İmparatorluklar Neden Yıkılır? Giriş: Parayı Takip Edin. Sonuç: Emperyal Küstahlığın Sonu
Dünya üzerinde güç dengesi neden bu kadar dramatik bir şekilde Batı aleyhine değişti? Bu tersine çevrilebilecek bir düşüş mü, yoksa Batı'nın uyum sağlaması gereken doğal bir evrim mi?
Editör Notu:
Gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik kalkınma ve küresel kapitalizmin dönüştürücü etkileri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan John Rapley, ekonomi, tarih ve siyaset bilimini bir araya getirebilmesi ve kalkınma ekonomisinin geleceği ile küresel sistemin gelişimine dair incelemelerinde disiplinler arası perspektifiyle ünlü bir akademisyen-yazardır. Rapley ayrıca, Londra, Ottowa ve Johannesburg arasında sürekli mekik dokuyan, akademik görevlerinin haricinde uluslararası kuruluşlarda aldığı danışmanlık görevleri doğrultusunda politika yapıcıları besleyen bir isimdir.
‘‘Para Tanrılarının Alacakaranlığı: Bir Din Olarak Ekonomi ve Her Şey Nasıl Tepetaklak Gitti?’’ başlığıyla Türkçeleştirebileceğimiz 2017 basımı eserini yayımladıktan altı sene sonra, King’s College London’dan meslektaş ve görevdaşı, Geç Antik Çağ ve Erken Orta Çağ uzmanı İngiliz tarihçi Peter Heather ile birlikte John Rapley, ‘‘Batı kendini yeniden büyük yapabilir mi? Hatta bunu denemeye değer mi?’’ sorusunu ortaya atarak başladıkları ‘‘İmparatorluklar Neden Yıkılır: Roma, Amerika ve Batı'nın Geleceği’’ adlı eserlerini kaleme aldılar.
Yazarlar 2023 sonbaharında yayımlanan ve Roma İmparatorluğunun çöküş dönemini günümüz Batı dünyası ile kıyaslamak suretiyle bir gelecek provizyonu sunan bu çalışmaları hakkında motivasyonlarını şu cümleler ile özetlemekteler:
‘‘Peter Heather, Roma ve Roma sonrası tarihçisidir ve küresel bir imparatorluğun kıyısında yaşamanın, onun yörüngesine giren toplumları nasıl dönüştürdüğü konusuna özel bir ilgi duymaktadır. John Rapley ise kendi dünyasına döndüğünde apolitik bir ekonomisttir ve özellikle küreselleşmenin modern gelişmekte olan dünyada nasıl yaşandığı konusuna ilgi duymaktadır.’’
Birazdan okuyacağınız işbu makale, mevzubahis eserin ‘Parayı Takip Edin’ başlıklı giriş bölümü ile yazarların işaret ettiği vizyona uygun biçimde ‘Emperyal Küstahlığın Sonu’ başlığıyla çevirmeyi uygun gördüğüm sonuç bölümünün birleştirilmiş halidir.
***
Orijinal Adı; ‘‘Why Empires Fall // Introduction: Follow The Money // Conclusion: Death of the Empire?’’
Yazarlar: John Rapley & Peter Heather
İlk Yayın Tarihi: Eylül 2023
Çeviren ve Yayıma Hazırlayan: Uğur B.Tezgel
***
Batı kendini yeniden büyük yapabilir mi? Hatta bunu denemeye değer mi?
Batı medeniyeti, 1800’ler ile içinde bulunduğumuz milenyum arasındaki dönemde, gezegene hükmedecek kadar güçlendi. Bu iki yüzyıl boyunca, gelişmekte olan küresel ekonomideki birkaç eşit güçteki oyuncudan birisi olmaktan çıkıp bizzat dünyadaki tüm üretimin onda sekizini karşılayacak bir konuma ulaşıldı. Eş zamanlı olarak, özellikle günümüzün gelişmiş OECD ekonomilerinde, ortalama gelirler insanlığın geri kalanıyla kabaca eşit olma halinden elli katına kadar artış gösterdi.
Bu ezici ekonomik hakimiyet, gezegenin Batı'nın imajına göre siyasi, kültürel, dilsel ve sosyal olarak yeniden şekillenmesine de haliyle yol açtı. Neredeyse her yerde, Avrupa'nın iç evriminin bir ürünü olan ulus devlet, siyasi yaşamın temel dayanağı haline geldi ve daha önce yerküreyi kaplayan muazzam çeşitlilikteki şehir devletlerinin, krallıkların, halifeliklerin, piskoposlukların, şeyhliklerin, şefliklerin, imparatorlukların ve feodal rejimlerin yerini aldı. İngilizce küresel ticaretin, Fransızca (ve daha sonra tekrar İngilizce) küresel diplomasinin dili oldu. Dünyanın her yerinde insanlar, fazlalıklarını Batılı bankalara yatırır olunca öncelikle İngiliz para birimi pound, sonra ise Amerikan para birimi olan dolar, uluslararası ticaretin kolaylaştırıcı enstrumanı olarak altını yerinden etti.
Bugün hala daha Batı üniversiteleri dünyanın dört bir yanından gelen entelektüel adaylarının mekânıdır ve yirminci yüzyılın sonunda da , yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında da gezegenimiz Hollywood filmleri ve Avrupa futboluyla eğlenmektedir.
Peki sonra ne oldu? Birdenbire tarih tersine döndü!
2008‘deki Büyük Durgunluk hızlıca Büyük Stagnasyon'a dönüşürken, Batı'nın küresel üretimdeki payı önce yüzde 80’lerden yüzde 60'lara gerilemiş ve o zamandan bu yana daha yavaşlamış bir halde olsada bu gerileme devam ediyor. Reel ücretler düştü, genç işsizliği yaygınlaştı ve kamu ve özel sektör borçları dramatik bir şekilde artarken kamu hizmetleri de alabildiğine aşınmış haldedir.
Artık batılı liberal-demokratik siyasi söylemin 1990'ların güçlü özgüveninin yerini kendinden şüphe etmek ve kendi içerisinde bölünme almış haldedir. Aynı dönemde diğer modeller, özellikle de Çin devletinin merkezi planlamacılığı, son kırk yılda kişi başına düşen gelirde yıllık ortalama yüzde 8'in üzerinde şaşırtıcı bir büyüme gösterirken, işbu hakikat ile Çin, kendi gelirlerinin her on yılda iki katına çıktığı gerçeğini bizlere sunar hale geldi. Çin, ekonomik gücü sayesinde artık dünya sahnesinde giderek daha etkili hale geliyor.
Dünya üzerinde güç dengesi neden bu kadar dramatik bir şekilde Batı aleyhine değişti? Bu tersine çevrilebilecek bir düşüş mü, yoksa Batı'nın uyum sağlaması gereken doğal bir evrim mi?
Dünya böylesi dramatik bir yükseliş ve düşüşe ilk kez tanık olmuyor. Roma'nın kendi koşullarında küresel egemenliğe yükselişi MÖ ikinci yüzyılda başlamış ve MS birinci binyılın orta yüzyıllarında çöküşe geçmeden önce Roma İmparatorluğu egemenliği yaklaşık beş yüz yıl sürmüştür. Üzerinden bin beş yüz yıl geçmiş olabilir, ancak bu çalışma Roma İmparatorluğu'nu ve onun ortaya çıkardığı daha geniş bir dünyayı, çağdaş Batı'nın ortaya çıkış tarihi ve mevcut durumu hakkında yeniden düşünmek için kullanarak, Roma'nın çöküşünün günümüz için hala önemli sonuçları olduğunu iddia etmektedir.
Roma'nın kaderinin modern dünyaya öğretecek bir şeyleri olabileceğini ilk kez düşünmekte olanlar bizler değiliz elbette, ancak şu ana kadar Roma'nın tarihi, olup bitenlere son derece Batı merkezcil bakış ile bir teşhis koymak için seferber edilmiştir. Tarihçi Niall Ferguson'un 2015 yılında Paris'teki Bataclan katliamıyla ilgili olarak Atlantik'in her iki yakasının önde gelen gazetelerinde (Sunday Limes ve Boston Globe başta olmak üzere) yayınlanan ve çok ses getiren köşe yazılarında belirttiği gibi, Avrupa 'atalarının inancından vazgeçmeden zenginliğine göz diken yabancıları' kabul ederken alışveriş merkezleri ve spor stadyumlarıyla çöküşe geçti…Beşinci yüzyılın başlarındaki Roma İmparatorluğu gibi, Avrupa da savunmasının çökmesine izin verdi.’’
Ferguson bu bağlamda ilham kaynağı olan Edward Gibbon'ın ünlü başyapıtı Decline and Fall of the Roman Empire (Roma İmparatorluğu'nun Çöküşü ve Çöküşü) adlı eserine atıfta bulunarak “medeniyetler tam da bu şekilde yıkılır” sonucuna varıyor. Gibbon’un eseri, Roma'nın kendi sınırları içinde beslenmeye başlayan yabancılara (Hıristiyanlar ile barbar Gotlar, Vandallar ve diğerlerinin garip bir karışımı) direnmeyi bıraktıktan sonra yavaş bir iç erozyona uğradığını savunulmaktadır.
‘‘İmparatorluk, içine girdiği konağın gücünü yavaş yavaş tüketen bir virüs gibi, Altın Çağı'ndan yaşama arzusunu fiilen kaybettiği noktaya kadar ağır ağır çürüdü.’’
İstilacı barbarlar ve iç çöküş benzetmeleri ne kadar etkileyici olursa olsun, aslına bakarsanız ilk cildi Amerika'nın bağımsızlığını ilan ettiği yıl olan 1776'da yayınlanan eserden hareketle Gibbon'un bu temel kabul edilen bakış açısı yani Roma'nın kendi kaderinden kendisinin sorumlu olduğu tezi maalesef bugün de etkisini sürdürmektedir. Üstelik Ferguson gibi popüler tarihçiler dahil olmak üzere birçokları için ders niteliğindedir: ‘İmparatorluğun gerilemesinin panzehiri sınırları kontrol etmek, 'yabancıları' dışarıda tutmak, duvarlar inşa etmek ve ataların inancını yeniden teyit ederken daha kast düzeninde milliyetçilikleri benimsemek ve uluslararası ticaret anlaşmalarını yeniden değerlendirmek gerekir.”1
Ancak Amerika’nın bağımsızlığından bu zamana aradan geçen iki buçuk asırda bizlerin Roma tarihini kavrayışı, Batı dünyasının bugün içinde bulunduğu mevcut duruma ve önümüzdeki on yıllarda nasıl gelişeceğine dair bir vizyon için yeniden uyarlanmalıdır. Üstelik Roma İmparatorluğunun Yıkılış sürecine bakarken bizlere temelden çok daha farklı bir bakış açısı kazandırması da mümkündür: Gözden geçirilmiş bir Roma tarihi sayesinde Batı'nın mevcut konumunun geleceğini ele alırken, alternatif, sömürgecilikten arındırılmış bir Batı fikrine katkıda bulunma potansiyeli de vardır. Bu sebeple Antik Roma ile modern Batı arasındaki derin farklılıklara rağmen (ve bazen de bu farklılıklar nedeniyle), iki tarihi karşılıklı olarak çalışmak oldukça aydınlatıcıdır.
Bizler adına, bu çalışmanın yazarları olarak, ikimiz arasında uzun bir öğleden sonra tartışması, üzerinde çalıştığımız farklı imparatorlukların çözülüşü hakkında benzer sonuçlara ulaştığımızı açıkça ortaya koydu. Her ikimizde, kendi geleceklerinin tamamen kendi alanları içinde ortaya çıkan seçimler ve olaylar tarafından belirlenmesinden ziyade, bizlerin ait olduğu Batı medeniyetinin imparatorluklarının kendi egemenliklerinin sonunu getirmesinin başlıca sebebi olarak, bizzat bu emperyal güçlerin kendi perifilerindeki dünyada tetikledikleri hatta ortaya çıkardıkları dönüşümler olduğunu savunmaktaydık.
Sonuçta ekonomik kalkınma ile başlayan bir imparatorluk yaşam döngüsü vardır. İmparatorluklar, hakim bir imparatorluk çekirdeği için yeni zenginlik akışları yaratmak adına ortaya çıkarlar, ancak bunu yaparken hem fethedilen eyaletlerde hem de daha çevre bölgelerde (resmi olarak sömürgeleştirilmemiş ancak gelişen çekirdekle ikincil ekonomik ilişkilere çekilen topraklar ve insanlar) yeni zenginlikler yaratırlar. Bu tür ekonomik dönüşümlerin siyasi sonuçları olması ise elbette kaçınılmazdır.
Herhangi bir servet yoğunlaşması veya akışı, onu kullanabilen aktörler için yeni siyasi gücün potansiyel yapı taşıdır. Doğrudan bir sonuç olarak, çevredeki büyük ölçekli ekonomik kalkınma, nihayetinde orijinal döngüyü başlatan emperyal gücün hakimiyetine meydan okuyacak bir siyasi sürecide kendi kendisine başlatır.
Bu ekonomik ve siyasi mantık o kadar güçlüdür ki, eski imparatorluk merkezinde bir dereceye kadar göreceli gerilemenin neden kaçınılmaz hale geldiğini de anlatır. Bu yüzden Modern Batı'nın yükselişini anlamak için Roma tarihini okumak, Modern Batı'nın son birkaç yüzyıldaki kendi iç ekonomik ve siyasi evriminin şaşırtıcı bir şekilde Roma İmparatorluğu'nun gelişimini ne derece yansıttığını ortaya koymak ve buradan hareketle dünya ekonomisi üzerindeki mevcut hegemonyanın şaşırtıcı hakimiyetinin neden artık önemli ölçüde azaldığını ve azalmaya devam edeceğini analiz etmemiz mümkün hale gelebilemektedir. Ancak simültane biçimde iki imparatorluk anlatısı asla yan yana yürütülemez, çünkü bunlardan biri henüz hala daha tamamlanmış olmaktan uzaktır. Mesela günümüz açısından gelişerek çevreden merkeze doğru gelmekte olan tarihi meydan okuma henüz hala daha erken bir aşamadadır.
Fakat genele teşmil olarak, yükselen bir çevrenin hem Roma İmparatorluğu'nun altını oymadaki hem de imparatorluğun çöküşünün ardından yeni dünyalar yaratmadaki rolü tam olarak keşfedilebilir ve tartılışabilir. Buradan hareketle günümüzün batı dünyasının kendi çöküşüne uyumlanma sürecinin başlangıcına yakın bir evrede olduğunu ileri sürebiliriz. Bu sebeple Romanın kendi çöküşe uyumlanması sürecini uzun zaman önce nasıl tamamladığını kavramak ve ikisini karşılaştırmak bizlere önemli bilgiler sunar.
Şu anda nispeten erken bir aşamada olan fakat artık görünür hale gelmiş olan günümüz Batısındaki dönüşüm yörüngelerinin tarihsel açıdan gerçek anlamı ise bizzat İsa'nın doğumunu takip eden yarım bin yıl içinde Roma İmparatorluğu hem gelişirken hem de dağılırken gözlemlenebilen daha uzun vadeli değişikliklerle yan yana konulduğunda açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan şu da bir gerçek ki, artık emperyal manada ne Amerika'yı (ya da İngiltere'yi ya da AB'yi) 'yeniden büyük yapamazsınız' çünkü Batı'nın son birkaç yüzyıldaki hakimiyeti, bu 'büyüklüğün' dayandığı küresel stratejik gücün yapı taşlarını, tıpkı Roma’nın büyürken kendi kaderini kendi çevresinde çizmesi gibi, yeniden düzenlemiştir. Bu bağlamda evet Batı'yı, tartışmasız bir küresel hakimiyeti yeniden tesis etmek anlamında yeniden büyük yapmak mümkün değildir ancak gerekli uyum süreci doğru yönetilebilirse Batı medeniyetinin en iyi özelliklerinin ortaya çıkan yeni bir küresel düzene adapte edilmesi mümkündür. Aksi halde yeniden oluşturulan bir dünyada Batılı halkların refahı için sağlıklı umutlar bile baltalanabilir. Bu açıdan son dönemlerdeki 'MAGA Amerika' ya da Brexit Britanya'sında görüldüğü şekliyle göreceli düşüşü doğrudan tersine çevirmeye yönelik yanlış bilgilendirilmiş girişimlerin bu süreci sadece hızlandırma ve derinleştirme riski taşıdığı anlamına geldiğini unutmamalıyız. Ancak genel sonuç şudur: Büyük ölçekli, mutlak ekonomik gerileme ve yaygın sosyal, siyasi ve hatta kültürel yerinden edilme şeklinde feci bir medeniyet çöküşü olmak zorunda da değildir.
Bu bağlamda Roma tarihinin bizlere gösterdiği gibi imparatorluklar uyum sürecine son derece yıkıcı olandan çok daha yaratıcı olana kadar bir dizi olası önlemle karşılık verebilir.2 Nihayetinde Batı'nın geleceği, vatandaşlarının ve liderlerinin önümüzdeki önemli yıllarda hangi siyasi ve ekonomik tercihleri yapacaklarına bağlı olacaktır.
Örneğin, MS 468'de bahar mevzimi yaz mevzimine dönerken, Konstantinopolis bir kez daha Batı Roma'nın savunmasına gelmişti. Mevcut Batı Roma İmparatoru Anthemius, bir yıl önce Konstantinopolis'ten ciddi askeri yardım vaatleriyle atanmış olan bir Doğu Roma komutanıydı. Doğu Roma’nın İmparatoru I. Leo sözünde durmuş, 1.100 gemi, 50.000 asker ve denizciden oluşan yardımı ile günümüzün metrikleri ile hesap edildiğinde 120.000 pound ağırlığında altına mal olan büyük bir donanma yollamıştı. Seferin varış noktası Vandal-Alan konfederasyonunun Kuzey Afrika krallığıydı ve temel amacı Hunlar tarafından Roma topraklarında kasıtsız olarak ortaya çıkartılan yeni konfederasyonlardan bir tanesini ortadan kaldırmak, Roma’nın bu en zengin eyaletlerini yeniden imparatorluğun kontrolüne alabilmekti. Bu müdahelede alınacak başarılı bir sonuç Batı Roma’nın merkezinde gelir akışını artırarak yaşamı yeniden canlandırmakla kalmayacak, aynı zamanda bir başka tehlikeli olguyu da en azından geçici olarak durduracaktı: ‘Romalı taşralı toprak sahiplerinin siyasi bağlılıklarını imparatorluk merkezinden kendi aralarındaki yeni barbar konfederasyonlarından birine ya da diğerine aktarma eğiliminin artmasına engel olmak.’
Ne yazık ki Anthemius için bu sefer felaketle sonuçlandı. Rüzgârlar düşmanca Romanın gemilerini kayalık bir kıyı şeridine sıkıştırınca, Vandallar bir dizi yıkıcı saldırı başlatabildiler ve Anthemius için maalesef yolun sonu gelmiş oldu. Ancak, o zamana kadar artık varlığını sürdüren Batı İmparatorluğu'nu canlandırmak için çok geç kalınmış olsa bile, daha sonraki bir Doğu Roma seferi sayesinde (MS.532-533) Vandal krallığı yok edilebilmişti. Yani Anthemius için görev doğası gereği imkansız değildi ve eğer daha iyi bir şansa sahip olsaydı, Batı'yı uçurumun kenarından geri çekmek için gerçek bir fırsat vardı.
Fakat yine de bu zaferin sonusunda imparatorluğun Batı kanadı artık eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü Vandal-Alanların yok edilmesi demek imparatorluğun eski vergi tabanının önemli bir kısmına yerleşmiş iki güçlü barbar konfederasyonunu da geride bırakmak demekti. Halihazırda hem Britanya kaybedilmişti hem Frank grupları Ren Nehri boyunca ilerliyordu. Ancak Vizigotlar ve Burgonyalılar, yörüngelerindeki en güçlü askeri ve siyasi güç olma statüsü kararlı bir şekilde yeniden tesis edilecek olan bir imparatorluk merkezinin hegemonyasını kabul etmek zorunda kalacak olsalar bile, tereddütlü taşra elitleri geleneksel bağlılıklarına (az ya da çok isteyerek) geri döneceklerdi.
Sonuç itibariyle evet yine de, MS. 468 gibi geç bir tarihte, Batı Roma İmparatorluğu'nun revize edilmiş bir formuna yeni bir soluk getirmek için hâlâ gerçek bir fırsat bulunuyordu bulunmasına fakat doğrudan bir İmparatorluktan ziyade Roma imparatorluk liderliği altında bir federasyon ancak söz konusu olabilirdi. Çünkü kaybedilen savaş eğer zafer ile tamamlanmış olsaydı akabinde gelişecek olan Roma siyaseti çok çok daha karmaşık bir hal alacaktı. (ÇN: Bir başka deyişle Anthemius zaferle dönmüş olsa bile bu bir Pirus Zaferi olacaktı.)
Günümüzün Batı dünyası, 460‘ların sonundaki Batı Roma’nın karşılaştığı ’son şans salonunda' henüz değil.
Modern Batı İmparatorluğu'nu oluşturan uluslar, geçen yüzyıl ve geçen binyılın sonundaki zirvelerinden göreceli olarak uzaklaşmış olsalar bile, hala yeterli miktarda gelirin kontrolünü ellerinde tutmaktadır. Yine de, Roma İmparatorluğu'nun yükselişi ve çöküşü ile yaptığımız karşılaştırma iki noktayı açıkça ortaya koyuyor: Birincisi, eski Roma gibi modern Batı İmparatorluğu da kendi yarattığı bir krizle karşı karşıyadır; kendi yapılarının işleyişi, gerçek bir süper güç olan rakibinin yükselişini ve Batı'nın kendi emperyal çevresi olan bölgede iddialı yeni güçlerin ortaya çıkmasını tetiklemiştir.
Dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Roma dünyasında yaşananlara benzeyen şekilde günümüzdeki bu yeni oluşumların yükselişi şu olguyu apaçık sergilemektedir. Bugünün dünyasında bazıları için eşi benzeri görülmemiş refahı diğerleri içinse yaşam standartlarının erozyonuna bağlı hale geldiği yeni bir post-emperyal dünya düzenine kimin en iyi nasıl yanıt vereceği söz konusudur ve bu hususta tartışmalar günümüzün Batısı içinde iki düzeyde birden ciddi bölünmeler halihazırda yaratmış durumdadır.
Henüz 460'ların sonlarına eşdeğer bir dönüm noktasında değilse de, günümüzün karar vericileri beşinci yüzyılın başlarındaki Romalı liderlerin karşılaştığı duruma yakın bir durumda bulmaktadır.
Bugün Batı dünyası, tıpkı Roma gibi, mevcut sosyal düzeninin dayandığı tüm mali sözleşmeyi tehdit edecek kadar ciddi mali sorunlarla karşı karşıyadır fakat Roma'nın aksine, modern Batı, kaynak tabanını yenilemek için bazı yabancı kaynakları yeniden kolonileştirme seçeneğine sahip de olamayacaktır.
Eski Roma İmparatorluğu için Kuzey Afrika'nın kaybına benzer türden bir gelir çöküşü henüz yaşanmış durumda olmasa bile unutulmasın ki bunun bir dereceye kadar sebebi tarihteki Roma'nın yöneticileri için mevcut olmayan bir araç olan borç enstrumanının; hem hükümetlerin hem de vatandaşların gelecekteki gelirlere karşı borçlanmasına izin verilebilir durumda olmasıdır. Bir başka deyişle günümüz Batı dünyası için yaşanmakta olan şey yaklaşan gelir krizinin sürekli olarak erteleniyor olduğu gerçeğidir. Ancak yine de, Çin gibi bir süper gücün yani tarihi döndürecek bir rakibin yükselişi, tıpkı eski Roma’nın emperyal çevresinde bir dizi güçlü yeni varlığın ortaya çıkması gibi, tarihin kalıcı bir hakikatidir.
Bu bağlamda her ne kadar antik Roma için söz konusu olmadıysa da, topyekûn emperyal yıkımdan ziyade potansiyel olarak çöküşe doğru olan mevcut gidişatımız, ‘Batının eski sömürgeci dünya egemenliği düzenini geri getirmeye çalışamayacağını (ve çalışmaması gerektiğini) kabul etmesi şartıyla’ dönüşü olmayan bir yol olmaktan çıkabilir. Bununla birlikte, mevcut en iyi sonuca ulaşmak için bu eski düzenin geçişine olumlu yanıt vermek, halihazırda yapılanların da ötesinde bir dizi zor düzenlemeyi de gerektirir. Özellikle yaşlanmaya devam edecek olan Batı nüfusu ve toparlanma belirtisi göstermeyen doğum oranları bağlamında göçün rolü hakkında çok daha dürüst bir tartışma yürütülmesi gerekmektedir ki bu da giderek artan sosyal bağımlılık oranları anlamına gelir.
Eğer Çin ile eşit şartlarda ilişki kurabilecek kadar güçlü olacak yepyeni bir koalisyon kurma şansı olacaksa, Batılı güçlerle önemli kültürel ve kurumsal mirasları paylaşan günümüzün “birleşen güçlerine” çok daha büyük bir sempati ve eşitlik diskuru ile yaklaşmak gerekecektir. Fakat bu yaklaşımlar, batılı seçmenlere yapıldığı gibi 'göçmenler işlerimizi elimizden alıyor' ya da tek başına hareket etmenin -Amerika'yı, Britanya'yı ya da Polonya'yı 'ilk sıraya' koymanın- herhangi bir Batılı ülkenin Çin'den ya da Hindistan'dan daha iyi ticaret koşulları elde etmesini sağlayacağı inancı gibi efsanevi iddialar kadar kolay satılabilecek mesajlardan ibaret değildir.
Eğer yeni nesil Batılı liderler ve seçmenleri bu zorlukların üstesinden gelebilir ve bir yandan Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline verilen tepkilerin kanıtladığı gibi daha geniş, daha kapsayıcı uluslararası ittifaklar kurma fırsatlarını değerlendirirken, diğer yandan da kendi ülkelerinde sömürgeci mirastan kurtulmaya yönelik mevcut girişimlerini sürdürebilirlerse, mevcut Batı İmparatorluğu'nun kaçınılmaz sonu, üstelik sadece Batı’da da olmayacak şekilde, hala daha son derece olumlu bir dizi sonuç doğurabilme şansına sahiptir. (ÇN: İsrail’in Gazze halkına yaptığı soykırım müddetince sorumluluktan kaçan ve oldukça kötü bir sınav vermiş olan Kuzey Batı Avrupalı ve Amerikalı karar vericiler açısından bu satırlarda bahsedilen reçetenin fayda etmeyeceği aşikardır.)
Sömürge sonrası döneme uygun bir şekilde yeniden şekillendirilen, sosyal olarak bütünleşmiş Batılı ulus devletin temel kurumları - tüm çıkarları korumayı amaçlayan bir hukukun üstünlüğü, düzgün bir şekilde hesap verebilir siyasi elitler, özgür bir basın ve etkin, tarafsız kamu kurumları - çok daha geniş bir vatandaş kitlesine rakip herhangi bir devlet biçiminden daha iyi bir yaşam kalitesini kağıt üstünde vadetmektedir. Ancak kurumlar boşlukta var olmazlar ve yapay olarak korunamazlar. Değerleri genel olarak kabul edilse bile, yine de ekonomik ve siyasi güç dengelerine dayanırlar. Borca verilen tepkiyi yanlış anlar ve mali sözleşmeyi yeterince insanı gemide tutacak şekilde geliştiremezsek, Batı yakında ulusun ölümü ve onun yerine alternatif, çok daha az kapsayıcı siyasi yapılarla karşı karşıya gelecektir.
Geçmişte, iç siyasi istikrar tehdit altında olduğunda, Batı toplumlarındaki hükümetler sömürüyü çevreye taşıyarak baskıdan kurtulabiliyorlardı. Bugün ise bu seçenek ortadan kalktı. Sadece kendi vatandaşlarını sömürebiliyorlar.
Batılı ülkeler iç gerilimlerini azaltmak istiyorlarsa, daha iyi durumda olan vatandaşların, özellikle de son birkaç on yılda küreselleşmeden en çok faydalanan ilk yüzde 10'luk kesimin, artık yurtdışından büyük servet akışlarının olmadığı bir ortamda, yeni bir tür işleyen sosyal-politik model inşa etmek için daha fazla kaynağa katkıda bulunmaları kaçınılmaz görünüyor. Toplumun en savunmasız azınlığının iyiliği için herkesin fedakârlık yapmasını gerektiren ve daha düşük ücretli 'temel' çalışanların genel sosyal ve ekonomik katkılarının daha fazla tanınmasını sağlayan Covid-19 salgını, Batı'da sosyal uyumun yeniden inşasına yardımcı olmak için kullanılabilecek politika türlerine ilişkin canlı bir tartışmayı beraberinde getirmişti. Ancak bunlardan herhangi birinin işe yaraması için Batı toplumlarının sokağa çıkıp alkışlamaktan çok daha fazlasını yapması gerekecektir:
Yeni bir mali sözleşmenin olası unsurları arasında borç ertelemeleri (özellikle öğrenci borçları için), herkese daha cömert bir asgari yaşam standardı garanti eden evrensel bir temel gelir, uygun fiyatlı konutlara erişimi genişletmek için ev yapımını artıracak politikalar ve belki de gelir yerine servet üzerinden daha büyük vergilere doğru bir değişim yer alıyor. Bu yine de kolay olmayacaktır, zira zenginlerin siyasi sistem içinde çok fazla etkisi vardır. Servet vergilerinin ödeme gücü en yüksek olanları hedef almasının yanı sıra, ekonominin yeniden canlandırılmasına da yardımcı olabilir: Servetlerini yeni gelir yaratmak için yatırıma dönüştürenleri ödüllendirerek ve ister arazi spekülasyonu ister süper yatlar olsun, yalnızca daha fazla servet biriktirmeye çalışanları cezalandırarak, servet vergileri parayı daha üretken kullanımlara yönlendirebilir.
Bu tür değişiklikler, muhtemelen en azından bazı ülkelerde, iş güvencesizliğini azaltmaya yönelik önlemlerle birlikte uygulanmalıdır. Bu bağlamda, esnek iş kanunlarının güçlendirilmesi gereklidir.
Örneğin, 2022 yılında bir İngiliz feribot işletmecisinin, iş güvencesizliği nedeniyle, çalışanlarını daha düşük maliyetli iş gücü ile değiştirebilmesi ve bunun için yasadışı şekilde işten çıkarmalardan doğan maksimum para cezasını ödeyip bunu bir işletme gideri olarak göstermesi bu duruma bir örnek teşkil etmektedir. İş güvencesinin sağlanmasının yanı sıra, insana yakışır asgari ücretlerin belirlenmesi, ücretsiz eğitim imkânlarının sunulması ve işsizlere, değişen iş piyasasına uyum sağlamaları için kapsamlı yeniden eğitim programları ile makul gelirler sağlanması, yalnızca daha büyük bir toplumsal uyumu değil, aynı zamanda daha verimli işletmelerin ortaya çıkmasını da sağlayabilir (bu model, mevcut İskandinav sistemine benzemektedir).
Mevcut eğilimlerin toplumsal bölünmeye yol açmasını engellemek için mali sözleşmenin yeniden dengelenmesi, daha az değil, daha fazla uluslararası iş birliği gerektirir. Bu doğrultuda, uluslararası vergi anlaşmaları iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bu anlaşmalar, şu anda 7 trilyon doların üzerinde varlık barındırdığı tahmin edilen vergi cennetlerinde vergi kaçakçılığını engellemeyi ve çok uluslu şirketler ile zenginlerin, gelirlerini ve servetlerini düşük vergi oranına sahip ülkelere yönlendirerek "vergi arbitrajı" yaratmalarını engellemeyi hedeflemelidir. Bu durum, ilgili ülkelerin gelirlerini korumalarını zorlaştırmaktadır.
Yükselen periferi ve o ülkelerin vatandaşlarının gözünden bakalım; kendilerinin maddi ilerlemeleri Batı dünyasınca bir tehdit olarak görülmekten çıkıp memnuniyetle karşılandığı ve teşvik edildiği bir durumda, yeni bir dünya düzenine çok daha istekli bir şekilde uyum sağlayabilirler. Bu durumda, Batının sömürgecilik geçmişinin utanç verici unsurları, Batı toplumunun nihayetinde iç çatışmalar yoluyla uzlaşıya dayalı bir sosyo-politik örgütlenme modeline ulaştığı fikrini gölgede bırakma olasılığını da azaltır. İşbu model, yalnızca ekonomik refah açısından değil, bireysel özgürlükler ile siyasi ve hukuki haklar bakımından da diğer tüm rakip sistemlerden daha fazlasını, daha fazla vatandaşına sunarak tarih boyunca nadir görülen bir başarı elde etmiştir.
Eğer Batılı ülkelerin vatandaşları önlerinde duran temel zorlukları kavrayabilir, kaçınılmaz olarak bölücü olan tartışmaları demokratik yollarla, daha geniş bir vatandaş kitlesine kapsayıcılık ve adalet duygusu verecek şekilde çözebilir ve özellikle de bunu yükselen çevre devletlerin vatandaşlarının da aynı ortak değerlere dayanan daha geniş bir sistem içinde daha eşit bir gelecekten kendilerine de pay verildiğine inanmalarını sağlayacak şekilde yapabilirlerse, elde edecekleri kazanımlar potansiyel olarak muazzam olacaktır.
Böylelikle son iki asır boyunca gezegenin geri kalanından kaldıraçlı servet akışları üzerine inşa edilen Batılı ulus devlet biçimi, sadece potansiyel olarak varoluşsal bir kriz anını müzakere etmeyi başarmakla kalmamış olur, aynı zamanda vatandaşlarının gerçekten gurur duyabileceği gerçek bir büyüklükte sömürge sonrası bir miras ortaya çıkartır.
Siyasi yelpazenin bu kısmının en uç noktalarında, Batı'nın nüfusunu çevreden gelen göçmenlerle değiştirmeye yönelik bir 'karanlık komplo teorilerini' belirleme girişimleri olmuştur. Bu açıdan ‘Yerinden Etme Teorisi’, kökenlerini 1973 tarihli distopik bir romana (JeanRaspail, Le camp des saints) dayandırmakla birlikte, Enoch Powell'ın 1968 tarihli 'Rivers of Blood' konuşmasına da dayanmaktadır. Fransa'nın sarı yelek (gilets jaunes) hareketi boyunca bu teori yaygınlşırken, Macaristan'ın Viktor Orbán'ı ve İtalya'nın Matteo Salvini'sinin konuşmalarında da kendisini sergiledi ve kısmen çok karanlık bazı siyasi sınırlardan (bazı terörist saldırıları motive etti) biraz daha ana akım çevrelere taşındı.
Çeviren Notu: Mesela Trump’ın Grönland ve Panama Kanallarını Amerika’ya resmen bağlayarak kendi okyanusuna kapanarak kontrol edebileceği alanda genişlemesini sürdüren Amerika modeli)