FİLİSTİN MESELESİ - 1 : Mustafa Kemal ve Genç Cumhuriyetin Filistin Siyaseti (1917-1923)
Filistinlilerin Mustafa Kemal'e gönderdiği ve fakat çok az bilinen tarihi mektup ve resmi belgeler üzerinden hakikatin ayak izlerini takip ederek meselenin köklerine yolculuk...
“Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda en uzun süre devam eden, en zayiatlı ve tek meydan muharebesinin yapıldığı cephesi Filistin olmuştur.”
Dr. Cemal KEMAL
Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Elemanı
“İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmak amacıyla, Filistin Cephesi’nde kesin sonuç almayı planlamıştır.” tespitini yapan Dr. Cemal KEMAL, tarihe Nablus Meydan Muharebesi adıyla geçen savaş sonunda; “Cevat Paşanın 8.Ordusuyla Mersinli Cemal Paşanın 4.Ordusu imha olurken, Mustafa Kemal Paşanın 7.Ordusu büyük zayiat vermiş ve Filistin kaybedilmiştir.” diyor,“Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal” adlı araştırma makalesinde.1
“Mustafa Kemal, 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni teşkil edilen Yıldırım Ordular Grubunun 7.Ordu Komutanlığına atanmış, ancak bu Grubun komutanı olan eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamamış, 2 Ekim 1917’de istifa ederek, İstanbul’a gitmiştir.”
Ne var ki, Mareşal Falkenhayn, Filistin Cephesi’nde başarılı olamayınca, 25 Şubat 1918’de Başkomutan Vekili Enver Paşa tarafından Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığından alınarak, yerine eski Çanakkale Cephesi Komutanı Mareşal Liman Von Sanders atanır. Bu değişikliğe rağmen, Alman subayların komuta ettiği Suriye-Filistin Cephesinde ordular dağılma noktasına gelip, komutanların cepheden kaçma raddesine kadar varır işler.
“Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nde durumun kritikleşmesi üzerine, Bizzat Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 5 Ağustos 1918’de tekrar 7.Ordu Komutanlığına atanmıştır.”
Savaşın bitimine iki ay kala, ikinci kez Filistin Cephesi’ne atandığı sırada Mustafa Kemal, önemli sağlık sorunları yaşıyordu. Böbrek taşı dökmesi sebebiyle büyük sancılar çekmekteydi ve öte yandan sıtma hastalığı da nüksetmişti. Bu halde olmasına rağmen Suriye-Filistin Cephesine gitmekten geri durmayan Mustafa Kemal başsız kalan, dağılan orduları derhal derleyip toparlayıp vatan müdafaasına devam eder. Alman kurmayların kurduğu ve karşı çıktığı için Falkenhayn ile anlaşamayarak görevi bıraktığı taktik planı değiştirerek, sayıca ve askeri teçhizat olarak oldukça üstün olan İngiliz ve Fransız birliklerine karşı orduları “saldırı” pozisyonundan, “savunma” pozisyonuna çeker.
Mustafa Kemal’in tekrar orduların başına dönmesinin ardından Suriye'de esir düştüğüne dair hakkında dedikodular yayılınca konu Osmanlı makamları arasında yazışmaya neden olmuş ve söylentilerin asılsız olduğu anlaşılarak Mustafa Kemal Paşa'nın Halep'te, ordusunun başında bulunduğu Dahiliye Nezareti kaleminden ilan olunmuştur.2
Anlaşılıyor ki, Çanakkale cephesinden Mustafa Kemal’i yakınen tanıyan İngilizler, komutayı ele alan Paşa’nın neler yapabileceğini bildiği için bir asılsız haberi dedikodu şeklinde dolaşıma sokarak Türk tarafında bir evham doğurma, karışıklık çıkarma cihetine giderek bir algı operasyonu gerçekleştirmiş.
Ne var ki Mustafa Kemal bütün söylentilerden vareste, duruma vaziyet ederek gerekeni yapmış, vatan müdafaasını mevcut koşullar altında en layığı ile yerine getirmiştir.
Dr. Cemal KEMAL’in cümleleriyle:
“İngiliz Ordusu ile isyan eden Araplar işbirliği yaparak, Filistin’den sonra kuzey istikametinde takip harekatını sürdürmüşler, Ürdün ve Suriye’yi de işgal etmişlerdi. Mustafa Kemal topladığı kuvvetlerle İngiliz Ordusunu ve Arapları Halep kuzeyinde durdurmuş, şimdilik Anadolu’ya sokmamıştır.”
〄
Dört Sene Sonra:
Tarih, 1 Ocak 1923.
Yer, Lozan.
Lozan’da Barış Konferansı görüşmelerini yürüten Türk Heyetine, Filistin Arap Beşinci Konferansı İcra Komitesi Heyeti namına kaleme alınmış bir mektup, Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesi maksadıyla verilir.
Filistinli Heyet’in verdiği mektup, heyetimiz tarafından bir şifre ile Ankara’ya iletilir:
“Filistin Arap Beşinci Konferansı Lecnei Tenfiziyesi Heyeti namına Ömer imzalı Büyük Millet Meclisi Riyasetine varit olan mektup aynen takdim kılındı efendim.”
Resmi devlet arşivlerimize, “1 Ocak 1923 tarih ve 8090 sayılı yazı” olarak geçen bu mektupta, Misak-ı Millî’de yer verilen ilkeler doğrultusunda, Arapların yaşadıkları yerlerde geleceklerinin tayininin kendilerine bırakılması ve TBMM’nin mücadelesi sonucu ortadan kaldırılan Sevr Antlaşmasının 95. maddesindeki zalim siyasetin uygulanmaması için destek talep olunmaktadır.
Günümüz Türkçesi ile mektubun içeriği:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Reisi
Devletli Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri
Yüksek HuzurunaSıkıntılı Halimizi Bildiririz
Emriniz ve azametli rehberliğiniz altında bulunan İslam’ın en yüce ordusu olan kahraman Türk ordusunun, [her şeyin kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna mukabilinde] yakın zamanda kazandığı büyük zafer bütün İslam kardeşliğini sevinç göz yaşlarına boğmuş ve bütün Şark aleminde ve özellikle İslam aleminde yeni bir gelecek ümidi ve azmi doğurmuştur.
Vatanınızı büyük fedakarlıklar ile ve harikulade sarsılmaz kararlılık göstermek suretiyle düşmanın ayakları altında ezilmekten kurtarmayı başarmanızdaki yücelik, İslâm bilgisine haiz kardeşleriniz nezdinde örnek alınacak bir ders ve hakiki yol, metot olarak görülecektir.
Bu zalim güç ve sömürgeciliğin aynı zamanda Doğu’nun ve İslam aleminin üstüne sarf edildiğini aleniyet terazisinde pek güzel görünür kılan bu hadsiz saldırılar, Doğu Milletleri ve İslam toplulukları arasında birliği sağlamıştır.
Filistinli Müslüman halkın samimi tebriklerini sunmak üzere Hüseynizâde Musa Kazım Paşa Hazretleri başkanlığındaki temsilciler heyetimizi her türlü yetki ile vekil kıldık.
Filistin de sömürgeleştirme çabası altında ezilmekte ve dört seneden beridir gücü nisbetinde bu istismarcı kuvvetlere karşı uğraş vermekte olan bir toprak parçasıdır.
İslam’ın ilk kıblesini ve [Mirac’ın gerçekleştiği] Kubbetü's-Sahre'yi barındırması sebebiyle Müslümanlar tarafından önemli ve kutsal sayılan bu küçük toprak parçası üstünde Yahudi kavmine ait bir vatan inşa etmek uğruna idari tutum ve istimlak ederek sömürgeleştirmenin en bariz şekli sergilenmektedir.
(Şeria Nehri’nin doğu tarafı hariç) sekiz yüz bin nüfusa sahip ahali ve oturan sakinlerin altı yüz otuz bini İslam dinindendir. Diğer Hristiyanlar da dahil olmak üzere, buradaki halk mevcut yönetime asla boyun eğmemiş, her siyasi fırsatı değerlendirmek için koşmuş seyirtmiştir.
Türklerin Misak-ı Millî’sinin en temiz bir tecellisi olan “Mısırlı Arap beldelerinin kendi kaderini tayin hakkı” maddesi iki kavim arasındaki bağların koptuğunu iddia edenleri hükümsüz bırakıyor ve (
orijinal metin parantez içi:bir kelime okunamamıştır) Filistinlilerce de özel olan karşılıklı menfaatlerin yiğit Türk kardeşlerimizce de takdire layık olduğunu bir kat daha ispat ediyor.Bu suretle, kutsal gayemizin gerçekleşmesi adına vatan için gayretimizi artırırken, diğer taraftan anılan temsilciler heyetimizi yüksek huzurlarınıza göndermek ve aynı zamanda [şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama uygun görülen işleri yapan] muhterem Türklerle sıkı temasta bulunmak ve merhamet rica etmek üzere Lozan’a yola çıkmalarını tebliğ ettik.
Aziz Misak-ı Millî’nin yüce gönüllü ilanının, tamamen hayata geçmesi için de mutlak gayretten bir adım geri durmayan Büyük Millet Meclisinin bütün İslam alemini uyaran bir hatırlatıcı olması üzre, büyük çoğunluğu Müslüman olan bu memleketin geleceği noktasında eski Sevr Antlaşmasının 95’inci maddesindeki tam manasıyla zalimlik siyasetinin sonuç alamaması doğrultusunda buyruklarınızı ve gerekli talimatları vermenizi yalvararak rica etmeye cüret eyledik. Ferman.
[1]922 senesi 1 Kasım’ında,
Filistin Arap Beşinci Konferansı İcra Komitesi Heyeti namına Ömer”3
Kuvvetle muhtemel kahir ekseriyeti Mustafa Kemal’i şahsen de tanıyor olan Filistinli vatanperverlerin, Halaskar Gazi’ye dertlerini arz ve dahi ricalarını istirham etmek üzere yazdıkları mektubun dikkate şayan bölümleri:
🚩 Mustafa Kemal’in “taht-ı riyaset ve irşad-ı devletlerinde bulunan İslam’ın en yüce ordusu olan kahraman Türk ordusu”
🚩 Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ordusunun “kazandığı büyük zafer bütün İslam kardeşliğini sevinç göz yaşlarına boğmuş ve bütün Şark aleminde ve özellikle İslam aleminde yeni bir gelecek ümidi ve azmi doğurmuş”
🚩 Türk vatanını kurtarmayı “başarmanızdaki yücelik, İslâm bilgisine haiz kardeşleriniz nezdinde örnek alınacak bir ders ve hakiki yol, metot”
🚩 Mısırlı Arap beldelerinin kendi kaderini tayin hakkı, “Türklerin Misak-ı Millî’sinin en temiz bir tecellisi”
🚩 Vatanlarını kurtarabilmek için “Türk muhterem mendublarıyla sıkı temas”
🚩 “Büyük Millet Meclisinin bütün İslam alemini uyaran bir hatırlatıcı olması üzre,” Mustafa Kemal tarafından buyruk ve gerekli talimatların “itası istirhamına cüret eyledik. Ferman.”
Özcümle; Türk Kurtuluş Savaşının kahramanı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin banisi, Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın halaskarlığına talip oluyor Filistin halkı. İslam dairesinde bir hakiki yol ve metot olarak Türklerin istikametini İslam aleminde yeni bir gelecek ümidi ve azmi kabul ediyor ve Halaskar Gazi’yi tek kurtarıcı görüyor!
Peki Mustafa Kemal?
O, zaten en derin hali ile vakıf olduğu Filistin meselesini günü gününe yakından takip ediyordu. Daha Cumhuriyet ilan olunmadan evvelinden, TBMM’nin Paris Mümessili Ahmet Ferit (Tek) Bey vasıtasıyla bütün gelişmelerden haberdar olduğu, Türk Diplomatik Arşivi Belgelerine girmiş olan “23 Nisan 1922 tarih ve 282 sayılı yazı” olarak kayıtlı belgeden anlaşılmaktadır.
Bu belgede Ferit Bey’in Harbiye Nezaretine geçtiği mesaj, Filistin’deki durum, İngiltere tarafından oluşturulan Filistin Hükûmetinden Arapların duydukları rahatsızlık, Filistinli Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından seçilen dördüncü Millî Kongre’nin İngiltere’ye gönderdiği temsilcilerin temasları ve İngiltere’nin gelişmelere ilişkin tutumu hakkında Ankara’ya teferruatıyla bilgi aktarıyor.4
“19 Mayıs 1922 tarih ve 71 sayılı şifre telgraf” kaydıyla Devlet Arşivimize girmiş bir diğer belge ise, Mustafa Kemal’in durumları sadece izlemekle kalmadığı, aynı zamanda olası gelişmelere karşı tedbirler geliştirdiğine dair de bize açık delil sunmakta.
Söz konusu şifreli telgraf ile Ferit Bey, Reis Paşa hazretlerinin önceden söyledikleri ve Bakanlar Kurulunda yapılan görüşmeler göz önünde bulundurularak derhal Lord Balfour’un Filistin’deki İngiliz mandasının Cemiyet-i Akvamca tasdikini istemesi karşısında yaptığı itirazı ilanen duyurduğunu Ankara’ya bildiriyor.5
Birleşmiş Milletler görüşmeleri esnasında Lord Balfour Filistin mandasının İngiltere’ye verilmesini talep edince, Türkiye ile kesin barış sağlanmazdan evvel Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir parçası hakkında meşru bir karar alınamayacağına dikkat çekilerek, bu konuda verilecek bütün kararların peşinen protesto edildiği bildiriliyor ve Türkiye’nin dahil olmayacağı kararların yok hükmünde sayılacağı ilan ediliyor.
Ahmet Ferit Tek, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk İçişleri Bakanı'dır. Türk Ocağı'nın kurucularından ve derneğin resmî kuruluşundan sonraki ilk genel başkanı olan Ahmet Ferit Bey, son Osmanlı Meclisi Mebusanında bulunduğu gibi, TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem milletvekilliği, I. ve II. İcra Vekilleri Heyeti ve 1. Hükûmet ile 2. Hükûmet'te bakanlık, sonrasında diplomatlık yapmış, Cumhuriyetimizin kurucu kadrolarından, Atatürk’ün en yakınında ve güvendiği bir mühim siyasetçi, diplomat ve fikir insanımızdır.
〄

Filistin!
Akdeniz’in en doğu sahillerinde Levant diye adlandırılan coğrafyanın güneydoğu ucunda bulunan tarihi bir yer olup, kuzey/güney ekseninde Suriye-Mısır, doğu-batı yönünde Şeria Nehri ile Akdeniz arasında kalan topraklar...
“Üç semavi din —Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık— tarafından kutsallık atfedilen topraklar olan Filistin, 7.yüzyılda İslam hakimiyetine girmiş ve sırasıyla, Emevi-Abbasi-Selçuklu hâkimiyetlerinde kaldıktan sonra 1516’da Yavuz Sultan Selim’in kazandığı Mercidabık Zaferi ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmıştır. Dört asır kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalan Filistin, 11 Aralık 1917’de, İngiliz Mareşali Allenby’nin Kudüs’e girmesiyle fiilen İngiliz hakimiyetine geçmiştir.”6
M. Lütfullah Karaman, “Filistin”
29 Nisan 1916'da Kût'ül-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa, gizli olarak Sykes-Picot Anlaşması’nı imza altına aldılar ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından da onaylanan bu anlaşma ile Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarını paylaştılar. Yine bu anlaşma ile Filistin’de, “uluslararası bir yönetim” kurulması kararlaştırıldı.
2 Kasım 1917’de, İngiliz Dışişleri Bakanı James Balfour, tarihe «Balfour Deklarasyonu» olarak geçen, Siyonist hareketin liderlerinden Lord Rothschild'e gönderdiği bir mektup marifetiyle, kendilerinden talep ettikleri şey için “iyi niyet bildirgesi” sunarak, Filistin topraklarında bir Yahudi Siyonist devlet kurulması konusunda İngiliz hükûmetinin destek vereceğini bildirmiştir.
Dışişleri Bakanlığı
2 Kasım 1917Sevgili Lord Rothschild,
Majestelerinin Hükümeti adına, Bakanlar Kurulu'na sunulan ve Bakanlar Kurulu tarafından onaylanan aşağıdaki Yahudi Siyonist isteklerine iyi niyet bildirgesini size iletmekten büyük memnuniyet duyuyorum.
Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır ve bu amacın gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden gelen tüm çabayı gösterecektir; Filistin'de Yahudi olmayan mevcut toplulukların medeni ve dini haklarına veya başka herhangi bir ülkede Yahudilerin sahip olduğu haklara ve siyasi statüye halel getirecek hiçbir şey yapılmayacağı açıkça anlaşılmaktadır.
Bu deklarasyonu Siyonist Federasyon'un bilgisine sunarsanız minnettar olurum.
Saygılarımla,
Arthur James Balfour
1957-1960 yılları arasında Howard Üniversitesinde ders verdikten sonra üç yılını Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde geçiren, ardından Oxford Üniversitesi'nde yüksek lisansını tamamlayan, Washington DC'deki Amerikan Üniversiteler Uluslararası Hizmet Okulu'nda Orta Doğu çalışmaları profesörü Alan R. Taylor’a göre söz konusu deklarasyon, planlı Siyonist politikanın bir sonucu idi.7
Kendisi de bir Musevi olan yazar Arthur Koestler, Balfour Deklerasyonu için “bu belgeyle bir milletin (İngiliz), başka bir millete (Yahudi), üçüncünün (Arap) ülkesini vaat etmesi” tespitini yapar.8

“Artık İtilaf devletleri, özellikle İngiltere için yapılması gereken, bu fiilî durumu “çoklu konferans” yöntemiyle hukukileştirmekti. Nitekim öyle de oldu.” diyor, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Ana Bilim Dalı’ndan Profesör Doktor Mustafa BUDAK.9
18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı için Mustafa Budak’ın değerlendirmesi şöyle: “Aslında bu konferans, savaşın galibi devletlerin, Avrupa, Afrika ile kendilerine göre Uzakdoğu ve Ortadoğu adını verdikleri bölgelerde, kendi çıkarlarını garanti altına alacak yeni bir uluslararası düzen kurmaya çalıştıkları bir platformdu. Bundan dolayı da konferansın iki ana gündeminden biri –diğeri Almanya– Osmanlı topraklarının paylaşılması idi. Söz konusu paylaşımın uluslararası meşruiyet kaynağı ise Wilson prensipleri idi.”
Nitekim bu doğrultuda ilk somut adım, İtilaf Devletleri tarafından 24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda atılır ve Afrika’daki Alman sömürge topraklarıyla birlikte birer Osmanlı toprağı olan Mezopotamya, Suriye ve Filistin’de de manda yönetimleri kurulması kararı alınır.
Bu kararı takiben “Tarihî Filistin toprakları, İngilizler tarafından Şeria nehrinin batısı Filistin, Şeria nehrinin doğusu ise Ürdün Emirliği olarak ikiye ayrıldı. İngilizler, bu Ürdün Emirliği’nin başına Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah’ı geçirdiler.” diye özetliyor yaşanan süreci M. Lütfullah Karaman.10
Filistin topraklarının İngiliz mandasına verilmesiyle birlikte, Osmanlı Devleti’nin, Irak, Arabistan, Suriye ve Filistin gibi Arap topraklarını terk etmesi şart koşuluyordu. Bunun hukuki ve siyasi çerçevesi 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile çizilmek istendi. Nitekim söz konusu antlaşmanın 95. maddesiyle Filistin Osmanlı Devleti’nden koparılmaya çalışılsa da İtilaf Devletleri, bunda başarılı olamadılar.
“Sonunda, İtilaf Devletleri, Milletler Cemiyeti marifetiyle Temmuz 1922’de, Almanya ve Osmanlı Devleti’nden kopardıkları topraklar üzerinde manda yönetimleri kurulmasını kararlaştırdılar. Bunun sonucunda Filistin’de kurulan İngiliz manda idaresi, 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı.”11
Milletler Cemiyeti’nin Filistin mandasıyla ilgili 2. maddesi şöyledir:
“Mandater devlet, mevcut halkların hak ve durumlarına zarar gelmemesini göz önünde tutmak kaydıyla ülkede Musevi ulusal yurdunun kurulmasına elverişli olacak biçimde politik, idari ve ekonomik koşulların yaratılmasından sorumlu olacaktır.”
Filistinliler 1 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal’e mektup yazarak sıkıntılarını bildirip yardım talep ederken, Filistin diyarında ahval ve şerait işte bu koşullar altında idi.
Mustafa Kemal’e yazılmış bu mektup konusuna, Lozan’da mektubun sunulduğu Temsilciler Heyetimize Başkanlık eden İsmet İnönü’nün hatıralarında şu cümlelerle tanıklık ediyoruz: “Arap heyetleri, Lozan'da kendi isteklerini müttefiklerle temas ederek, konuşarak istiyorlardı. Müttefikler taleplerini kabul etmeyince, "Bize de Türk'ler gibi muamele ediyorlar" diye şikâyet ediyorlardı. Nihayet bu Arap heyetleri, Lozan'da bana müracaat ettiler.”12
〄
Meselenin Kökü, Kökeni…
Emperyalistlerin Orta Doğu emellerini bilen ve bölgeye yönelik ve yazı konumuz özelinde Filistin siyasetlerini yakından takip eden Mustafa Kemal ve 1. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, çıplak gerçeklerin gayet farkındaydı. Ve politikalarını da bu görünür hakikat üzerine inşa etmişlerdi.
Gelin şimdi o yalınkat gerçekleri Batılıların yazdıkları üzerinden bir kere daha ortaya koyalım:
“Ortadoğu hiçbir zaman resmi olarak Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olmadıysa da, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Britanyalı devlet adamları burayı İmparatorluk için hayati önem taşıyan bir bölge olarak görüyorlardı ve Osmanlı Türkiyesinin çöküşe geçmesiyle birlikte bu durum daha da arttı.” tespitini yapıyor Richard Davis, Histoire Politique dergisinde yayınlanan, ‘İngiltere'nin Orta Doğu Politikası, 1900-1931’ adlı makalesinde:13
“Süveyş Kanalı'nın inşası (1859'dan 1869'a kadar) İmparatorluğa Doğu'da yeni ve stratejik açıdan hayati bir yol sundu. Diğer yandan 1908'de İran'da petrol bulunması Londra'nın bu bölgeye verdiği önemi arttırdı.”
Temmuz 1918'de Savaş Kabinesi'nin etkili sekreteri Maurice Hankey, “Mezopotamya ve İran'daki petrol sahibi bölgelerin İngilizlerin elinde tutulması ve bunları kapsayacak uygun bir stratejik sınırın birinci sınıf bir İngiliz savaş hedefi olarak göründüğünü" savunuyordu.14
İngiltere, 1918'de Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden ve Orta Doğu topraklarının Milletler Cemiyeti Mandaları olarak parsellenmesinden sonra, tam sömürge kontrolü olmasa da, daha resmi bir rol üstlendi ve bunların çoğunun mandater idaresi İngilizlere verildi (Filistin, Trans-Ürdün ve Irak). Richard Davis bu noktada durumu şöyle özetliyor: “Tüm bu nedenlerden dolayı Ortadoğu, 'İngiliz Dünyası'nın küresel yapbozunun önemli bir parçası haline gelmişti. Britanya'nın başka yerlerdeki emperyal büyümesi gibi, Orta Doğu'ya doğru genişlemesi de hem yerel halklarla hem de diğer Avrupalı güçlerle çatışmalar olmadan gerçekleşmedi.”
Bu yazı dizisinin 2.ncisinde ayrıntılı olarak, yine Diplomatik Arşiv Belgelerimizden alıntılar ile inceleyeceğimiz, İngiliz mandası altında Filistin’de olup bitenlerin, bugün Filistin’de yaşananların bir kopyası biçiminde olduğu görülecektir. Yani bugün, aslında dünün süregelen siyaseti ve çatışma/savaş stratejisidir.
Richard Davis de makalesinde o gün yaşanan çatışmaların ciddiyetine dikkat çekiyor: “Gerçekten de bölgenin karmaşık yapısı ve hayati stratejik konumu göz önüne alındığında, bu çatışmalar özellikle ciddiydi. Osmanlı’nın arkasında bir güç boşluğu bırakarak çökeceği korkusu, sahada doğrudan bir rol üstlenmeden çok önce İngiliz dikkatinin dünyanın bu bölgesine odaklanması anlamına geliyordu. Dahası, Britanya'nın Ortadoğu politikası tek başına ele alınamazdı; Britanya'nın Avrupa'daki politikası üzerinden belirleniyor ve buna bağlı olarak şekilleniyordu.”
Filistin meselesi hakkında tarihi önemdeki yazısını evvelce siz Gûngen okurlarına sunduğumuz İngiliz Tarihçi ve Tarih Felsefecisi Arnold Toynbee, 1923 yılında Londra ve Paris arasında Orta Doğu konusunda “rekabet geleneği ve bunun birikmiş mirası olan şüphe ve kızgınlık” hakkında bir makale kaleme almıştı.15
Arnold Toynbee: "FİLİSTİN MESELESİ"
İngiliz Tarihçi, Tarih Felsefecisi Toynbee'nin 1967'de yayınlandığında bütün dünyada büyük ses getiren "Filistin Meselesi" adlı yazısı, Türkçeye ilk çeviren Çoşkun Kutay'ın çevirisi ile...
Toynbee’nin “Yunanistan ve Türkiye'de Batı Sorunu, Medeniyetler Teması Üzerine Bir Araştırma” isimli bu makalesine atıfla Richard Davis şu tespiti yapıyor: “Denizaşırı ‘Britanya Dünyası’na ilişkin hiçbir analiz, Avrupa ile olan paralel bağlarını göz ardı edemezdi. Avrupa'nın sömürge dünyasındaki rekabetinin Avrupa'daki meselelere sıçradığı ve bunun tersinin de geçerli olduğu, uzun tarih göz önüne alındığında, bu ikisi arasında net bir ayrım çizgisi de çizilemezdi. Avrupa ve Avrupa dışı dünyalar asla kolayca birbirinden ayrılamazdı.”
Britanyalı yöneticiler, doğrudan kendi güvenliğinin yanısıra, İngiltere topraklarının savunulduğu gibi, Britanya İmparatorluğunun da savunulması için gerekli bir emperyal savaş yürüttükleri inancındaydı. Bu nedenle, örneğin Aralık 1916'da dönemin Başbakanı olan David Lloyd George, “Osmanlı Türkiyesine karşı savaşın hem stratejik sonuçları hem de büyük ölçüde Avrupalı olmayan, Hıristiyan olmayan bir gücü yenmenin ya da onun tarafından yenilmenin Britanya İmparatorluğu'nun prestiji üzerinde yaratacağı psikolojik etki açısından önemini” açıkça vurguluyordu. Özellikle Orta Doğu, İngiltere’nin küresel konumu açısından çok önemliydi; Doğu ile iletişiminde hayati bir bağlantı ve Cape'ten Kahire ve Bağdat'a, Hindistan, Singapur, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya kadar uzanan Güney Britanya dünyasının temel taşlarından biriydi.
İngiliz Muhafazakâr siyasetçi ve gazeteci Leo Amery özellikle Filistin'i “tüm Orta Doğu politikamız için merkezi bir destek noktası ve Doğu ile deniz ve hava iletişimimizin etkin bir şekilde kontrol edilmesinin güvencesi” olarak ilan etmişti.16
“Osmanlı’nın yenilgisi kaçınılmaz olarak bu kilit bölgede bir güç boşluğu yaratacaktı. Ancak İngiliz devlet adamları, İngiltere'nin bu boşluğu ne kadar doldurmaya çalışması gerektiği konusunda fikir ayrılığına düştüler.” diyor Davis: “Kabinedeki bazı kişiler, İngiltere'nin zaten elinde tutabileceği kadar toprağa sahip olduğu gerekçesiyle daha fazla ilhaktan kaçınılması gerektiğini düşünüyordu. Ancak savaş ilerledikçe bu bakış açısı, Lloyd George'un Downing Street'teki selefi Herbert Asquith gibi 'eğer kendimiz hiçbir şey almadan diğer ulusları Türkiye için mücadele etmeye bırakırsak, görevimizi yapmamış oluruz' görüşünü savunanlara karşı giderek daha fazla zemin kaybetti.”
Eski Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain Ağustos 1918'de, “Mezopotamya, Filistin ve Doğu Afrika ile ilgili olarak, sorunun Britanya İmparatorluğu'nun ve Müttefiklerinin güvenliği meselesine dönüştüğünü” savunuyordu: “Hindistan İmparatorluğu'nun durumunu bilen hiç kimse, eski Bağdat demiryolu planında ima edilen tehdidin yeniden canlanmasına izin verme olasılığını düşünemez”. Bununla birlikte Chamberlain’in, “sorumluluklarımızı genişletmemiz gerektiği izlenimini yaratırsak ya da İngiliz topraklarının büyük ölçüde genişletilmesiyle ilgili kıskançlığı davet edersek, Avrupa'daki geleceğimiz için ölümcül olur” diye de eklediğini yazıyor Cedric James Lowe ve Michael Dockrill, ‘The Mirage of Power’ adlı eserlerinde.17
Richard Davis diğer bakanların Austen Chamberlain’den bile ileri giderek “nihai barış anlaşmasında Britanya'nın hem mağlup düşman hem de ganimetten pay almak isteyecek olan savaş zamanı müttefikleri karşısındaki konumunu en üst düzeye çıkarmak için mümkün olduğunca fazla toprağın kontrolünü ele geçirmeleri gerektiğini” savunduklarını belirtiyor.
İngiliz tarihçi, düşünür Robert Holland, 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü ele geçiren ve bu sebeple “Kudüs Fatihi” ünvanı alan İngiliz Mareşali Edmund Allenby'nin verdiği ilk talimatların “Kudüs'ü 1917 Noel'inde İngiliz çorabının içine sokmak” olduğunu yazar, ‘Büyüklük Peşinde, İngiltere'nin Dünyadaki Rolü 1900-1970’ adlı eserinde.18
“İngiltere ve savaş zamanı müttefikleri arasında Orta Doğu'nun savaş sonrası çözümüne ilişkin karmaşık alışverişler ve anlaşmalar baştan sona ikiyüzlülükle damgalanmıştır.” diyen Robert Holland, “Savaş zamanında birbirlerine, Araplara ve Yahudilere verdikleri taahhütler hakkında yazan bir İngiliz tarihçi, ‘çıkarılabilecek tek mantıklı sonucun, herkesin herkese yalan söylediği ve hırsları göz önüne alındığında hiçbirinin İngilizler kadar becerikli olmadığı’ sonucuna varır.” tespitini yapıyor.
Rusya'nın 1917'de savaştan çekilmesinin ardından İngiltere ve Fransa savaş sonrası Orta Doğu'nun iki kilit aktörü haline gelmişti. Ve Sykes-Picot anlaşmasıyla bir uzlaşıya vardılar. Bunu Richard Davis şöyle tarif eder: “Bu, İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu'nun leşinden kendi paylarını çıkarmak için bölgenin basit bir şekilde bölünmesiydi.”
Yukarıda Diplomatik Arşivlerimize giren yazışmalar ışığında serencamını takip ettiğimiz gelişmeleri ise, Richard Davis şöyle değerlendirmiştir:
“1917 Balfour Deklarasyonu, Filistin'de bir Yahudi yurdu kurulması için İngiliz desteğini vaat ediyordu. Hemen hemen aynı zamanda, farklı Arap liderlerine gelecekteki bir Arap devletine ilişkin çeşitli vaatlerde bulunuldu, ancak bunlar İngiliz desteğinin ne kadar ileri gideceğini, toprak sınırlarının ne olacağını veya gerçekten bağımsız olma derecesini belirtmiyordu. Tüm bu vaatler savaş bağlamında verilmişti. Balfour Deklarasyonu büyük ölçüde özellikle ABD'deki Yahudilerin kalbini kazanmak için hazırlanmıştı, Fransa'ya Doğu'da verilen tavizler Avrupa'daki savaşçı ruhunu güçlendirmek için teklif edilmişti ve Araplara Suriye ve Mezopotamya'da bağımsız devlet vaatleri onları İngilizlerin yanında savaşmaya teşvik etmeyi amaçlıyordu. Bununla birlikte, tüm İngiliz politikalarının temelinde, İngiltere'nin bölgede lider rolü üstlenmesi gerektiğine dair bir inanç vardı. Emperyal güvenlik ve iletişim, başta petrol olmak üzere ekonomik çıkarlar ve prestij nedenleriyle İngiltere, yerine başkası geçmesin diye bölgeye girmekten başka çaresi olmadığını düşünüyordu. Ve elbette aynı bölgeler üzerinde hak iddia eden rakipler de vardı. Ancak İngilizler için, ister rakip sömürgeci güçlerden isterse yerel halklardan gelsin, bu tür iddialar kendilerininkinden daha az geçerliydi.”
Dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Lloyd George, çoğu zaman diplomatik olmayan bir üslupla, İngilizlerin Osmanlı’yı neredeyse tek başlarına devirdiğini, “harekâta katılan Fransız birliklerinin sayısının hiçbir fark yaratmayacak kadar az olduğunu” söyleyerek, “Ortadoğu'daki savaşta en büyük bedeli İngiltere'nin ödediğini, dolayısıyla en büyük kazancı da İngiltere'nin elde etmesi gerektiğini” belirtiyordu.19 Lloyd George ayrıca, Fransız ve İtalyanların İngiltere'nin Türk harekâtı için harcadığı “750 milyon sterlini iade ettikleri taktirde Mezopotamya ve Filistin'e ve diğer her şeye sahip olabileceklerini” de dalga geçer bir kibirle ifade ediyordu.
“Arabistanlı Lawrence” takma adı ile bilinen ya da kendini Araplara tanıttığı ismi ile ‘John Hume Ross’ olarak tanınmış, İngiliz ordu subayı, arkeolog, diplomat ve yazar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı düzenlenen Arap Ayaklanması'nın başarılı olmasındaki en mühim figür olması hasebiyle İngilizler için çok önemli bir kişi haline gelmiş olan Thomas Edward Lawrence ise, İngiltere’nin bu tavrını yerinde buluyor ve bunları “Britanya'nın doğuştan hakkı” olarak görüyordu.20
Osmanlı İmparatorluğu topraklarının akıbetiyle ilgili olarak İngiltere’nin önündeki alternatifleri ortaya koyan De Bunsen Komitesi üyesi, adını Sykes-Picot Antlaşması’na da vermiş olan İngiliz Muhafazakâr Parti üyesi Mark Sykes'ın “Arapların fiziği, ateşi, çevikliği ve sahip oldukları soy duygusu onların ‘beyazlara karşı renkliler’ tutumunu benimsemelerini imkansız kılar.” 21 şeklindeki sözleri ile yine Arabistanlı Lawrence'ın “Araplar son kahverengi kolonimiz değil, ilk kahverengi dominyonumuz olacak.”22 şeklindeki yaklaşımı ve sözleri, tipik kibirli, küstah İngiliz bakış açısını anlatmaya yeter.
Arabistanlı Lawrence'ın “son kahverengi koloni” değil, “ilk dominyon” şeklinde ifade ettiği gerçeklik, Mustafa Kemal’in anti-emperyalist vatan savunusunda karşı tezini bulmuş ve o günden itibaren, bugüne kadar hâlâ daha bütün Doğu ve İslam alemindeki anti-emperyalist direniş ve müdafaa hareketlerine hem ilham, hem hatırlatıcı ve uyandırıcı düşünsel kök ve hem de pratikteki rehberi olmuştur. Batı’nın kibirli tahakkümkâr Efendi bakışı ile, insan onuru taşıyan bir faninin nefs-i müdafaası olarak özetlenebilecek, varoluşsal karşıtlığın fotoğrafıdır bu. Bu fotoğrafın, tarihi bir belge hüviyetinde bir mektuba düşen, Filistinli Müslüman vatanperverlerin kaleminden dökülmüş şu satırlar, Lawrence’ın cümlelerinde vücut bulan emperyalist zihniyetin karşısında, bu zihniyeti yere devirip ayakları altına almış ve kendi özgür ve bağımsız Cumhuriyetini ilan etmiş Türk Ulusunun Büyük Önderi Halaskar Gazi Mustafa Kemal’e sığınıştır:
“Türklerin Misak-ı Millî’sinin en temiz bir tecellisi olan “Mısırlı Arap beldelerinin kendi kaderini tayin hakkı” maddesi iki kavim arasındaki bağların koptuğunu iddia edenleri hükümsüz bırakıyor ve Filistinlilerce de özel olan karşılıklı menfaatlerin yiğit Türk kardeşlerimizce de takdire layık olduğunu bir kat daha ispat ediyor.”
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” aynı dönemlerde gerçekleşen Sovyet Devrimi neticesinde Komünist Rus Devletinin Kurucu Lideri olan Vladimir Lenin’in, eskilerin “nizâmâtü'l-âlem” dediği, bizim bugün “dünya düzeni” olarak kabul ettiğimiz küresel mimariye getirdiği çok önemli bir vizyondur. Ve fakat Filistinlilerin bu mektubu Mustafa Kemal’e yazmasının altında yatan temel dürtü, aradaki dini, tarihi ve kültürel bağların anti-emperyalist bir zeminde yeniden tesisi için Mustafa Kemal’i önder ve rehber kabul etmiş olmanın göstergesidir.
Bu talebe cevap, Mustafa Kemal’in Genç Cumhuriyetinin Filistin siyasetinde yatmaktadır ve bu da bu yazı dizisinin 2.ncisinin konusu olacaktır.
İngilizlerin hali cephesinden konuya bakıldığında ise, Arabistanlı Lawrence’a bile rahmet okutan bir kibrin olduğunun altını çiziyor, Richard Davis: “Diğer İngiliz gözlemciler çok daha fazla gurur kırıcıydı. Lord Grey bir Arap devletinin 'havada bir kale' olduğunu ve Araplara verilen güvencelerin 'pek bir önemi olmadığını' söylüyordu ve Beyrut'taki İngiliz Konsolosu halkı 'yarı vahşi' olarak tanımlıyordu.”
Bugün İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant’ın “insansı hayvanlarla savaşıyoruz” dediği gibi…
O gün, İngiliz Dışişleri Bakanı olarak Sir Arthur Balfour, Arap devletlerinin “bağımsız olması” ve “kendi hayatlarını kendi yöntemleriyle yaşaması” gerektiğini savunurken, ancak bunun “Denetleyici Güçlerin ‘himayesi ve belirli amaçlar için kontrolü altında’ olacağını” da eklemeden geçmiyordu. “Böyle bir ‘derebeyliğin’, Doğu dünyasının bu bölümünün çok eski gelenek ve göreneklerine yabancı olmadığını” savunan Balfour için “Cemiyet Mandalarının, sadece incir yaprağı olduğunu kabul etmiştir.” diyor Davis.
Balfour, İngiltere'nin bölge halklarının fikrini alması yönündeki her türlü öneriyi reddederek, “ne isterlerse istesinler” onların istediği değil, kendi söyledikleri şekilde bir yönetime ve haklara sahip olacaklarını duyurdu. Aynı şekilde Filistin'de de Siyonist çıkarların 700 bin yerel Arap'ın isteklerinden daha öncelikli olması gerektiğini ifade etti.23
Richard Davis belli ki bir İngiliz olarak yüzü kızararak diyor ki: “Milletler Cemiyeti'nin, Başkan Wilson'un On Dört İlkesi'nin ve ulusların kendi kaderini tayin hakkının yeni retoriği ne olursa olsun, İngiliz sömürgeciliğinin Balfour'un buradaki sözlerinden daha acımasız bir ifadesini bulmak zor olacaktır.”
Arnold Toynbee, yukarıda bahsettiğim 1967 yılında kaleme aldığı “Filistin Meselesi” adlı makalesinde de bu utancı hiç saklamadan kelimelere dökmüştür zaten. Ve olan biten her şeyin sorumlusunun İngiltere olduğunu itiraf ederek tarihe not düşmüştür.
Velhasılı;
Bugün Filistin’de şahit olduğumuz “Batı’nın Derebeyi” Siyonist İsrail Devleti eliyle yürütülen tedhiş, tehcir ve soykırım, “Beyaz Anglosakson Batı”nın Dünya hegemonyasını elinde tutmak için bir asrı geçkin süredir uyguladığı bir siyasetin eseridir.
O gün İngiltere’nin, bugün ABD’nin koçbaşı olduğu bu kanlı siyaset, önce hasta edip sonra kendi kuklaları haline dönüştürdükleri, en sonunda da bir savaş mağlubiyeti yaşatarak topraklarına çökmek istedikleri Osmanlı üzerine planlarının çökmesi, Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu’nun Türk hakimiyetine geçmesi üzerine Batı’da doğan büyük endişe, panik ve nefret ile körüklenmiştir.
O tarihten bu yana Batı eliyle hem Orta Doğu ve hem de Türkiye’de yaşananlar, bu nefret siyasetini bütün çıplaklığı ile ortaya sermeye kafidir.
İşbu yazı dizimizin ikinci bölümünde, İngilizlerin Filistin Mandasının yönetimini devraldıktan sonra takip ettikleri siyaset ve uygulamaları yine diplomatik belgeler, arşiv kayıtları ve tarihe düşülmüş notlar üzerinden okumaya devam edeceğiz.
〄
Dr. Cemal KEMAL, Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal,
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Atatürk Yolu Dergisi
S 51, Bahar 2013, s. 617-651
BELGELERLE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1916-1922),
T.C. BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu: 62, s. 31-32
TÜRK DİPLOMATİK ARŞİVİ BELGELERİNDE FİLİSTİN (1922-1948),
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI Diplomatik Arşiv Dairesi Başkanlığı
Ankara 2023, s. 9-10
TÜRK DİPLOMATİK ARŞİVİ BELGELERİNDE FİLİSTİN (1922-1948), s. 3-4
TÜRK DİPLOMATİK ARŞİVİ BELGELERİNDE FİLİSTİN (1922-1948), s. 4-6
M. Lütfullah Karaman, Filistin, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XIII, s. 89-90
A.R. Taylor, İSRAİL’İN DOĞUŞU (1897-1947 Siyonist diplomasinin analizi), 3. Baskı, Türkçesi: Mesut Karaşahan, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 32-38
Mim Kemal Öke, Siyonizmden Uygarlıklar Çatışmasına Filistin Sorunu,
4.baskı, Ufuk Kitapları, İstanbul 2002, s. 263
Prof. Dr. Mustafa Budak, I. DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA FİLİSTİN MESELESİ VE TÜRKİYE’NİN TAVRI (1920-1923), Avrasya İncelemeleri Dergisi-Journal of Eurasian Inquires 2019; VIII/II: 217-230
M. Lütfullah Karaman, a.g.e, s. 94-95
Prof. Dr. Mustafa Budak, a.g.e.
İsmet İnönü, HATIRALAR, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987, s. 122
Richard Davis, Britain's Middle Eastern Policy, 1900-1931: Dual Attractions of Empire and Europe, Histoire@Politique, 2010/2 (n° 11), page 7
Malcolm Edward Yapp, The Making of the Modern Near East 1792-1923,
Londra, Longman, 1997, s. 332.
Arnold Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey
A Study in the Contact of Civilizations, Londra, Constable, 1922.
Leo Amery, My Political Life, cilt 2, War and Peace 1914-1929,
Londra, Hutchinson, 1953, s. 115
Cedric James Lowe ve Michael Dockrill, The Mirage of Power,
cilt 3, Londra, Routledge, 1972, s. 526-527
Robert Holland, The Pursuit of Greatness. Britain’s World Role 1900-1970
London, Fontana, 1990, s. 80
Yüksek Konsey, Paris, 20 Mart 1919.
Jacob Colman Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East
A Documentary Reader, 1914-1956, cilt 2, Princeton, Van Nostrand, 1956, s. 56
Jeremy Wilson, Arabistanlı Lawrence, Londra, Heinemann, 1989, s. 444
Max Beloff, Imperial Sunset, vol. 1, Britain’s Liberal Empire 1897-1921,
London, Macmillan, 1985, s. 256
John E. Mack, A Prince of our Disorder. The Life of T. E. Lawrence
London, OUP, 1990, s. 280
K. Bourne and D. Cameron Watt (eds), British Documents 1, IV, No. 242.
Balfour, 11 August 1919