliter Rejimler Terör Makinesini nasıl çalıştırırlar? Sokak şiddeti ile başlayıp devlet gücünü eline aldığında artık dışarıda hiçbir şey bırakmamak için ‘arıza’ olarak gördüklerini gaz odalarında yakmak yeterli midir? Veyahut fiziki terörden önce soyut olarak da faal midir?
Terör kavramının literatürde bu şekilde de kullanılıyor olmasının kulağa son derece rahatsız edici geliyor olduğunun farkındayım. Fakat şiddetin her türlüsünden daha ince ve dolaylı yöntemlere kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsar bu kavram. Totaliter rejimlerde ise hem fiziki terör hem de soyut ama sistemli terör uygulamaları sadece halk üzerinde tam kontrol sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda sahip oldukları gücü muhafaza etmek için kullanılan en belirgin yöntemlerdir. Bu sebepten totaliter rejimlerde şiddet tekeli olan devlet aygıtını ele geçirenlerin uyguladıkları terör sadece fiziki değildir.
Soyut (Phantom) Terör Nedir ve Ne İşe Yarar?
Doğrudan infazlara nazaran daha yüksek bir sürekliliğe sahip olan örtük ve dolaylı yollarla gerçekleştirilen, örnek olarak Türkiye’de Fetullahçı Terör Örgütü’nün bir dönem hedefine koyduğu insanları nefes alamaz hale getirdiği türden itibar suikastları veyahut manipülatif propagandalarla, bizzat hedefe konulana fiziki şiddeti halka yaptırmayı amaç edinmiş olan eylemler birer soyut terör örneğidir.
Bunun da ötesinde sistemli olarak insanlıktan çıkartma eylemleri zaten sadece fiziksel şiddetle sürdürülmez. Bu sebepten Naziler, daha en başından, kendilerine inanmış Almanları, ötekileştirdikleri ve arındırılmaları gerekenlerin birer insan olduklarını reddeden bir zihin dünyasına getirmişlerdi.
Dönemin Antisemitik yayımlarını inceleyen Alexander P. Landry ve ekibi, nicel veri analizi metodu ile Nazilerin 1927’den 1945’e kadar olan bir zaman zarfında sistemli bir şekilde Yahudileri insanlıktan çıkartan bir algıyı Alman toplumunda yaygınlaştırdıklarına dair hakim olan görüşü ampirik yöntemlerle de yakın zaman önce kanıtladı.70 Bu psiko-linguistik çalışmanın sonuçlarından birisi ise Nazilerin Yahudilere karşı Alman halkını şiddet eylemlerine yönelten ve tedhiş uygulanmasını çağrıştıran dilsel edimlerin kullanımının en başından itibaren yüksek seviyelerde seyrediyor olsa bile soykırım döneminde oldukça arttığını resmediyor.
Araştırma özellikle seçilen tarih aralığında Holokost dönemine yaklaştıkça (1938’den itibaren) Nazi propaganda dilinin Yahudilerin temelde insani zihinsel deneyimlere sahip olma kapasitelerini aşamalı olarak minimize ettiğini ve bu dönemde Yahudilere karşı şiddetin ahlaki bir sorun olmaktan giderek geniş halk nezdinde çıkarıldığını gösteriyor.

Faillerin hemcinslerine zarar vermeye karşı ahlaki engellerin üstesinden gelmelerini sağlayan, şiddete maruz bırakılanın hissetme yeteneğini daha en başında “zihin inkârı” sağlayarak istismar eden ve şiddeti ahlaken de içselleştirebilirken bir başkasının zihnini, özellikle de yaşadığı acıyı deneyimlediğini ve hissettiğini bizzat inkar etmek, ona yönelik aşırı şiddeti kolaylaştırmaktadır. Sonuç itibariyle ister fiziki ister soyut terör olsun, asıl amaç kasıtlı bir korku ve tehdit atmosferi içerisinde kitleyi belirli hedeflere doğru yönlendirmektir.
Elbette ki ötekileştirmeden başlayarak korkuyu yönetmek ve yönlendirmek aslen tabanda her daim gelişebilecek olan iktidara karşı yabancılaşmayı zapt etme emeli ve halkı itaate yönlendirme, istenilene koşullandırma çabasıdır.
Fakat yasalar doğrultusunda güvenlik mekanizmalarının yapması gerekenleri soyutlayarak Propaganda Makinesi’ne devretmenin hakiki faydası ‘Soyut Terör’ü ortaya çıkarmakta yatar. Mesela buradan hareketle Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün neden güvenlik birimlerinde uzun süre örgütlenme faaliyetleri yürütmüş olduğuna da farklı bir gözle bakmak mümkündür.
Daha erken dönemlerdeki diktatörlükler yalnızca statükonun korunmasıyla ilgilendiler. Bu tür diktatörlükler, iktidarı ele geçirdikten sonra, genellikle enerjilerini mevcut düzenin korunmasına adamış, daha köklü değişiklikleri harekete geçirmemiştir. Ve bu tür bir değişime gidildiğinde, karşı eylem mantığından hareketle, çoğu zaman bu dönüşüm diktatörün çabalarına rağmen gerçekleşmiştir. Bunun aksine, totaliter bir hareket iktidarı ele geçirdikten sonra bu iktidar gücünü toplumun her köşesine yaymaya çalışır.
(…)
‘‘Toplumsal yeniden yapılanma ve insanın yeniden şekillendirilmesi gibi görkemli planlar uğruna bugünün sürekli olarak reddedilmesi, totaliter iktidarın toplumun tüm kesimlerine yayılmasının temelini oluşturur.’’
Zbigniew K. Brzezinski, 196871
Öte yandan, resmî şiddet tekeli olan devletin eliyle bir toplum mühendisliği uygulaması olarak yaratılan soyut terör, bireyleri rejimin taleplerine boyun eğerek kendilerini tehlikelerden koruyabileceklerini düşünmelerini sağlamak amacına da sahiptir: Propaganda Makinesi’nin yakaladığı ve İdeoloji Makinesi’nin absorbe ettiği bireylerin devletle gönüllü iş birliği içerisine girmesini tesis eden hem fiziksel hem de soyut uygulamaları ile Terör Mekanizması’dır. Fakat bu iş birliği, gerçek bir uyumdan ziyade elbette korku ve güvensizlik temelinde şekillenir.
Peki Soyut Teröre Ne Zaman İhtiyaç Duyulur?
Bu sorunun cevabı aslında çok basittir: İnsanların zihinlerinde bugünün hakikatini kurguladıkları Yapay Gerçeklik ile değiştiremeyeceklerini düşünmeye başladıklarında.
Klasik anlamda Totaliter Rejimler, adapte olanın hayatta kalacağına inandırılmışlar üzerinde bu hegemonyayı bina ettiklerinde artık bireylerin davranışlarının kontrol altına alınacağına inananların kurduğu sistemlerdir. Bu bağlamda ‘inanmış’ bireylerin rejimin otoritesini sorgulama cesaretini kaybetmesi, normal olanı iktidarın tarif etmesi ve onun tarif ettiği normalin arzu duyulur hale gelmesi, bizzat iktidarın sürekli kıldığı bir stratejidir. Böylece rejimin elitleri, toplum üzerindeki baskıyı sadece fiziksel değil, psikolojik bir araç olarak da kullanmak ve bir tür "gönüllü esaret" durumu yaratmak çabasındadırlar.
Elbette ki bu esaret Yapay Toplumsal Gerçeklik içerisinde istenilen her manipülasyonun, her mistifikasyonun ve her türden koşullandırmanın da yolunu açmaktadır. Fakat sosyal, ekonomik ve/veya politik yabancılaşma, tabandan tepeye doğru kontrol dışına çıkmaya başlar ise, ister soyut ister fiziki olsun Terör Makinesi’nin tuşlarına basılır.
Brezenzski’nin ifadesiyle, ‘‘Rejimin çekirdeğindeki kararlılık ölçüsünde bu mekanizma başarılı olabilir.’’72
Kitle İletişim bu noktada sadece davranışları değil, duygu durumları da yönlendirebilen geniş halk yığınlarına yönelik tasarlanmıştır. Çünkü güvensizlik ve kaygı, bireylerin kendi kendilerini sansürlemelerini getirecektir. Düşüncelerini gizlemeleri ve sessizlik içinde bir varoluş sürdürmeleri ise doğal olarak toplumun geneline yayılmış bir "sosyal terör" olgusudur.
Hem Soyut Hem de Fiziki Terörün birlikte Kullanılmasında Esas Olarak Amaçlanan Nedir?
Klasik Totaliter Rejimlerde Yapay Toplumsal Gerçeklik, Propaganda Makinesi ve İdeoloji Makinesi’nin birlikte çalışması ile inşa edilir. Terör Makinesi ise bunun sürekliliği için çemberi tamamlayıcıdır. Bu sebepten İdeoloji Makinesi diğer ikisinin arasında sarkaç gibi gidip gelir. Gelgelelim Kutsal Teslis dediğim Propaganda Makinesi, İdeoloji Makinesi ve Terör Makinesi birlikte ve uyum içerisinde çalışır ve başarılı olurlarsa ancak topyekün tahakkümden söz edilebilir.
Öte yandan her formuyla Terör, halk üzerindeki tahakkümün garantisidir. İnsanların hem iktidar gücünün cismani karşılığı olan lider ile hem de Total Politika ile eklektik bağını kuvvetlendiren, bir demir zincir haline getiren başlıca unsurdur. Propaganda bu açıdan terörün işlevselliğini arttırmak için birebirdir. Rejim, halkın dikkatini belirli konulara yönlendirir ve belirli anlatılarla zihinlerini şekillendirir. Böylelikle insanların, rejimin sunduğu "gerçeklik" dışında bir alternatif olmadığını düşünür hale gelmeleri istenmektedir. Mevzu bahis Gerçeklik ise elbette gücün cisimleştiği liderin bedeninden topluma yansıyanlardır.
‘‘Reklam uzmanları 'gizli güçleri' manipüle ederek bizi mallarını, bir diş macununu, bir sigara markasını, bir siyasi adayı.... satın almaya teşvik ederler. Hitler, Alman kitlelerini kendilerine bir Führer, çılgın bir felsefe ve İkinci Dünya Savaşı satın almaya teşvik etti.’’
Aldous Huxley, 1958 73

Büyük yazar Huxley, elbette ki Hitler derken aslında bir kamu idarecisinden değil bir fenomen hatta bir markadan söz ediyor. Propaganda bakanı Goebbels ve ekiplerinin, Adolf Hitler ve Nazi partisinin daha kuruluşundan itibaren büyük emekleri ile yarattıkları markadan. Zira otoriteryenlikten totaliterliğe evrimde lider kültünün rolü, sistemin tasarımcı ve/veya eşik atlatan mimarı veyahut konjonktürel olarak kurtarıcı tanrısını oynamaktır.
‘‘Devlet adamı aynı zamanda bir sanatçıdır ve bir heykeltıraş için ham taş neyse millet de lider için odur. Liderle kitle arasındaki ilişki ressam ve renk arasındaki ilişki kadar doğal ve sorunsuzdur.’’
Joseph Goebbels, 194274
Neşeyle Gelen Kuvvet sloganı üzerinden yürütülen toplum mühendisliğini ele aldığım makalenin giriş bölümünde değindiğim Rosenberg’in “Devlet, yaşayan bir organizmadır ve gücünü halkının ırksal saflığından ve kültürel birliğinden alır.” tezinin devamında şu cümlesi vardır: ‘‘Führer’in iradesi, halkın iradesidir, çünkü Führer ulusun kolektif iradesini somutlaştırır.’’75
Her ne kadar sistemin inşasında liderin arkasında dar bir elit grubun etkinliği hayati derecede önem arz ediyor olsa da yönetici elitin ideolojiye olan sadakatine karşın sonraki kuşaklar için ideolojik mirasın esnetilmesi klasik totaliter rejimlerde, sistemin temel bileşeni olarak tanrı motifli lider kültü üzerinden yansıtılan ‘devlet gücü’ algısı, kitlesel mobilizasyon için gerek şarttır. Fakat bu aynı zamanda bir kısıtlamadır.
‘‘Nasyonal Sosyalistlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra, ekonomik zorluklar ve siyasi hayal kırıklıklarından oluşan günlük rutin karşısında tükenme tehdidi altında olan karizmatik heyecanı yeniden canlandırmak da gerekliydi. Führer mitinin üstlendiği rol tam da buydu: Bir yandan yükselme, güvenlik ve geleceğe olumlu bakma ihtiyacı ile diğer yandan günlük Üçüncü Reich yaşamının hayal kırıklıkları arasındaki boşluğu dolduruyordu.’’
Detlev Peukert, 198976
Peukert’in bahsettiği ‘boşluğu doldurmak’la yetinmek elbette Nazi rejimi için kafi değildi. Zira nihai kertede hedeflenen Führer kültünün altında, ortak gaye olan Lebensraum için mutlak davanın gerektirdiği güç temerküzünün sağlanmasıydı.
1897 yılında Fiedrich Ratzel tarafından ortaya atılan bir kavram olan Lebensraum; insan toplumları da dahil olmak üzere organizmaların genişlemesini, büyüdükçe daha fazla yaşam alanına ihtiyaç duymalarına dayandıran, mevcut nüfus büyüklüğü ve varoluş biçimiyle bir canlı türünü desteklemek için gereken coğrafi yüzey alanı olarak ‘Yaşam Alanı’nı tanımlayan belli başlı biyolojik ve coğrafi teorilerin bir sentezidir. Bitkilerin, hayvanların ve insan toplumlarının genişlemesinin doğal bir süreç olduğunu öne süren Ratzel’e göre bu genişleme durdurulamaz.
Lebensraum kavramı özellikle Birinci Dünya Savaşı sürecinde Alman Muhafazakarlığı tarafından benimsenmiş ve politik zihne tercüme edilmişti. Çünkü Ratzel, kavramı soyulamaya tabi tutarak devletleri de birer canlı organizma gibi ele almış ve devletlerin büyüme ve genişleme arzusunu, tıpkı bir organizmanın hayatta kalmak için alan araması olarak ifade etmiştir.77 (Günümüzde ise Uluslararası İlişkiler içerisinde ‘Realist Okul’un John Mearshmeir gibi Ofansif Realizm savunucuları, bu kavramın adını pek anmadan devletlerin ontolojik varlık olarak sürekli genişlemeyi arzulayan varlıklar olduklarını ifade ederler.)
Lebensraum her ne kadar evrimsel biyolojiye ait olsa da aynı zamanda genişlemeci politikaların sözde bilimsel bir temele dayandırılması için de kullanılmaya gayet uygun olduğundan, Birinci Dünya Savaşı müddetince Almanya’da artık politik bir kavram özelliği kazanmış ve popülerleşmişti. Özellikle Alman milliyetçileri arasında yüksek rağbet görüyordu. Haliyle kavramın popülerliğinden Adolf Hitler ve beslendiği ideologlar da etkilenmişlerdi. Böylelikle Lebensraum 1920’lerin başından itibaren Nazi ideolojisinin temel taşlarından biri haline geldi ve 1940-1945 yılları arasında Üçüncü Reich’ın genişlemeci politikaların meşrulaştırılmasında bilimsel bir arka plan görevi görmenin ötesine geçerek hem bilfiil dayanak noktası hem de ‘meşru düşünce zemini’ oldu.
Dahası, coğrafi genişleme ile ulusal güç arasında doğrudan bir ilişki kurmakla başlayan Lebensraum kavramının Nazileştirilmesi süreci, Alman milletinin varlığını sürdürmesi için Doğu’ya doğru genişlemesi gerektiğini savunan Hitler tarafından Alman ırkının kaderi olarak tanımlanarak idealizmin şahikasına ulaştı.
‘‘Bir millet, halihazırdaki toprağından geçimini temin ediyorsa, bu toprağın korunmasını da teminat altına almak zorundadır. Bu teminat, devletin siyasi kudretinden doğar. Bu kudret, doğrudan doğruya askeri değerinin ve coğrafi durumunun bir sonucudur. Alman devleti kendi geleceğini ancak kudretli bir dünya devleti olarak mütalaa edebilir. (…)
On dokuzuncu yüzyılın bütün tarihinde, bizim için tek mecburiyet yüklenmiştir. Biz, bugünkü devri temsil edenlerin davranışlarının aksine, yüksek dış politika anlayışının şampiyonları olmak, yani toprak genişliği ile nüfus sayısı arasındaki nispeti sağlamak zorundayız. Evet! Geçmişten öğreneceğimiz bütün dersler, bizi siyasi hareketimizde iki hedef tespit etmeye götürür. Dış politikamızın hedefi olan toprak ve iç politikamızın hedefi olan yeni bir felsefi doktrin. Arazi ele geçirmek meselesinin ırk bakımından ne dereceye kadar meşru olduğu hususunda kısaca duracağım: Bu bir zarurettir!’’
Adolf Hitler, Kavgam78
Hitler’e göre, Almanya'nın "doğal" sınırları genişletildikçe kazanılan topraklar Alman halkının gelişmesi için kullanılmalıydı. Hitler, bu genişlemeyi sadece bir gereklilik olarak değil, aynı zamanda bir hak olarak da görüyordu.
‘‘Şerefsiz ve haysiyetsiz milletler, genel olarak er veya geç bağımsızlıklarını ve hürriyetlerini kaybederler. Zaten böyle olması da yüksek adalete uygundur. Çünkü şerefsiz, değersiz, serseri nesiller hiçbir hürriyete layık değildirler. Alçak bir köle olmak isteyen şeref sahibi olamaz, çünkü böyle bir kimsenin şerefi en kısa bir zamanda herkesin alay konusu olur.’’
Adolf Hitler, Kavgam79
"Lebensraum" bu bağlamda, Nazi Almanya’sının Doğu Avrupa'ya yönelik işgalci ve saldırgan politikalarının teorik temeli haline geldi. Böylelikle Doğu Avrupa'nın Almanlar tarafından işgal edilmesi, bu bölgelerde yaşayan insanların (özellikle Slavların ve Yahudilerin) yerlerinden edilmesi gerektiği düşüncesi ile bütünleştirilip teorik düzeyde Naziler daha iktidara gelmeden evvel olgunlaştırıldı.
Ratzel'in orijinal fikirlerinden farklı olarak, istila ve etnik temizlik gerektiren bu kavramın Nazi versiyonunda planlanan şey bu toprakları Alman yerleşimcilerle doldurmak suretiyle Alman ırkının yaşam alanını genişletmekti. Bu bağlamda, Polonya, Ukrayna, Baltık, Belarus ve en nihayetinde geniş Rus stepleri hedef olarak halihazırda belirlenmiş, bu ülkelerdeki insanlar, Nazi propagandasında "yok edilmesi gereken alt-insanlar" olarak tanımlanmışlardı.

Bu noktada şu soruyu tartışmak gerekiyor; 1939 senesinde varoluş sebebi olarak gördükleri ideallerinin sözde bilimsel tercümesi olan Lebensraum hedeflerini gerçekleştirebilmek için yola çıkmalarının vaktinin geldiğinen inanan Nazi elitlerinin sahip oldukları güç temerküzünün gerçekten kazanılmaya başladığı milat noktası, Hitler’in ‘kaderi kontrol etmek' için çağrıldığı ve seçimleri kazanıp başbakanlığı teslim aldığı 1933 Reichtag seçimleri miydi? Çünkü, hakikat odur ki, Nazilerin otoriteryen dikta rejiminden klasik totaliter rejime doğru artık geri dönüşü olmayan sıçrayışları, 1934 senesinin 30 Haziran’ını 1 Temmuz’a bağlayan meşhur Uzun Bıçaklar Gecesi’nde başladı.80
Uzun Bıçaklar Gecesi adlı vakayı bu şekilde ele almamın sebebi ise olayların ardından son şeklini almış olan ‘Führer’in Yakın Çemberi’81 sayesinde artık adım adım Lebensraum için Nazi Almanya’sının topyekün tahakkümü ihdas etmesidir. Elbette akan zaman hiçbir boşluk kabul etmiyordu ve bu yüzden daha iktidara gelmelerinin ikinci yılında ‘vidaların sıkılması’ gerektiğinin bilincine oldukça erken varmıştı bazı kurmaylar.
***
Neşenin Diğer Yüzü: İnsansızlaştırma
Hitler ve yakın ekibi Alman halkına ne anlatmış olurlarsa olsunlar, sürekli lanetledikleri eski rejimin elitleri ile yakınlaşan, Almanya ordusunun Weimar döneminden kalan mevcut generallerinin desteğini de arkalarına almak isteyen, böylelikle, devlet aygıtını da yeterince progresif biçimde kullanarak, yukarıda kısaca özetlediğim şekliyle bu ortaklarıyla tekelleşmiş bir kontrol ağı kurma hedefinde olan dar ve kapalı bir gruptu.
Ve bu dar zümrenin planladığı Uzun Bıçaklar Gecesi’nde, hareketin ilk zamanlarında kurdukları ve hep yanlarında olan çocuklarını boğmaları gerekmekteydi. Nazileri iktidara taşıyan en önemli örgütlü para-militer güç olan Sturmabteilung yani Fırtına Birliklerine karşı bir baskın darbe ve temizlik operasyonu yapıldı. 1920’lerin başından beri sokak örgütlenmesi ve muhaliflerin baskılanmasından sorumlu olan Fırtına Birliklerinin tüm ileri gelenlerinin tasfiye edildiği o gecede, sadece kumandanları Ernst Röhm ve en yakın çevresi değil, bizzat 100’den fazla subay öldürüldü.
Yönetsel erki tamamen ellerinden alınmış fakat toplam sayısı bir milyonu geçen geride kalan SA Milislerine ise, Nazi serüveninin daha başında Hitler’i korumak için kurulmuş olan fakat bu vakanın ardından tüm iç güvenliği devralan Gestapo ve Ulusal İstihbarat Teşkilatına dönüştürülen Schutzstaffel (Muhafızlar) örgütüne eklemlenmek ve onlara hizmet etmekten başka bir şans kalmamıştı.
Bu baskın darbenin "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak adlandırılmasının patenti ise İngiliz basınına aittir. İlk kimin aklına geldiği yeterince şüphe uyandıracak şekilde gizli kalmışsa da, birçok basılı mecmua bu olayın ardından ‘‘The Night of the Long Knives" tümcesini dolaşıma sokmuştur. Uluslararası medya da bu tasfiyeyi dramatik bir şekilde ifade etmek için metaforu hızlıca sahiplendiğinde artık Röhm Darbesi yerine daha çok Uzun Bıçaklar Gecesi ismi ile bu vaka tarihe geçmişti.
Hem olayların şiddetini vurgulayan hem de Nazilerin ansızın ve acımasızca gerçekleştirdiği tasfiye operasyonunu betimleyen bir mitos haline çarçabuk getirildi. Sonuçta bir tasfiye ve intikam gecesini simgelemek için İngiliz edebiyatında da sıklıkla kullanılan "long knives" (uzun bıçaklar) deyimi, haince saldırı ve ihanet anlamlarını da taşıdığı için, bu operasyonda ansızın hayata geçirilmiş olan suikastlar, isimle gayet örtüşmekteydi ve öldürülenlerin beklemedikleri bir anda onlara "bıçak sapladıkları" bir gece olarak nitelendirildi.
Açıkçası ‘Neşeyle Gelen Uzun Bıçaklar’ olarak da atabilirlermiş manşeti.
Dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise Adolf Hitler’in imzaladığı ölüm listesini hazırlayanların bu olaydan sonra Führer’in arkasında Nazi totaliter rejiminin en tepesindeki en dar çemberinin en önemli üç saç ayağını oluşturacak olan, İstihbarat ve Güvenlikten sorumlu Heinrich Himmler, Nazi Ordusu Wehrmacht ve Nazilerin kurduğu askeri endüstriden sorumlu olacak olan Hermann Göring ile ismini herkesin çok iyi bildiği Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels olmasıdır.
Führer’in yakın çemberinin yönetiminde, Alman Devlet Bürokrasisini tamamen Nazilerin kontrolüne geçmesi Uzun Bıçaklar Gecesi vakasından sonra büyük bir hız kazanmıştır. Naziler, bütün memurlar üzerinde oluşan korkudan elbette ki oldukça faydalandılar. Tüm devlet dairelerine atanmış olan NSDAP üyeleri sayesinde partiden olmayan bürokratlar ya tasfiye edildi ya da partinin ideolojik kontrolü altında çalışmaya bilfiil zorlandılar. Böylelikle hantal bürokrasinin Führer'in emirlerine tam sadakat gösterip biat etmesiyle hedef odaklı bir hıza kavuştuğu da söylenebilir.
Bu süreç, kıssadan hisse, Nazi rejiminin tüm devlet yapısını, eş zamanlı olarak propaganda, baskı ve terör kullanarak tek bir kontrol mekanizmasına dönüştürmesini mümkün kılmıştır. Devletin geleneksel yasal ve idari görevleri, Nazi Partisi'nin stratejik hedefleri ile bütünleştirildiği için, Bürokrasinin Nazifikasyonu82 totaliter bir devlet yapısının inşasını da hızlandırdı.
Bizzat devlet kadroları baskı ve terör politikalarının bir uygulayıcısı haline geldiler ve rejiminin kabiliyetlerini topyekün tahakkümü inşa etme adına oldukça artırdı. Bu aynı zamanda devlet ve parti arasındaki sınırları da büyük ölçüde bulanıklaştırarak birbirine kaynaştırdı. Nazi rejimi altında işlenen korkunç suçlar bu bağlamda sıradan bürokratlar tarafından görev bilinci ve otoriteye sadakat olarak işlenmiştir.83
Naziler işte bu kaynaşma içerisinde İdeolojik Aşılama Makinesi’ni oldukça rahat çalıştırabilir hale geldiler. Hem vatandaşların zihinlerinde hem de devletin tüm kılcal damarlarında şu inancın kökleştirilmesine çalıştılar: ‘‘Aryan üstünlüğü ve Asil Irk’’, ‘‘Anti-Semitlik’’, ‘‘Alman ırkının Avrupa medeniyeti için Mesiyanik Yönü’’, ‘‘Sosyal Darwinizm için Öjeni ve Irkçılık, Üstün Irk üretimi için endogomi ve melezleşmeyi baskı altına alıp doğal seleksiyona tabi tutmak, Avrupa'nın işgal ve istilası, Yahudilerin Almanya'dan ve daha sonra işgal altındaki ülkelerden çıkarılması ve nihayetinde yok edilmesi.84
‘Tüm bunlar aynı anda hem araç hem de amaç haline geldi. 'Siyasallık' fikri mutlaklaştırıldı; dolayısıyla siyaset hem ideal hem de gerçeklik, kutsal ve dünyevi, ilahi ve dünyevi olarak sunuldu’.’
Uriel Tal, 200485
Artık asil ve ilahi gücün tezahürü olan arındırılmış bir toplum fikri, Führer’e biat etmek zorunda olan ‘Nazi Bürokrasisi’ne aşılanıyordu. Öncelikli görev; üstün ırk için sadece toplumsal çelişkileri ve gerilimleri kitleselleşmenin içerisinde erimeye bırakmak değildi, bizzat farklılıkları da tamamen ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu amaç doğrultusunda insanları fiziken toplama kamplarına almak, gaz odalarında öldürmek gibi uygulamalara giden yolu açmak gerekmekteydi. Çünkü, ‘‘totalitarizm yalnızca yasaların olmadığı, her şeyin mümkün olduğu bir durum yaratmakla kalmaz; aynı zamanda yasaların da birer araç haline getirilmesiyle kurulur."86
Muhaliflere karşı ilk baskı ve toplama merkezleri, Nazilerin iktidara geldiği dönemde inşa edilmiş olmasına rağmen tüm muhalifler ile birlikte aryan ırka uygun görülmeyenlerin toplu halde kapatılması için oluşturulan kamplar,87 geliştirilip ve yeniden düzenlenip 1936’ya kadar Almanya'nın dört bir yanında yaygınlaştı. Bu planlama ve uygulamalar ise Uzun Bıçaklar Gecesi vakasından sonra, Himmler yönetimine geçen istihbarat teşkilatı SS sayesinde bizzat emniyet güvenlik teşkilatı olan Gestapo eliyle sağlandı.

‘‘Cinayet ve ölüm atmosferi mahkumlar topluluğunu öylesine derinden etkilemişti ki iki ya da üç ay sonra buna tamamen alışmış ve her an ölüme hazır hale gelmişlerdi. (…) 1944'ün kavurucu yazında, aşırı yüklü gaz odaları ve krematoryum fırınları, buraya getirilen insanları öldürme ve yakma görevleriyle baş edemedi. İnsan cesedi yığınları Vistula Nehri kıyısında kazılan siperlerde yanmaya devam etti. Gri duman, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük kitlesel trajedinin etkisiyle ağır ve yoğun bir şekilde toprağın üzerinde süzülüyordu. Yakılanların külleri yakındaki tarlaların üzerine saçılmıştı.’’
‘‘Herkes yakılmıştı: kamyonlarla ya da kapalı demiryolu araçlarıyla getirilenler ve ölüm kapısından yürüyerek girenler. SS kolluklarından oluşan kordonlar, gözetleme kuleleri ve dikenli tel örgülerden sürekli akan yüksek voltajlı akımla dışarıdaki hayattan izole edilen geniş alanda her gün yüzlerce ve binlerce insan öldürülüyordu.’’
Jadwiga Apostoł-Staniszewska’nın Auschwitz-Birkenau Anıları.88
Naziler savaş öncesinde kurdukları kamplarda geliştirdikleri yöntemleri Avrupa’da işgal ettikleri bütün topraklarda da savaş süresince kullandılar. Peki Avrupa’yı işgale kalkışmadan evvel bizzat Almanya’nın içerisinde bu toplama kamplarına neden ihtiyaç duymuşlardı?
Devasa propaganda makinesine rağmen elbette ideolojik aşılamalara itiraz edebilenlerin şiddet tekelinin uzuvlarınca budanmaları da gerekiyordu. Halkın psikolojik, ekonomik ve siyasi direnç noktaları kırılmadan ‘topyekün tahakküm ve ideolojik kuşatma doğrultusunda kitleselleşme sürecinde yol kat etmek mümkün değildi. Bilakis ideolojik aşılamaların sürekliliği ve toplum içerisinde mayalanması sağlanamaz ise kadükleşme riskleri vardı ve doğal olarak iktidarın ideolojik aygıtları yabancılaşmayı kontrol edemez hale gelebilirdi.
Bir başka deyişle, hiçbir ideolojik aşılama tek başına ‘Topyekün Tahakküm’ü garanti etmez. Bilfiil gerilim hatlarının oluşturulması, halkın gerektiği miktarda terörize edilebilir halde tutulması, kırılgan bir sosyo-ekonomik durumda yerleşikleşen kitlesel güvencesizlik duygusunun üzerine bir de siyasal rekabet arzularının törpülenmesi gerekir. Mesela Naziler tarafından itaatsiz ötekilerin yalnızca sınırların dışına sürülmesi değil, haklarının, kimliklerinin hatta varlıklarının ve hayatlarının ellerinden alınması, onları toplumun gözünde neredeyse görünmez kılmaktaydı.
Filhakika bu rejim, Arendt’in de dediği gibi, içerisinde insanın - varlığı ve iradesiyle - tamamen silinmeye çalışıldığı tek insan tasarımı siyasal sistemdir.89 Totalitarizm, kendi ‘makbul’ vatandaşlarını da ekseriyetle siyasi birliğe karşı duyarsız hale getirerek onları izole eden, yalnızlaştıran ve sonunda birer siyasal hayvana dönüştüren bir rejimdir. Üstelik fikirsel kökleri kendilerinden önceki yüzyıla kadar gider:
James Gregor, Volk (halk) kavramının 19.yy sonundan itibaren Almanya’yı oluşturan kültürel hinterland içerisindeki demografinin toplamını ifade etmekten ziyade daha temel bir maneviyatın sembolü olması istenen bir kavram olduğunu ileri sürmektedir.90 Özsel bir bütünü temsil etmesi için entelektüellerin büyük bir siyasi ve kültürel çabası söz konusudur.
Alman halklarını ‘tek bir aile’91 olarak kurgulamaya çabaladıkları bir kültürel atmosferde filizlenen Nazi hareketi iktidarının zirvesine çıktığında milyonlarca vatandaşını topyekün olarak tek bir beden haline getirmek suretiyle ‘tanrısal-ulus’ fikrini kitlesel anlamda somut hale getirebildiler. Başka bir ifadeyle, Nazizm, Alman idealizminin kendi nesnel siyasallaşma serüveninde doruk noktasına çıkmıştır.
‘‘Daimi olanı yerleştirme inancı ve mücadelesi, kendi hayatını ebedi bir hayat olarak kavradığı anlayışı, önce kendi ulusunu, sonra da ulusu aracılığıyla tüm insan ırkını kendisiyle en samimi şekilde birleştiren ve zamanın sonuna kadar tüm ihtiyaçlarını genişlemiş sempatisinin içine getiren bağdır. Bu, halkına olan sevgisi, ona saygı duyması, ona güvenmesi ve ondan sevinç duyması ve onun soyundan gelmekten onur duymasıdır. Tanrısal olan onda ortaya çıkmıştır ve başlangıçta var olan ilahi kudret işte bu halkı kendi giysisi ve dünyayı doğrudan etkileme aracı olmaya layık görmüştür; bu nedenle onda tanrısal olanın başka tezahürleri de olacaktır.’’
Johann Gottlieb Fichte, Alman Ulusuna Söylev, 180692
Öte yandan, geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkmış olan totaliter sistemler diğer otoriteryen rejimlerde görülen şekilde kendi meşruiyetlerini, asal çekirdekleri ve mekanizmalarına erişimi tamamiyle kapalı tuttukları toplumsal tabanlarının rızasından devşirmek zorunluluğunda olmayışları gibi bir politik gerçeklik de söz konusudur. Bir başka deyişle, klasik anlamda totaliterlik zaten bir tür ideoloji fabrikasıdır ve müdahil olamayacakları dar iktidar çemberine her dönem coşkuyla ‘evet’ diyecek olan kitleler üretirler. Bizzat rejimin yansıması olarak kitleler inşa edilir ve Nazi Almanya’sı bu konuda eşsiz bir örnektir.
Bu bağlamda Nazilerin toplum mühendisliği, Fichte’nin, daha 19.yy’ın başında dağınık halde bulunan Alman eyalet ve devletçiklerinin birleştirilmesi ülküsü için yazmış olduğu Alman Ulusuna Söylev’inde sarf ettiği iş bu sözlerin cisimleştirilebileceği en zirve noktayı temsil eder. Ve Führer’in bedeninde cisimleşen bu doruk 1 Eylül 1939 günü, insanlık tarihinin o vakte kadar gördüğü en korkunç savaşı Polonya’nın başkentini bombalayarak başlattı.
Filhakika, arkasında tesis edebildiğine inandığı ‘topyekün tahakküm’ artık genişlemek zorundaydı ve bu otokratik bir refleksten çok daha fazlasıydı, bizzat ‘Total-Politika’nın fert fert kitlesel tezahürüydü. Topyekün Tahakküm sayesinde bilfiil Hegel’in de işaret ettiği gibi vücuda getirilebilmişti ‘Tanrı-Devlet’’!
‘‘Devlet, Etik İdea'nın - kendini düşünen, bilen ve bildiği ölçüde bildiğini uygulayan, kendisi için açık ve net olan tözsel irade olarak etik ruhun - gerçekliğidir. Dolaysız varoluşu gelenek içinde, dolaylı varoluşu ise bireyin öz bilincinde, bireyin bilgisinde ve etkinliğinde bulunur; tıpkı öz bilincin kendi eğilimi sayesinde tözsel özgürlüğe sahip olması gibi devletin özü olarak, sonu olarak ve faaliyetinin bir sonucu olarak.’’
Hegel, 182093
Yaklaşık 85 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan, yüz milyonlarcasının sakat kalmasına, çok daha fazlasının yerinden edilmesine sebep olan bu her açıdan insanlık düşmanı fakat idealizmin zirvesine tırmanmış düşüncenin genişleme arzusuna en son ve sembolik noktayı ise dönemin bir başka totaliter rejiminin topçu birliğine bağlı askerler, Hakenkreuz’u (yaygın olarak swastika adıyla bilinen fakat Naziler Hakenkreuz derler// gamalı haç) patlatmak suretiyle koydular.
Dostane bir şekilde ifade edersek, Hegel’in sol testisinden düşen ve fakat onu terse çevirenlerin öğrencileri, sağ testisinden düşen ve büyükbabalarına çok hayran olanların çocuklarını tarihe gömdüler.
HuntleyFilmArchives’den alınmıştır. Yapay Zeka ile seslendirilmiştir.
Hakikaten, geriye ne kalır aklın kendisini tamamen akıldışılığa evirtebildiği böyle bir rejimin tüm gücü yok olduğunda ve ona dair her şey ile birlikte tüm sembolleri de yakılıp yıkıldığında?
Nazizmin kendisi bu sayede daha özgür bir hale gelmiş, daha akışkan bir suret kazanmış, daha yaygın bir hal almış olabilir mi?
Birinci Bölümün Sonu…
Peukert, D.J. K. Inside Nazi Germany: Conformity, Opposition, and Racism in Everyday Life. 1989, Yale University Press.
Nazi Propaganda Sistemi ve Teknikleri hakkında bilgi birikimini arttırmak isteyen okurlar için okuma önerileri:
Kallis A. Aristotle, Nazi Propaganda and the Second World War, 2005, Palgrave MacMillan
O’Shaughnessy Nicholas, Selling Hitler: Propaganda and the Nazi Brand, 2016, C. Hurst & Co. (Publishers) Ltd.
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Baehr, P. The “Masses” in Hannah Arendt’s Theory of Totalitarianism. 2007, The Good Society,Vol. 16, No. 2
Friedrich J.Carl, Zbigniew K. Brzezinski, Totalitarian Dictatorship and Autocracy, 1965, Harvard University Press,
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Rosenberg A., The State and The Sexes, The Myth of the Twentieth Century- An Evaluation of the Spiritual-Intellectual Confrontations of Our Age; Book Three Chapter II - (1925-1930 Yılları arasında NSDAP tarafından yayımlanmıştır.)
Rosenberg A., ‘The Folkish Idea of State’, 1925, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Rupp, L. J. Mother of the “Volk”: The Image of Women in Nazi Ideology. 1977, Signs Journal of Women in Culture and Society, Vol:3 No:2
Eckhart D. Men!, 1920, Printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by
Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Rosenberg A., ‘The Folkish Idea of State’, 1925, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Koonz C. Nazi Women Before 1933: Rebels Against Emancipation. 1976, Social Science Quarterly, Vol: 56, No: 4
Darre, W.R, A New Nobility Based on Blood and Soil, 1930, Çevirmenler: Salan A, Sylvestre J., Antelope Hill Publishing-2021 print.
Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by
Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Brustein W. The Logic of Evil: The Social Origins of the Nazi Party: 1925-1933, 1996, Yale University Press
Peukert, D.J. K. Inside Nazi Germany: Conformity, Opposition, and Racism in Everyday Life. 1989, Yale University Press.
Konu ile ilgili daha detaylı bir değerlendirme okumak isteyenler için: Wales J. Women’s Resistance Efforts in Nazi Germany 1939–45: HerStory, 2013, The ANU Undergraduate Research Journal, ANU Press
Melike Karaosmanoğlu’nun Avleremoz’da yayınlanmış olan Rosantrasse Protestosu hakkında detaylı makalesini okumanızı tavsiye ederim. https://www.avlaremoz.com/2016/05/30/rosenstrasse-protestosu/
Wales J. Women’s Resistance Efforts in Nazi Germany 1939–45: HerStory, 2013, The ANU Undergraduate Research Journal, ANU Press
Thomas Mason’un Social Policy in The Third Reich çalışmasından aktaranlar: Yücel G., Doğan F. “Strength Through Joy Organization” in the Ideological Fortification of Nazi Germany”, 2020, Anemon.
Peukert, D.J. K. Inside Nazi Germany: Conformity, Opposition, and Racism in Everyday Life. 1989, Yale University Press.
Swett E.P, Individual Consumers and Consumption in Nazi Germany, A Companion to Nazi Germany, 2018, Editörler: Shelley Baranowski, Armin Nolzen, and Claus‐Christian W. Szejnmann. John Wiley & Sons Ltd. Publishing
Berghoff H, Did Hitler Create A New Society? Continuity and Change in German Social History Before and After 1933, Weimar and Nazi Germany Continuities and Discontinuities, Editör: Panikos Panayi, 2014, Routledge. İlk Basım 2001; Taylor and Francis
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Berghoff H, Did Hitler create a new society? Continuity and change in German social history before and after 1933, Weimar and Nazi Germany Continuities and Discontinuities, Editör: Panikos Panayi, 2014, Routledge. İlk Basım 2001; Taylor and Francis
Berghoff H, Did Hitler create a new society? Continuity and change in German social history before and after 1933, Weimar and Nazi Germany Continuities and Discontinuities, Editör: Panikos Panayi, 2014, Routledge. İlk Basım 2001; Taylor and Francis
Bu konuda çok kapsamlı bir çalışma okumak isteyenlere kaynakça önerisi: David D. Jong’un 2020 basımı Nazi Billionaires: The Dark History of Germany's Wealthiest Dynasties adlı kitabını tavsiye ederim. (Mariner Books Publishing.)
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Rosenberg A., ‘The Folkish Idea of State’, 1925, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Bessel, R. The Nazi Capture of Power. 2004, Journal of Contemporary History- Understanding Nazi Germany, Vol. 39, No. 2
Schwabe K. World War I and the Rise of Hitler. 2014, Diplomatic History, Vol 38 No 4
Schwabe K. World War I and the Rise of Hitler. 2014, Diplomatic History, Vol 38 No 4
Brustein W. The Logic of Evil: The Social Origins of the Nazi Party: 1925-1933, 1996, Yale University Press
Feder G., Manifesto for Breaking the Bondage of Interest, 1919. printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Faiz ödeme yükümlülüğü kaldırılarak, savaş kredisi payları, Alman İmparatorluğu'nun diğer tüm borçlanma araçları, Alman federal devletlerinin diğer tüm borçlanma araçları, özellikle demiryolu kredileri ve ayrıca yasal olarak kurulmuş tüm hükümetlerin tahvilleri, nominal değer üzerinden yasal ödeme enstrümanları olarak ilan edilecektir.
Sabit faizli diğer tüm kağıtlar, ipotekli tahviller, endüstriyel yükümlülükler ve benzerleri söz konusu olduğunda, faiz ödeme yükümlülüğünün yerini anaparayı geri ödeme mükellefiyeti alır. Faiz oranına göre yirmi ya da yirmi beş yıl sonra kredi geri ödenecek ve borç tasfiye edilecektir.
Gayrimenkuller, ipotekler ve benzerleri üzerindeki tüm borçlar, mülk siciline kaydedilen masraflara göre daha önce olduğu gibi taksitler halinde geri ödenecektir. Bu şekilde ipotek altına alınan gayrimenkuller-ev ya da arazi- kısmen devletin ya da yasal olarak kurulmuş hükümetin mülkiyetine geçecektir. Bu da devletin kiraları belirlemesini ve düşürmesini sağlayacaktır.
Tüm para sistemi merkezi bir devlet hazinesine tabi olacaktır. Tüm özel bankalar ve bankerlerin yanı sıra posta bankaları, tasarruf ve kredi birlikleri, şube kuruluşları olarak hazineye bağlı uzuvlar olacaktır.
Tüm gerçek krediler sadece merkezi devlet bankası tarafından verilecektir. Kişisel kredi ve mal kredisi özel bankacılara devlet lisansı ile verilir. Bu lisans ihtiyaca göre verilecek ve belirli bölgelerde şube açılmasını yasaklayacaktır. Ücretlerin ölçeği devlet tarafından belirlenecektir.
Temettüler, sabit faizli kağıtlarla aynı şekilde, yıllık yüzde beşlik taksitlerle itfa edilecektir. Kâr fazlası, “riske atılan” sermayenin karşılığı olarak kısmen hissedarlara ödenecektir (sabit faizli kağıtlar ve yaldızlı menkul kıymetlerin aksine). Fazlanın geri kalanı bağımsız bir hak olarak işçilere geri döner ve ya sosyal amaçlar için dağıtılır ya da tüketici fiyatlarının düşürülmesine uygulanır.
Fiziksel nedenlerle (yaşlılık, fiziksel veya zihinsel olarak çalışamama, aşırı gençlik) geçimini sağlayamayan tüm kişiler, tahvillerini veya menkul kıymetlerini yatırmaları karşılığında menkul kıymetlerinin önceki faizini (mevcut sermaye fonlarından ödenen) yıllık gelir olarak almaya devam edeceklerdir.
Yasal para birimini ikame ederek mevcut enflasyonu düşürmek amacıyla, genel ve keskin bir şekilde derecelendirilmiş bir mülkiyet müsaderesi yapılacaktır. Bu şekilde el konulan mülkler, İmparatorluğun ya da eyaletlerin savaş tahvilleri ya da diğer borçlanma araçları şeklinde olacaktır. Bu kağıtlar imha edilecektir.
Halkın en yoğun şekilde aydınlatılmasıyla, paranın başka bir şey olmadığı ve olmaması gerektiği açıkça ortaya konmalıdır. Emek karşılığında bir mübadele; çok gelişmiş bir ekonominin mübadele aracı olarak paraya ihtiyacı olduğu kesindir, ancak bu paranın işlevini tüketir ve hiçbir durumda paraya, faiz yoluyla, üretken emek pahasına kendini yeniden üretmek için doğaüstü bir güç veremez.
Tooze A., The Wages of Destruction: The Making and Breaking of the Nazi Economy, 2005, Penguin Books
Panayi P., Virdee P, Refugees and the End of Empire, Imperial Collapse and Forced Migration in the Twentieth Century, 2011, Palgrave Macmillan Publishers Ltd.
Zahra T., The Great Departure: Mass Migration from Eastern Europe and the Making of the Free World, 2016, W. W. Norton & Company
Brodie T, Xenophobia, International Encyclopedia of the First World War, 2020
Panayi P., Germans as Minorities during the First World War: A Global Comparative Perspective, 2014, Ashgate Publishing.
Schönwälder, K. The Constitutional Protection of Minorities in Germany: Weimar Revisited. 1996, The Slavonic and East European Review, Vol 74 No 1
Hannah Arendt bu durumu daha anlaşılır kılmayı sağlayacak şekilde şu satırlarında süreci yorumlamaktadır:
‘‘Emperyalist çağın ayak takımının insanlarına ve serüvencilerine benzer biçimde totaliter hareketlerin önderlerinin kendi düşünsel sempatizanlarıyla ortak yönleri, her ikisinin de sistemin yıkılmasından önce Avrupa'nın saygın toplumlarının sınıf ve ulusal sistemlerinin dışında bulunmuş olmalarına dayanır.
Bu yıkım, sahte saygınlığın neden olduğu küstahlığın yerini anarşik karamsarlığa bıraktığı zaman, ayak takımı için olduğu kadar seçkinler için de büyük bir fırsat olarak görünmüştü. Bu, kariyerleriyle kendilerinden önceki ayak takımı önderlerinin -mesleki ve toplumsal yaşamda başarısızlık, özel yaşamda çarpıklık ve felaket - özelliklerini devam ettiren yeni kitle önderleri için apaçıktır. Eski partilerin daha saygın önderlerinin onlara karşı naif biçimde savundukları kitle önderlerinin siyasal kariyerlerinden önceki yaşamlarının bir fiyasko olduğu gerçeği, kitlelere başvururken bu önderler için en güçlü faktör oldu.
Böylece, kitle önderleri zamanın kitlesel kaderini bireysel olarak temsil ettiklerini kanıtlamış görünmektedir; her şeyi harekete kurban etme arzuları, felakete uğramışlara kendini adama vaatleri, normal yaşam güvenliğine geri dönüşle asla ayartılamayacak azimleri ve saygınlığı küçümsemeleri oldukça içtendi ve bunlar hiç de geçici heveslerden ilham alınmamıştı.’’
Arendt H, Totalitarizmin Kaynakları Üçüncü Kitap-Totalitarizm, syf 70. (ibid.)
Franz Von Papen bu konuşmayı NSDAP’ın birinci parti çıktığı seçimlerden kısa bir süre önce Munich’de, ülkesini seçime götüren başbakan olarak yapar. Aktaran: Uriel Tal, Religion, Politics, and Ideology In The Third Reich, Chapter 2: ‘Political Faith’ of Nazism Prior to the Holocaust, 2004, Routledge.
Bu vaatlerin tamamını Uzun Bıçaklar Gecesi’nde öldürülen Gregor Strasser’in daha 1926 senesinde NSDAP resmi yayını olarak yayımlanan " Die 14 Thesen der Deutschen Revolution-Alman Devriminin On Dört Tezi" başlıklı metninde bulabilirsiniz.
Burnham, W. D. Political Immunization and Political Confessionalism: The United States and Weimar Germany, 1972, The Journal of Interdisciplinary History, Vol 3 No 1
Nazilerin partisi NSDAP 43.91% oy ile Reichtag’da 288 sandalye kazanırken Sosyal Demokratların partisi SDP %18.25 oy alarak 120, Komünistlerin partisi KDP ise 12.32% ile 81 sandalye kazanmıştır.
Brustein W. The Logic of Evil: The Social Origins of the Nazi Party: 1925-1933, 1996, Yale University Press
Wienfort M. Prusya Tarihi, 2020, Runik Yayınları
Hitler, A. Kavgam. 2021, Anonim Yayıncılık
Bessel, R. The Nazi Capture of Power. 2004, Journal of Contemporary History- Understanding Nazi Germany, Vol. 39, No. 2
Pohl D., Terror. A Companşon to Nazi Germany. Chapter 26. Editors, Baranowski S, Nolzen A, Szenjmann W. C. 2018, Wiley-Blackwell
Evans J.R, The Coming of the Third Reich, 2003, Penguin Books
Peukert, D.J. K. Inside Nazi Germany: Conformity, Opposition, and Racism in Everyday Life. 1989, Yale University Press.
Arendt H, Totalitarizmin Kaynakları Üçüncü Kitap-Totalitarizm, syf 98 (ibid.)
Welch, D. Nazi Propaganda and the Volksgemeinschaft: Constructing a People’s Community. Journal of Contemporary History, 2004, Vol 39 No:2
Eckhart D. To All Working People, 1919, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Guettel J., Work(ers) Under the Swastika: A Companion to Nazi Germany, 2018, Editörler: Shelley Baranowski, Armin Nolzen, and Claus‐Christian W. Szejnmann.
John Wiley & Sons Ltd
Guettel J., Work(ers) Under the Swastika: A Companion to Nazi Germany, 2018, Editörler: Shelley Baranowski, Armin Nolzen, and Claus‐Christian W. Szejnmann.
John Wiley & Sons Ltd
Mason W.T, Social Policy in the Third Reich, 1993, Berg Publishers
Welch, D. Nazi Propaganda and the Volksgemeinschaft: Constructing a People’s Community. 2004, Journal of Contemporary History, Vol 39 No:2
Mason W.T, Social Policy in the Third Reich, 1993, Berg Publishers
Geary D., Coercion, Consent, and Accommodation in the Third Reich, Totalitarian Dictatorship- New Histories, Routledge Studies in Modern History, 2014, Yayıma Haz: Daniela Baratieri, Mark Edele and Giuseppe Finaldi, Routledge-Taylor& Francis Group.
Strasser G., 1932 The National Socialist Full-Employment Program, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Jong D. Nazi Billionaires: The Dark History of Germany's Wealthiest Dynasties, 2020 Mariner Books Publishing
Berghoff H, Did Hitler Create A New Society? Continuity and Change in German social History Before and After 1933, Weimar and Nazi Germany Continuities and Discontinuities, Editör: Panikos Panayi, 2014, Routledge. İlk Basım 2001; Taylor and Francis
Welch, D. Nazi Propaganda and the Volksgemeinschaft: Constructing a People’s Community. 2004, Journal of Contemporary History, Vol 39 No:2
Arendt H., Totalitarizmin Kaynakları Üçüncü Kitap-Totalitarizm (ibid.)
Friedrich J.Carl, Zbigniew K. Brzezinski, Totalitarian Dictatorship and Autocracy, 1965, Harvard University Press,
Landry, A.P., Orr, R.I., Mere, K. Dehumanization and Mass Violance: A Study of Mental State Language in Nazi Propaganda (1927–1945), 2022, Plos One
Friedrich J.Carl, Zbigniew K. Brzezinski, Totalitarian Dictatorship and Autocracy, 1965, Harvard University Press,
Friedrich J.Carl, Zbigniew K. Brzezinski, Totalitarian Dictatorship and Autocracy, 1965, Harvard University Press,
Huxley, A. Brave New World Revisited. Alıntı: Heller S. Iron Fists, Branding the 20th Century Totalitarian State, 2011, Phaidon Co.
Goebbels J. Munich Konuşmaları, Aktaran: Albert Koschorke, Faşizm İncelemeleri, Nasyonel Sosyalizmin Poetikası- Hitler’in Kavgam’ı Üzerine Bir Analiz. Çeviren: Ayşe Kurultay, İletişim Yay. 2016
Rosenberg A., ‘The Folkish Idea of State’, 1925, printed in Nazi Ideology before 1933: A Documentation, Introduced and translated by Lane M.B, Rupp L.J, 1978, University of Texas Austin Press
Peukert, D.J. K. Inside Nazi Germany: Conformity, Opposition, and Racism in Everyday Life. 1989, Yale University Press.
Smith, W. D. Friedrich Ratzel and the Origins of Lebensraum. 1980, German Studies Review, Vol3 -No 1.
Hitler, A. Kavgam. 2021, Anonim Yayıncılık
Hitler, A. Kavgam. 2021, Anonim Yayıncılık
Uzun Bıçaklar Gecesi hakkında derli toplu bir çalışma izlemek için bkz: https://www.facinghistory.org/resource-library/night-long-knives-jonathan-petropoulos
Steinback, A, Dark Apostles – Hitler’s Oligarchs: Göring, Goebbels, Himmler, Heydrich and Revolutionary Totalitarian Oligarchy in the Third Reich, 2017, History In The Making dergisi, Volume 10-Article 8., The California State University, San Bernardino (CSUSB)’nun yıllık süreli yayını.
Peterson, E. N. The Bureaucracy and the Nazi Party, 1966, The Review of Politics, Vol 28 No 2
Arendt, H. Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil. 2006, New York: Penguin Books
Daha kapsamlı bir okuma yapmak isteyenler için kaynakça önerisi: Llobera R.J, The Making of Totalitarian Thought, Chapter 10: The Origins of Nazi Ideology, 2003, Berg Publications.
Uriel Tal, Religion, Politics, and Ideology In The Third Reich, 2004, Routledge.
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Berlin'in kuzeyindeki Oranienburg, Saksonya'daki Lichtenburg, Hamburg yakınlarındaki Esterwegen ve Münih'in kuzeybatısında Dachau bu kampların en büyük olanlarıdır.
https://www.mp.pl/auschwitz/journal/english/170050,the-rhythm-of-death-in-the-concentration-camp
Arendt H, The Origins of Totalitarianism, 1948-1973, Harcourt Publishing.
Gregor, J.A, Totalitarianism and Political Religion, 2012, Stanford University Press
Arthur de Gobineau, The Inequality of Human Races’den aktaran James Gregor; Totalitarianism and Political Religion, Chapter 8; 2012, Standford University Press
Johann Gottlieb Fichte, Addresses to the German Nation, 1807. Çeviri: Uğur B.Tezgel.
Hegel, Philosophy of Right, 1820; Alıntı: An Ethical Modernity, Hegel’s Concept of Ethical Life Today, Chapter 8: The State and Ethical Life in Hegel’s Philosophy, Yazarı: Jiří Chotaš, 2020, Critical Studies in German Idealism, Volume: 25, Brill Co. Editörler: Jiří Chotaš ve Tereza Matějčková