Küresel Bir Aristokrasi mi Doğuyor?
Yirmi Birinci Yüzyılda Feodalitenin Dönüşü Araştırmaları // Bölüm 1: Teorik Çerçeve ve Ana Hatlar, Vol.3
Orijinal adı; As Gods Among Men-A History of The Rich In The West
Yazar: Guido Alfani
Yayım Mecrası ve Tarihi: Princeton University Press, 2023
Çevrilen Kısımlar: Part II- The Path to Affluence ve Part III-The Rich In Society’den sentezlenmiştir.
Yazı Dizisi Editörü, Çeviri ve Kapak Resmi:
Redaktör:
Başlarken…
Yüzyıllar boyunca zenginlik giderek daha da yoğunlaşma eğilimi göstermiş ve varlık sahiplerinin safları giderek daha da sıklaşmıştır. Bu bulgu kendi içinde şu sebepten önemlidir: Zenginler ve Süper-Zengin kategorisinde kabul edilebilecek olan aşırı varlıklıların hepsinde ortak olan husus, servetlerinin onları toplumun geri kalanından ayırmakta oluşudur. Ancak servet her zaman aynı yollardan birikmiş değildir ve zenginlerin gittikçe daha varlıklı, dahası sayıca fazla olmasına yol açan unsurlar bazen oldukça önemli değişimlerdir. Servetlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilişkili düşünmek bu anlamda akılcıdır.
Zenginler zeki (ya da sadece şanslı) girişimciler, büyük finansörler ya da soylular mıydı? Servetleri çoğunlukla kendi kendilerine mi oluştu yoksa onlara miras mı kaldı? Artık bu gibi sorulara odaklanma zamanıdır; çünkü zenginlerin geçmişleri, kolektif zihinlerde imtiyazlı statülerinin değerleriyle değil, meslekleri, sosyal ve hukuksal statüleri ile toplumda oynadıkları rolleri sayesinde günümüzde önemli yansımalar söz konusudur.
Bilakis soylu olmak Orta Çağ'da bugün olduğu gibi tam olarak aynı anlamlara gelmiyordu; zira soyluluk ile zenginlik arasındaki ilişki genellikle sanıldığından çok daha karmaşık ve çeşitlidir.
Soyluluğu, kalıtsal unvanlara ve/veya diğer kalıtsal farklılık işaretlerine sahip ayrıcalıklı bir sosyal grup olarak tarif edebiliriz. Görünüşte sezgisel olan bu tanım, soyluların iki karakteristik özelliğine işaret etmektedir: Diğer sosyal kesimlere nazaran resmî olarak tanınan bir 'ayrıcalık' sahibi olarak yüksek statülerinin kalıtsal niteliği!
Miras, her insan toplumunun en sıkı şekilde düzenlenmiş (resmî ya da gayri resmî) özelliklerinden biri olması nedeniyle, soylu unvanlarının nesiller boyunca aktarılması, soyluluğun varlığı gibi belirli bir kurumsal çerçeve gerektirir; zira bugün birçok Batı ülkesinde kaldırılmış olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu noktada gerek şart olmayan husus, soyluların zenginlikleri nedeniyle diğer bireylerden ayrılmasıdır. Buradan hareketle, soyluluk daha geniş bir kavram olan aristokrasinin sadece bir özelliğidir, şeklinde tarif edilebilir.
Öte yandan Alman toplumbilimci Max Weber tarafından başlatılan bilimsel bir geleneği takip ederek, aristokrasiyi zenginliği ya da ekonomik kaynakları kontrol etmesiyle değil, yüksek sosyal statüsü (prestij ya da onur gibi ekonomik olmayan niteliklere dayanır), belirli ayrıcalıklara sahip olması ve gücü (askeri ve/veya siyasi) elinde toplama becerisiyle tanımlayabiliriz.
Soyluluk kavramında olduğu gibi, aristokrasinin pratik özellikleri de zaman ve mekana göre önemli ölçekte farklılıklar göstermiştir. Antik Çağ'dan günümüze Batı tarihini kapsayan bir kategorik açıklama aramak istersek, aristokrasinin tek gerekli özelliğinin üyelerine bir tür ayrıcalık sağlayan yüksek sosyal statüye sahip olmak olduğunu kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla, aristokrasiyi basitçe 'yüksek statü ve ayrıcalıklara sahip bir sosyal grup' olarak tanımlayabiliriz ki kalıtsal soyluluk da bunun en bariz örneğidir.
Büyük bir servetin soylu ya da aristokrat olmak için gerekli bir koşul olmadığının altını çizmenin önemi tam olarak burada ortaya çıkıyor: Tarihsel olarak çok da yoksul soylu örneğine rastlamıyoruz. Weber, erken modern dönemin başlangıcından itibaren, toprak sahibi soyluların (patrimonyal lordlar) ekonomik konumlarına yeni gruplar tarafından meydan okunmaya başlandığında, toprak sahibi soyluların ekonomik hakimiyetlerinin en azından bir kısmından feragat etmeyi kabul ettiklerini anlatır.1 Ancak mali muafiyetler de dahil olmak üzere bir dizi hukuki ve ekonomik ayrıcalığın garanti altına alındığı zımni veya açık bir uzlaşmanın ortaya çıkma eğilimine de işaret eder. Bu zımni anlaşma, soyluların siyasi güç üzerindeki kontrolünü de korumuştur; ancak bu kontrol, çoğu bölgede zamanla aşınma eğilimi göstermiştir.
Avrupa tarihini bu şekilde tasvir etmek önemli bir tarihsel süreci yansıtıyor olsa dahi soyluların ekonomik gerileme sürecinden aynı şekilde etkilenmediğini ve saflarına sürekli olarak yeni ve genellikle çok zengin üyelerin katıldığını da biliyoruz. Sonuçta İngiltere gibi bugün bile soyluluğun hâlâ var olduğu ülkelerde soylu üyeler, zengin ve süper zenginlerin önemli bir bileşeni olmaya devam ediyor.2 Buradan hareketle kalıtsal soyluluk, aristokrasinin en belirgin örneği olarak kabul edilebilirse neden ikisi arasında ayrım yapmamız gerektiğini merak edebiliriz.
Günümüzde kalıtsal bir soyluluğun varlığını tanımayan bazı ülkelerde ve Amerika Birleşik Devletleri gibi tarihinde hiç yer etmediği kabul edilen bazı nadir coğrafyalarda, yüksek statülü, ayrıcalıklı bir sınıfın, dolayısıyla bir aristokrasinin varlığından söz etmenin gayet tabi mümkün olduğunu biliyoruz. Filhakika tüm bunlarla birlikte günümüzde yeni bir 'küresel aristokrasinin yükselişini yaşıyor olmamız ihtimali karşısında endişeler de artıyor. Haddizatında söz konusu yükseliş önemli bir konudur; çünkü büyük zenginliğe giden mevcut yollarla ilgili birçok soruya da yol açıyor.
***
Liyakat… Retorik Bir Araç!
Kanunen tanınmış bir soyluluğun varlığı, sınırları net çizilmiş bir aristokrasinin gelişmesi için gerekli bir koşul değildir; on dokuzuncu yüzyılda Amerikan aristokrasisinin ortaya çıkışı buna mükemmel bir örnektir. O halde, geçmişteki ulusal aristokrasilere işlevsel olarak benzeyen (dağılım açısından) ancak çok daha geniş ve hatta küresel bir coğrafi düzeyde tanımlanan bir tür küresel aristokrasinin ortaya çıkışına ilişkin son zamanlardaki endişeleri bu ışık altında değerlendirmek gerekir.

Bu kaygının erken bir örneği olarak, 1990'ların sonunda Stephen Haseler’in bir dereceye kadar vurgulu bir şekilde savunduğu görüşü ele alalım: 'Yeni küresel kapitalizm, yeni bir küresel aristokrasiden başka bir şey doğurmuyor - büyük ölçüde aile temelli bir sınıf ya da kast - çeşitli mekanizmalar aracılığıyla, giderek artan bir şekilde miras yoluyla devasa özel sermaye birikimini kontrol ediyor.'3 Ancak Haseler'in de belirttiği gibi, ortaya çıkan bu küresel aristokrasi geçmiştekiler kadar 'katı bir şekilde yerleşmiş' ve 'neredeyse kısıtlanmış' olmayabilir.
Bu tür endişelerden bir kısmı, özellikle de servet biriktirmenin bir yolu olarak (çalışmanın aksine) mirasın artan önemine ilişkin olan endişeler, günümüzde kapitalizmin sınırları ve tehlikeleri üzerine yapılan bir çok çalışmanın içerisinde, özellikle en çok ses getirenlerden bir tanesi olan Thomas Piketty tarafından öne sürülen düşüncelerin merkezinde yer almaktadır. Gerçekten de miras, zenginler üzerine yapılan çalışmalarda hayati bir konudur ve artık günümüzde Batı'nın büyük bölümünde ‘miras’ olgusunun toplam servetin giderek daha büyük bir bileşeni haline geldiğine dair pek çok gösterge söz konusu iken yeni aristokrasilerin gelişmesi için zemin oldukça elverişli görünmektedir.4
Editör Notu:
Paris Ekonomi Okulu'ndan ünlü ekonomist Thomas Piketty, servet eşitsizliğinin uzun vadeli dinamiklerini ekteki videoda tartışıyor. Ekonomik eşitsizliklerin zaman içinde nasıl evrildiğini anlamak için servet dağılımı üzerine tarihsel verileri incelerken servet yoğunlaşmasına katkıda bulunan faktörleri ve bunun politik ekonomi ve toplum için sonuçlarına dikkat çekiyor. Piketty’nin eşitsizliğin yapısal nedenleri ve bunu ele almak için potansiyel önlemler hakkındaki bu değerlendirmesini izlemenizi tavsiye ederim.
Ancak bir aristokraside ham servetten daha fazlası vardır. Dolayısıyla yeni bir küresel aristokrasinin yükselişte olup olmadığı sorusunu sormak, servet eşitsizliğinin artıp artmadığını sormakla tam olarak aynı şey değildir. Ayrıcalıklı bir grup içinde bir dereceye kadar sosyal uyumun varlığı, sosyal temaslardan ve bazı ortak görüş ve hedeflerden kaynaklanan ve sürekli olarak güçlenen bir uyum gibi diğer faktörler de rol oynamaktadır. Fakat tam olarak bu yöne işaret eden pek çok sinyal mevcuttur. Örneğin, çocukların sınırlı sayıdaki yüksek prestijli okullara (ve daha sonra üniversitelere: ABD’de Ivy League'i veya İngiltere'deki Oxford ve Cambridge'i düşünebilirsiniz) gönderilmesini içeren ve ezici bir çoğunlukla seçkinlerin bir sonraki neslinin devam ettiği ‘seçkin okullardan mezun olanlar’ uygulamasının sürekliliğini göz önünde bulundurun.
Amerikalı siyaset ve toplum bilimci Charles Wright Mills'in 1950'lerde açıkça ortaya koyduğu gibi, bu tür kurumlara devam etmenin ve belki de son derece seçkin kulüplerinin bir üyesi olmanın (Güç Elitleri) ortak deneyimi, Amerika Birleşik Devletleri'nin 'iktidar seçkinleri' arasında sosyal ve psikolojik yakınlıkların kurulmasında kritik bir rol oynamıştır.5

Daha yakın zamanlarda, İngiltere'de ‘eski çocuk’ kültürünün varlığını sürdürdüğüne dair bulgular elde edilmiştir.6 Örneğin, 1861 yılında Clarendon Komisyonu tarafından 'Büyük Okullar' olarak tasarlanan dokuz seçkin kurumdan oluşan Clarendon okulları mezunlarının prestijli pozisyonlara gelme ihtimalinin diğer okullardan gelen öğrencilere göre doksan dört kat daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. İlginçtir ki, son dönemde İngiliz başbakanları, David Cameron ve Boris Johnson, Clarendon okullarının en prestijlisi olan Eton Koleji'ne gitmiştir. Rishi Sunak ise bir diğeri Clarendon okulu olan Winchester Koleji'nden mezundur.7
Son yıllarda çoğunlukla eğitim reformu ve yeni bir 'yetenek, liyakat ve sıkı çalışma dili’ benimsenmesi nedeniyle meydana gelen, elit okulların Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Batı'nın başka yerlerinde olduğu gibi İngiltere'de de eşitsizlik yaratma kabiliyetini maskeleyen ve hiçbir şekilde buna karşı koymayan değişikliklere rağmen bu böyledir.8
Benzer süreçler elit eğitim kurumlarını farklı geçmişlerden gelen öğrencilere biraz daha açık hale getirerek özellikle varlıklı yabancılara çocuklarını aynı kültürde eğitme fırsatı da sunmuştur.
2020 başlarında, COVID-19 krizinin başlamasından hemen önce, İngiliz yatılı okullarındaki yatılı öğrencilerin yaklaşık yüzde 43'ü denizaşırı ülkelerde ikamet eden İngiliz olmayan ebeveynlerin çocuklarıydı (göçmenlerin çocukları hesaplamaya dahil edilmemiştir) Bu, bu verilerin mevcut olduğu ilk yıl olan 2007'deki yüzde 31'lik orana göre büyük bir artış anlamına gelmektedir. 2020 yılında yabancı öğrencilerin yüzde 46'sı Çin anakarası ve Hong Kong'dan gelmiştir. Almanlar (%6) onları az bir farkla takip etmiştir. Bununla birlikte Clarendon okullarında yabancıların yaygınlığı, en azından İngilizceyi ek dil olarak alan öğrencilerin küçük yüzdesine (2019'da Eton'da yüzde 6'dan az) bakılırsa, oldukça düşük görünmektedir.
Amerika’da ise Ivy League üniversitelerine örnek olarak gösterilecek olan Yale'de, uluslararası öğrenci nüfusu son on yılda yüzde 50'nin üzerinde artış göstermiştir. 2019-20 döneminde uluslararası öğrenciler toplam kayıtların yüzde 22'sini oluştururken, Çinli öğrenciler büyük bir farkla başı çekmekteydi. Çinliler tüm uluslararası öğrencilerin yüzde 32'sini oluştururken, onları Kanadalılar (%8,4), Hintliler (%7,7), Güney Koreliler (%5) ve İngilizler (%4,6) takip etmiştir.
Elbette bugün seçkin eğitim kurumlarındaki tüm öğrenciler ayrıcalıklı bir geçmişten gelmemektedir ve öğrencilerin uluslararası hareketliliği genel anlamda çok olumlu bir gelişmedir. Ancak aynı zamanda, Batılı olmayan öğrencilerin yüksek prestijli kurumlardaki artan yaygınlığı, kendisi de önceden var olan ulusal aristokrasilerin mirasçısı olan küresel bir aristokrasinin gerçekten oluşmakta olabileceğinin bir göstergesi olarak da alınabilir.
Prestijli eğitim kurumları aynı zamanda, özellikle spor, kültürel katılım ve zevkler açısından değerli müfredat dışı ilgi ve uygulamaların [beslendiği] araçlardan biridir. Bu eğilimler ve uygulamalar, seçkinler arasına girmeyi garanti etmez, ancak özellikle “kültürel uyumun gayri resmi kavramlarının, kimlik bilgileri ve deneyim açısından benzer olan adaylar arasında ayrım yapmak için kullanıldığı aşırı rekabetçi ortamlarda” yörüngeleri yumuşatır.9
'Yörüngelerin yumuşatılması' tam da bu nedenle küresel bir aristokrasinin ortaya çıkışına ilişkin endişeleri haklı çıkarmaktadır. Geçmişteki ulusal aristokrasilerde olduğu gibi, günümüzün küresel aristokrasisine ait olmak da bazı fiili ayrıcalıklara yol açmaktadır: Sadece belirli bir geçmişe sahip olmak (çok zengin bir aileden gelmek, doğru okullara ve üniversitelere gitmiş olmak), bir sosyal elite ait görünmek ve öyle algılanmak nedeniyle eşit veya hatta daha iyi niteliklere sahip rakiplere göre üst düzey bir görev için tercih edilmek gibi. Bu tür bir durumda 'liyakat' retorik bir araçtan başka bir şey değildir.

Zenginlerin ve süper zenginlerin kendi aristokrasilerini yaratma ya da soylular gibi önceden var olan yerleşik aristokratik gruplara katılma eğilimleri, yüksek servet eşitsizliği durumunun toplumsal endişeye yol açmasının nedenlerinden biridir. Bununla birlikte tüm zenginlerin büyük bir servet içinde doğmadığı ve hepsinin servetlerini aristokratik ayrıcalıklardan yararlanarak elde etmediği de açıktır. Gerçekten de Batı tarihi, yetenekleri sayesinde büyük servet edinmeyi başaran, olağanüstü becerileri (ve hemen her zaman biraz da şans faktörü sayesinde) zenginlik piramidinin tepesine tırmanan parlak girişimcilerin örnekleriyle doludur. Bir başka deyişle, zenginliğe giden yolda liyakat, yetkinlik ve cesaret üzerine inşa edilmiş açık ve tarihi bir yol vardır.
İnovasyon ya da piyasalar, ekonomik yapılar veyahut teknolojide meydana gelen değişiklikler kaynaklı yeni fırsatları doğru bir şekilde tespit etme becerilerinin bir sonucu olarak zenginleşmiş bireylere odaklanmak gerekiyor. Ancak, ekonomik açıdan hırslı bireylere açık olan fırsatlar, tarih boyunca aynı olmamıştır. Kişisel zenginleşmeye götüren tüm olası yollar arasında yetkinleşme, günümüzde en az tartışmalı olanıdır. Ancak aynı durum geçmiş toplumlar için her zaman geçerli değildi.
Soylu hanedanlarda olduğu gibi, tüccar veya girişimci hanedanlarda da büyük bir servet içinde doğmuş olmak, değerli kişisel niteliklere sahip olmanın garantisi hiçbir zaman değildi; başka bir deyişle bu hanedanlarda, kurucuların neslinden sonra, büyük servet giderek liyakatle ilişkisiz hale gelme eğilimindeydi. Dünya genelinde zenginlere karşı kızgınlığın artmasının önemli bir nedeni de aslına bakarsanız yetersizliğine rağmen yüksek sınıflarda yer edinenlerdir.
Bilgisayar çağının başlangıcı ve yeni bilgi teknolojilerinin ortaya çıkışının hızlı zenginleşme için olağanüstü fırsatlar sunduğu ancak aynı zamanda birçok ülkede eşitsizliğin kökleştiği günümüze odaklandığımızda ise - en azından ilk olarak Avusturyalı ekonomist Joseph Schumpeter tarafından ortaya atılan popüler görüşü benimsersek - girişimciliğin, tanımı gereği yenilikçilikle yakından bağlantılı olduğunu da hatırlatmakta fayda vardır. Schumpeter için girişimci, bir yeniliği ekonomik süreçlere uygulamaya istekli ve muktedir olan kişidir. Bir buluşu ticari bir ürüne dönüştürmeyi, yeni ticari yollar oluşturmayı ya da sadece üretim süreçlerini veya iş organizasyonu biçimlerini iyileştirmeyi içeren bir karakterdedir. Bununla birlikte, Schumpeter'in 'yaratıcı yıkım' olarak adlandırdığı husus; yeni bir şey yapmak için girişimcinin çoğu zaman daha önce var olanı yıkması gerekir.10
***
Bilgi Çağında Büyük Zenginliğe Ulaşmak ve Sonrası…
Birinci Sanayi Devrimi sırasında ve hatta Batı'nın çok daha geniş bir bölümünü etkisi altında bırakan İkinci Sanayi Devrimi döneminde, uygun teknolojilere hakim olan ve yeni fırsatları erkenden gören nesillerin çok hızlı bir şekilde büyük servetlere sahip olması günümüze oranla nispeten daha kolaydı. Ancak yirminci yüzyılın başlarında bu fırsatların kuyusu kurumaya başlamış, ardından gelen Dünya Savaşları ise birkaç on yıl boyunca bu kuyuyu tamamen mühürlemiştir.
Ancak bazı ülkeler, özellikle de daha önce geri kalmış olanlar için, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan dönem, girişimci inovasyon yoluyla zenginliğe ulaşmanın görece mümkün olduğu bir dönemdi. İtalya'da 1950'li ve 1960'lı yılların ekonomik mucizesi olarak adlandırılan dönemde durum tam da bu şekildeydi: O zamana kadar neredeyse kırsal bir ülke olarak kalan İtalya, modern bir sanayi ülkesine dönüşmüş ve bu sürece, örneğin tüketim malları sektöründe yeni küçük ve orta ölçekli işletmelerin filizlenmesi büyük katkıda bulunmuştur. Genellikle aile işletmesi olan bu girişimler, önemli bir servet birikimine olanak sağlamış ve çoğu zaman, biraz zorlukla da olsa bugüne kadar ayakta kalan ve İtalyan kapitalizminin tipik bir örneği olan girişimci hanedanları ortaya çıkarmıştır.11
Bununla birlikte, uzun yıllar süren pahalı bir örgün eğitim ve/veya büyük bir başlangıç sermayesi ve köklü bir ailenin desteği olmadan, sadece yeni teknolojiler konusunda bazı bilgi ve becerilere sahip olarak 'paçavradan zenginliğe' ulaşmanın nispeten mümkün olduğu yakın dönemleri düşünürsek, en çarpıcı örnek elbette ki bilgisayar ve enformasyon teknolojilerinin domine ediyor olduğu içinde bulunduğumuz dönemdir; özellikle de 1970'lerden 2000'lerin başına kadar olan periyodu ele alabiliriz.
Bu dönemin kahramanlarından bazıları, medyadaki yüksek profilleri ve birçoğunun popüler biyografik filmlere ya da biyografi ve kitaplara konu olması nedeniyle oldukça iyi tanınmaktadır: Birinci nesil yenilikçiler, servetlerini kişisel bilgisayarların ilk yıllarında kazanmışlardır ki Bill Gates ve Steve Jobs bu neslin gurularıdır.
Yenilikler donanımla ilgiliydi ancak en azından, Bill Gates ve Paul Allen tarafından kurulan Microsoft gibi şirketler, işletim sistemlerinden başlayarak bir dizi önemli pazarın istikrarlı biçimde kontrolünü ele geçirme girişiminde bulunana kadar, pazarlara erişim kısıtlamalarının söz konusu olmaması nedeniyle donanımlar kendi içlerinde daha özgür ve fazla yazılım da içeriyordu.
Bu dönemin ikinci nesil girişimcileri, internetin ortaya çıkışından fazlasıyla istifade etti: Amazon'un kurucusu Jeff Bezos ve Google'ın kurucuları olan Larry Page ve Sergey Brin, bu gruba dahildir. Amazon 1994'te, Google 1998'de kuruldu, ancak en azından yirmi birinci yüzyılın başına kadar yeni gelişmekte olan internet ve diğer bilgi teknolojilerinin bakir bir sahaya benzediği, yeni hizmetler sunmak için nasıl kullanılabileceğine dair sezgilerle bile olsa doğru adımları atarak hemen başarı elde etmek hâlâ mümkündü. Bu sebepten birinci ve ikinci neslin yanında kendisine yer açan üçüncü nesli temsil etmesi sebebiyle Facebook'un kurucu ortağı Mark Zuckerberg en önde gelen örneklerden birisidir.
Hem Gates hem de Bezos'un çeşitli zamanlarda dünyanın en zengin insanı olduğu bildirilmiştir; Forbes'un 2020'deki en zengin insanlar listesinde Bezos birinci, Gates ikinci, Oracle'ın kurucu ortağı Larry Ellison beşinci, Zuckerberg yedinci, Page ve Brin ise sırasıyla on üçüncü ve on dördüncü sırada yer alırken 2025 itibariyle liste başı isim Elon Musk olup bütün liste teknoloji yatırımcılarından (Big Tech Milyarderleri) oluşmaktadır.
Bu kadar çok Amerikalı ismin ardından, dönemin olağanüstü fırsatlarının Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı olup olmadığı merak edilebilir. Bu sorunun cevabı hem evet hem de hayırdır.
Yaşayan en zengin bireylere ilişkin mevcut tüm listelerin tutarlı bir şekilde işaret ettiği gibi, gerçekten aşırı zenginliğe ulaşmış olanlara bakarsak bu kesinlikle 'evet'tir. Ancak bireysel zenginleşme yollarına daha geniş bir açıdan bakarsak cevap olumsuz olacaktır. Örneğin online moda perakendeciliğine öncülük eden Yoox şirketini 2000 yılında kuran ve 2018 yılında Richmond tarafından satın alındığında 5,3 milyar avro (6,3 milyar ABD doları) değer biçilen İtalyan Federico Marchetti'nin durumunu ya da İsviçreli Guillaume Pousaz'ı ele alabiliriz:
Pousaz, 2012 yılında Checkout.com'u kurarak dünya genelindeki mağazalara çevrimiçi ödeme hizmetleri sunmayı hedefledi. Çevrimiçi hizmetler ve e-ticaret alanına odaklanan birçok şirket gibi, Checkout.com da COVID-19 pandemisi sırasında büyük bir başarı yakaladı. Şirketin değeri hızla artarken Pousaz’ın (o dönemde şirketin yaklaşık üçte ikisine sahipti) serveti de katlanarak büyüdü. Böylece 2021 yılında Forbes'un dünyanın en zengin insanları listesine, yaklaşık 9 milyar dolar tahmini net servetiyle giriş yaptı.
Bilgi çağının Avrupa’da yarattığı zenginleşme yollarının, bireysel servet düzeyinde aynı etkiyi yaratmadığı bir gerçektir. Bu durum bir ölçüde aşırı birikime daha az elverişli olan kurumsal yapının (örneğin, zenginlerden nispeten daha fazla vergi alınmasına neden olan mali sistemlerin) bir yansıması olabilir. Ancak aynı zamanda Avrupa’nın en yenilikçi ve rekabetçi olduğu alt sektörlerin daha yüksek başlangıç yatırımları gerektirmesi ve genellikle zaten var olan köklü şirketler tarafından değerlendirilmesiyle ilgilidir. Mobil telekomünikasyon endüstrisi buna örnek verilebilir:
İsveç’te Ericsson ve Finlandiya’da Nokia gibi donanım üreticileri, her ikisi de 19. yüzyıldan bu yana aktifti. İtalya’da hizmet sağlayıcı olarak Omnitel gibi şirketler de öne çıktı (Omnitel yeni bir şirketti, ancak önceden daktilo üretiminde lider bir şirket olan Olivetti tarafından kurulmuştu).
Bilgi çağı, Atlantik’in iki yakasında farklı şekillerde zenginleşmeye yol açmış olsa dahi bu durum, fırsatların Avrupa’da Amerika Birleşik Devletleri’ne kıyasla daha iyi dağıldığını göstermez.
1970’lerden itibaren servet yoğunlaşmasındaki farklı eğilimlerin, ABD ve kıta Avrupası ülkelerinde ortaya çıkışı göz önünde bulundurulduğunda süper zenginlere bakmak, büyük yenilikçi şirketlerin yükselişinin başka birçok kişi için yarattığı fırsatları gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Bu fırsatlar, büyük şirketlerin yarattığı niş alanlardan yararlanarak faaliyet gösteren küçük şirketler, yöneticiler ya da olağanüstü başarılı işlerde çalışan erken dönem çalışanlar için doğdu.
Bu konuda medyada sıkça hatırlatılan ünlü bir örnek: Microsoft’tur. Şirketin çalışanlarına hisse senedi opsiyonları sunma alışkanlığı sayesinde, 1986’daki halka arzdan sonraki on yıllarda hisse fiyatlarının artmasıyla yaklaşık 12.000 yeni milyonerin yaratıldığı görülmektedir.
Microsoft’un giderek agresifleşen satın alma stratejileri diğer şirketlerin kurucuları ve hisse sahibi çalışanlarının da büyük servetler elde etmesine yol açtı ve bu nedenle, şirketin davranışının fırsatlar sağlayıcı mı yoksa sadece kendi çıkarlarına hizmet eden bir yapı mı olduğu konusundaki yorumlar daha karmaşık bir hal aldı.
Microsoft, 1975 yılında Gates ve Allen tarafından, ticari yazılım geliştirme ve dağıtma misyonuyla kurulmuştu. Özellikle Gates, Harvard’dan mezun olmadan Seattle’daki varlıklı ailesini bırakarak bilgisayar programlamasına odaklanmak isteyen 20 yaşında bir gençken bu büyük atılımı gerçekleştirdi. Ancak Microsoft’un kaderi, 1980’lerin başında şirketin IBM ile bilgisayarları için işletim sistemi (MS-DOS) sağlamak üzere bir sözleşme imzalamasıyla yükselişe geçti. 1985’te, MS-DOS’u grafiksel bir arayüzle genişleten Microsoft Windows piyasaya sürüldü. Gates, Allen’ın 1983’te sağlık sorunları nedeniyle ayrılmasından sonra şirketin kontrolüne tek başına sahip oldu. Microsoft, o dönemde işletim sistemleri pazarında zaten liderdi. Bu nedenle şirket 1986’da halka açıldığında, 31 yaşındaki Gates, dünyanın en genç kendi servetini yaratmış milyarderi oldu.12
İzleyen yıllarda Microsoft, pazardaki hakimiyetini pekiştirmeye devam etti ve internet tarayıcılarıyla başlayan yeni hizmetlere açıldı. Bu, Netscape’in Navigator tarayıcısıyla 1990’ların ortalarındaki “tarayıcı savaşlarına” yol açtı. Ancak on yılın sonunda artık durum değişmişti: 1995’ten itibaren Windows paketine dahil edilen Microsoft Explorer, baskın konuma geçmiş, Netscape ise hızlı bir düşüş yaşamıştı. Microsoft, Netscape’e karşı son derece agresif bir strateji izledi ve 1998’de ABD’de anti-tröst yasalarını ihlal etmekle suçlanarak mahkemeye çıkarıldı.
Microsoft 2000 yılında, ünlü Sherman Yasası’nı (1890’da tekelleri parçalamak amacıyla çıkarılmıştı) ihlal ettiği gerekçesiyle suçlu bulundu. Örneğin, 1911’de John D. Rockefeller tarafından kurulan Standard Oil şirketinin akıbeti, bu yasa kapsamında zorunlu bir şekilde parçalanmaktı. Ancak Microsoft, ABD hükümetiyle davayı anlaşarak sonuçlandırdı ve çok hafif sonuçlarla karşılaştı.
Bu dönemde Avrupa Birliği gibi kamu düzenleyicileriyle yaşadığı sonraki zorluklar—özellikle 2004’te rekor düzeyde 497 milyon euro (2020 itibarıyla yaklaşık 847 milyon dolar) para cezasına çarptırılması—şirketin pişman olmadığını ortaya koyuyordu. Ancak Microsoft, Netscape’e karşı savaşmayı seçerken, başka durumlarda sektöre girmeyi planladığı rakiplerini basitçe satın almayı tercih etti. Bunun yakın zamandaki bir örneği, 2016 yılında Linkedin’in satın alınmasıdır.13

Microsoft, bilgi çağının doğurduğu en büyük şirketler arasında yaygın olan bir uygulamanın sadece bir örneğidir. Bu şirketlerden bazıları anti-tröst düzenleyicilerinin dikkatini çekmiştir; örneğin Avrupa Birliği 2020 yılına kadar Google'a defalarca neredeyse 10 milyar avro tutarında ceza kesmiş ve aynı yılın Kasım ayında Amazon'a karşı resmi anti-tröst suçlamalarında bulunmuştur. Gerçekten de Jeff Bezos, potansiyel rakiplerine karşı tavizsiz ve agresif davranma eğilimi nedeniyle zaman zaman Gates ile karşılaştırılmaktadır.
Bilgi teknolojisi devlerinin yayılmacı ve satın almacı tavrının bizim açımızdan en önemli sonucu, bu tür davranışların hem yeni şirketlerin kurulmasını engellemesi hem de potansiyel rakipleri erken başarısızlığa mahkum etmesi ya da kurucuları ve ortaklarının hak edebilecekleri faydaları elde etme şansı bulamadan satın alınmalarına yol açması bakımından başkalarına yönelik fırsatları azaltmasının beklenmesidir. Bu durum, rekabetçi olmayan piyasaların tüketiciler açısından doğurduğu olumsuz sonuçların ötesinde, anti-tröst yasalarının ve otoritelerinin varlığı için ilave bir nazari gerekçedir. Ancak uzun vadeli bir perspektiften bakacak olursak, sorun başka yerde kendisini gösteriyor:
Teknoloji devlerinin yeni alanlara yayılma ve potansiyel olarak kendilerine tehdit olarak gördükleri yenilikleri bastırma istekliliğine eğilmek gerekiyor. Günümüzde ulaşılan seviye artık bazı kilit hizmetlerde aşırı yoğunlaşma düzeyini işaret ediyor. Bu durum girişimci yenilikçilik yoluyla zengin olmanın nispeten kolay olduğu tarihsel bir aşamanın sona ermesine yol açabilecek faktörlerden birisi olarak görülmelidir; zira İkinci Sanayi Devrimi'nin sonlarına doğru yaşanan da tam olarak böylesi bir süreçtir.
Biraz daha rahatsız edici bir başka gelişme ise son yıllarda şirketler içindeki eşitsizliklerin artma eğiliminde olmasıdır. Birçok akademisyene göre bu durum, özellikle Anglo-Sakson ülkelerinde en yüksek gelir vergisi oranlarındaki dramatik düşüşlerin bir sonucudur ve bu da en tepede daha agresif pazarlık davranışları için teşvik sağlamıştır. Gerçekten de 1970'lerden itibaren farklı Batılı ülke gruplarında gözlemlenen gelir eşitsizliği söz konusu olduğunda farklılaşan modellere katkıda bulunan önemli nedensel faktör, bu teknoloji şirketlerinin içerisinde artan ve kanıksanmaya çalışılan eşitsizlikler olabilir.14
İlk bakışta bu süreç, çalışanların zenginleşmesini destekliyor gibi algılanabilir, dolayısıyla servet biriktirme fırsatlarının daha geniş yönetici gruplarına ve diğer çok iyi ücretli personel kategorilerine yayılması anlamında “ eşitlikçil” gibi görünebilir. Öte yandan, bunun şirket içinde birkaç kişi için avantajlı ancak diğerleri için zararlı bir çıkar sisteminin kurulmasına yol açabileceğinden korkmak için sebepler de bulunmaktadır.
Bu tartışmalı bir konu olsa bile, şirket içi eşitsizliğin artmasının, gelir piramidinin alt seviyelerindeki mesleklere yeni giren ve daha az zeki ve potansiyel olarak yetenekli olmasalar da, genellikle daha az eğitimli olan ve özellikle sosyal ve ilişkisel sermayeye sahip olmayan kişilerin yukarı doğru hareketlilik şansı için iyiye işaret olmadığı inkâr edilemez.15
Tüm bunların ötesinde, gelecekte bir başka gelişmenin daha ortaya çıkması söz konusu olacaktır: Toplum genelinde sosyal-ekonomik hareketlilik açısından olumsuz sonuçları daha önceki dönemlere ait tarihsel kanıtlara dayanılarak zaten tartışılmış olan ticari hanedanlıklar kurulacaktır.
Bir tahmine göre, 2001-14 yılları arasında kıta Avrupa'sında yaşayan milyarderlerin yaklaşık yarısı, servetlerini miras yoluyla edinmiştir ve aynı durum Anglo-Sakson ülkelerindekilerin (Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık) yaklaşık üçte biri için geçerlidir,16 ancak bu rakamları 'yüksek' veya 'düşük' olarak yorumlamak bazılarının düşündüğü kadar basit görünmemektedir.
Kuşkusuz, bilgi çağının yeni zenginlerinin ve süper zenginlerinin pek çoğu, konumlarını torunlarına ya da akrabalarına miras bırakmayacak kadar gençtirler; dolayısıyla hanedanların yaygınlığının yeni aktörlerin zenginlik basamaklarını tırmanmasını sistematik olarak engelleyebileceği bir durumdan hala uzağız.
Ancak tarih boyunca, yoğun girişimci inovasyon aşamalarını sona erdirme eğiliminde olan türden bir durum, ihtiyatlı olmak için yeterli bir sebeptir. Özellikle süper zenginler arasında servetin nesiller arası aktarımına yönelik tutumları göz önünde bulundurmak gerekir. 2010 yılında Bill Gates, o zamanki eşi Melinda ve Warren Buffett ile birlikte 'Bağış Taahhüdü'nü oluşturarak servetlerinin yarısından fazlasını ölmeden önce bağışlama taahhüdünde bulundu. Zuckerberg, taahhüdü imzalayan ilk kırk milyarderden biriydi.
Editör Notu:
The Giving Pledge olarak bilinen “Servetleri Bağış Taahhüdü”, Bill Gates, Melinda French Gates ve Warren Buffett tarafından 2010 yılında başlatılan bir girişimdir. Bu girişim, dünyanın en zengin bireylerini ve ailelerini, servetlerinin çoğunu hayır işlerine bağışlamaya teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Başlangıçta 40 Amerikalı milyarderin katılımıyla başlayan bu girişim, zamanla küresel bir harekete dönüşmüştür. Temmuz 2024 itibarıyla, 30 farklı ülkeden 244 kişi The Giving Pledge'e imza atmıştır.
Servetlerinin çoğunu hayır işlerine bağışlama taahhüdünde bulunmalarına rağmen işbu taahhüt, yasal bir sözleşme olmaktan ziyade, kamuya açık bir niyet beyanıdır.
Gerçekçi olmak gerekirse çağımızın bu süper zenginlerinin işbu söylemlerinin tarihsel bir arka planı da söz konusudur. Zenginler arasında bile servetin kendi başına biriktirilmemesi veya basitçe aktarılmaması, insanlığın hizmetine sunulması gerektiği fikri yeni değildir ve Amerikan kültüründe, Andrew Carnegie'nin 1889'da ifade ettiği 'Zengin ölen adam, rezil olarak ölür' görüşüne dayanan güçlü kökleri vardır. Ancak Carnegie erken dönem Hristiyan doktrininden etkilenmişti ve Orta Çağ'da tamamen etkin olan, mesela çok zengin bir tüccar olan Francesco di Marco Datini'nin vasiyetinde servetinin büyük çoğunluğunun yoksullar ve yetimler için yeni hayır kurumları kurmak üzere kullanılmasını emrettiği bir kültürel geleneğe bağlıydı.
Editör Notu:
‘‘Zenginlik, toplumun ortak çabasının bir ürünüdür. Bu nedenle, servet sahipleri bu birikimi yalnızca kendilerine değil, tüm insanlığa borçludur.’’ veyahut ‘‘Büyük servetler, yalnızca birkaç kişinin elinde toplandığında, bunların asil bir amaç için kullanılması zorunludur. Aksi takdirde, servet bir lanete dönüşür." mottoları ile tanınan Andrew Carnegie, 19. yüzyılın en zengin sanayicilerinden birisi olmasını ABD’nin çelik endüstrisinin liderliğini ele geçirmiş olan Carnegie Steel Company'yi kurup büyütmesine borçludur.
Carnegie, çelik üretimini oldukça verimli hâle getiren teknolojiler ve stratejiler sonucunda tekelleşme riski ile karşı karşıya kalan şirketini 1901'de J.P. Morgan’a satar ve şirketin adı bugün hâlâ faal olan U.S Steel ismini alır. Elde ettiği devasa servetinin büyük bölümünü kurmuş olduğu kültürel kurumlar aracılığı ile Carnegie Mellon Üniversitesi, Carnegie Hall ve dünya genelinde faaliyette olan binlerce Carnegie Kütüphanesine yatırmıştır.
“The Gospel of Wealth-Servet Evangelistliği” adıyla yayımladığı meşhur manifesto metni ile zenginlerin servetlerini toplumun yararına harcaması gerektiğini savunan Carnegie’nin söz konusu eserinden şu pasajı, kendisinin dünya görüşünü oldukça net bir şekilde anlatmaktadır:
‘‘Fabrikalarda, madenlerde ve muhasebe ofislerinde, işverenin onlar hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği ve işverenin de onlar için bir efsaneden farksız olduğu binlerce işçiyi bir araya getiriyoruz. Aralarındaki tüm iletişim kopmuştur. Katı sınıflar oluşur ve her zamanki gibi, karşılıklı bilgisizlik karşılıklı güvensizliği besler. Her sınıf, diğerine karşı empatiden yoksundur ve hakkında olumsuz söylenen her şeye inanmaya hazırdır. Rekabet yasası altında, binlerce kişiyi istihdam eden işveren, en katı tasarruf önlemlerine zorlanır ve bunların başında işçiye ödenen ücretler gelir. Sıklıkla işveren ile çalışan arasında, sermaye ile emek arasında, zengin ile yoksul arasında sürtüşmeler yaşanır. İnsan toplumu homojenliğini yitirir.’’
Andrew Carnegie,1889
Şüphesiz Gates ve Buffett'ın yaşadığı toplum, Carnegie'nin yaşadığı kültürel dünyaya, aşırı varlıklıları günahkâr olarak gören ortaçağ toplumlarından izler taşıyan gelenekçi dünyaya kıyasla süper zengin bireylerin varlığına kısmen daha hoşgörülüdür.17 Bununla birlikte birçok süper zengin için, günümüzde sokaktaki vatandaşların yetersiz mal varlığına kıyasla neredeyse tanrısal seviyeye ulaşmış halde olan olan miraslarının muazzam büyüklüğünün bir şekilde rahatsız edici olduğu da açıktır. Hayırseverliğin kişinin sosyal, kültürel ve sembolik sermayesini artırmaya yönelik bir yatırım olarak da değerlendirilebileceği, dolayısıyla her zaman gerçekten özverili olmadığı göz önünde bulundurulsa bile yukarıda sorduğumuz sorular geçerliliğini korumaktadır.
Zenginlerin ve özellikle de sahip oldukları devasa servetlerine nasıl ulaştıkları, zaman içinde biriktirmiş olmanın ötesinde bu varlıklara 'sahip' olmayanların (soyluların durumu farklıdır) toplumdaki rolleri üzerindeki etkilerini vurguladığımız çarpıcı süreklilikler kadar, zenginlik ve siyasi güç arasındaki güçlü bağın tarih boyunca seyrinin nasıl şekilleneceği de önem arz etmektedir.
Bunu kavrayabilmek için evvela çağlar boyunca en büyük hoşnutsuzluğa ve toplumsal öfkeye yol açmış olan finans konusunu ele almanın sırası geldi.
***
Modern Ekonominin Giderek Finansallaşması
Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda, Batı'da finans kapitalizm, tüm ekonomi üzerinde kontrol sağlama kabiliyetinin muhtemelen zirvesine ulaşmıştır. Birkaç aile şirketi ve kurumunda yoğunlaşan finansal sermaye, İkinci Sanayi Devrimi'nden doğan sanayi sektörlerinin örgütlenmesinde ve yeniden düzenlenmesinde kilit bir rol oynamıştır. Bununla birlikte, finansal sistem de istikrarsızlık belirtileri göstermiştir ve bunlardan en ciddisi 1907'de Amerika Birleşik Devletleri'nde başlayıp Fransa, Almanya ve İtalya da dahil olmak üzere bir dizi başka ülkeye yayılan ve ciddi sonuçlar doğuran ''Bankerlerin Paniği'' olmuştur.
Editör Notu:
1907 Bankerlerin Paniği olarak tarihe geçen kriz, finansal panik ve güven kaybı sonucunda bankalardan çekilen mevduat oranlarının yüksekliği doğrultusunda parasal likidite krizi olarak vücuda gelmiş fakat tarihin akışını değiştirecek olan çok önemli bir gelişmenin öncesinde sebepleri var eden bir kriz olmuştur. İşbu çok önemli olay 1913 senesinde Amerikan Merkez Bankası- Federal Rezerv Sistemi (FED)’in kurulmasıdır.
1907 krizinde Amerikalılar öncelikle bankalara nazaran çok daha rahat hareket eden çünkü düzenlemelerden muaf olan ve bu sebepten riskli yatırımları besleyen bankerlerin ve finans kuruluşların ekonomik atmosferin içerisinde kapasite fazla büyümesinin sonuçları ile yüzleştiler. Özellikle bakır madenciliği başta olmak üzere riskli girişimlere yüksek meblağların yatırılmış olması, tekelleşmiş olan ve spekülatif yatırımlarda bulunan ancak yetersiz banka rezervleri nedeniyle iflas eden Knickerbocker Trust Company'nin iflasının açıklanması ile halk, bütün finans kuruluşlarından paralarını çekmeye başladı.
Gelgelelim o dönemde ABD'de para arzını yöneten bir merkez bankası söz konusu olmadığı için likidite krizi para basarak da aşılamamaktaydı. Bunun sonucunda krizin kontrol altına alınması için piyasaya para veren o dönemin de güçlü finansörlerinden olan J.P. Morgan, büyük bankalar ve iş insanlarıyla birlikte bir kurtarma operasyonu organize ederek kritik kurumlara nakit akışı sağlamış ve panik havasını yatıştırmıştır.
Amma velakin, bu olay sonucunda ABD'nin merkezî bir bankaya ihtiyaç duyduğu tezi politik düzleme taşınarak 1913'te kurulan Federal Rezerv Sistemi (FED) için zemin hazırlanmıştır.
1907 krizi gibi olayların da etkisiyle takip eden kısa süre zarfında endüstriyel yoğunlaşma karşısında rekabeti korumayı, küçük tasarruf sahiplerinin banka mevduatlarını güvence altına almayı ve genel olarak büyük finansörlerin ekonomik anlamda her şeye kadir güçlerini dizginlemeyi amaçlayan politikalar lehine bir fikir birliği ortaya çıkmıştır. Hükümetleri ihtiyaç anında özel sermayeye güvenme zorunluluğundan kurtarmak için ulusal bankaların kurulması veya güçlendirilmesi, anti-tröst yasaları ve bankacılık faaliyetlerini yakından düzenleyen kanunlara kadar bir dizi yenilik söz konusu olmuştur.
Devasa sanayi ve finans şirketlerinin ortaya çıkışının en belirgin olduğu ülke olan Amerika Birleşik Devletleri, halihazırda 1890'da Sherman Yasası olarak bilinen anti-tröst yasası ile başlayarak bu tür düzenlemeleri geliştirmiştir ki dünya genelinde de 1907 sonrası süreçte öncü bir rol oynamıştır.
Ancak Finansla ilgili olarak, 1929 mali krizinden sonra, sıradan insanların kötü durumundan kurtulduğu (hatta bundan kazanç sağladığı) varsayılan zenginlere karşı artan kızgınlıktan yararlanan, siyasi bağlamda önemli gelişmeler yaşandı. Genel kızgınlıktan yararlanan bir siyasi atmosfer içerisinde finansallaşmanın boyunduruk altına alınması süreci başlamıştı.
Başkan Roosevelt'in Yeni Düzen'inin bir parçası olarak, içerden bilgi ticaretini ve piyasa manipülasyonlarını önlemeye yönelik düzenlemeler getirildi ve borsa faaliyetlerini denetlemek üzere Güvenlik ve Borsa Komisyonu (SEC) kuruldu. Ancak finans dünyasının geneli için en önemli yenilik 1933 tarihli Glass-Steagall Yasası'ydı. Bu yasa, yatırım bankalarını (menkul kıymetler alıp satan) ticari bankalardan (mevduat kabul eden ve kredi veren) ayırarak, diğer şeylerin yanı sıra Morgan bankasının bölünmesine yol açmış ve yirminci yüzyılın başlarında ABD ekonomisine hakim olan 'para tröstüne' neredeyse ölümcül bir darbe indirmiştir.18 Glass-Steagall Yasası'na benzer yasalar kısa süre sonra başka ülkelerde, örneğin İtalya'da 1936 tarihli Legge Bancaria ile uygulamaya konulmuştur.
1930'larda getirilen düzenlemeler, yirminci yüzyılın ilk yarısında finans sektörünün büyümesinin kontrol altına alınmasına kesinlikle yardımcı olmuştur; ancak bu konuda muhtemelen en önemli katkıyı, iki dünya savaşının (ve devamında gelen hiper enflasyonun) neden olduğu genel ekonomik bozulma ve finansal sermayenin tahribatı ile 1929'daki borsa çöküşü gibi aradaki sıkıntılı dönemin olayları yapmıştır.
Nitekim Piketty de kısa bir süre öncesine kadar, özellikle büyük miraslarda yoğunlaşan finansal sermayeye verilen zararın, Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcından 1950'lere kadar, Avrupa'da gözlemlenen servet eşitsizliğindeki düşüşün temel tarihsel nedenlerinden biri olduğunu, ABD'de ise sermayenin milli gelire oranla büyüklüğünün biraz daha sabit kaldığını ileri sürmekteydi.19
Ancak 1980'lerden itibaren sarkaç yeniden finans lehine sallanmaya başladı ve bu da günümüz ekonomisinin çok fazla 'finansallaştığı' endişelerine yol açtı. Bu süreç ve bu endişeler, toplumun genelinin finansörleri ve bankacıları algılama biçimi üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir.
Son yıllarda finansın giderek büyümesi ve genişlemesinde; yani genleşmesinde önemli bir faktör olarak sektörün aşamalı olarak deregülasyonu, 1980'lerde başlayan ve ABD'de Başkan Ronald Reagan (1981-89) ile Birleşik Krallık'ta Başbakan Margaret Thatcher'ın (1979-90) öncülük ettiği siyasi ve ideolojik bir değişimle desteklendiği (neoliberalizm) yaygın olarak kabul edilmektedir. Yirminci yüzyılın sonlarının artan rekabet ortamında ve sermayenin artık gezegenin bir yerinden diğerine aktarılabilmesinin görece kolaylığı göz önüne alındığında, finansal yenilikler büyük ölçüde imitasyon yöntemleriyle yaygınlaştı ve tüm Batı ülkelerini kapsar hale geldi.
Avrupa'da bu süreç, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) tarafından ekonomik entegrasyonu teşvik etmeyi ve kıta düzeyinde bir oyun alanı yaratmayı amaçlayan bir dizi 'banka direktifi' aracılığıyla teşvik edilmişti. Örneğin İtalya'da 1936 tarihli Legge Bancaria, AET'nin İkinci Bankacılık Direktifini yerel olarak uygulayan ve neredeyse altmış yıl sonra 'evrensel bankaların' ülkede yeniden faaliyet göstermesine izin veren 1994 tarihli Testo Unico Bancario tarafından yürürlükten kaldırıldı.
Bu olay, Amerika Birleşik Devletleri'nde Glass-Steagall Yasası'nın 1999 tarihli Finansal Hizmetler Modernizasyon Yasası ile yürürlükten kaldırılması kadar sembolik bir olaydır.
Glass-Steagall'ın hükümleri önceki yıllarda bir dizi mahkeme kararı ve yönetmelikle büyük ölçüde zayıflatılmış olduğundan, Yeni Yasa'nın büyük ölçüde statükoyu onayladığı söylenebilir; ancak kimilerine göre bu Yasa, yeni bir finansal krize zemin hazırlamak da dâhil olmak üzere, sonraki gelişmelerde önemli bir rol oynamıştır.20
Fed'in eski başkanlarından Paul A. Volcker'ın da aralarında bulunduğu pek çok kişi, banka spekülasyonlarını sınırlamayı amaçlayan kuralların zayıflamasının, ABD'de başlayıp küresel çapta yayılan ve bazı ülkelerde 2013 yılına kadar süren Büyük Durgunluğu tetikleyen 2007-8 mali krizinin altında yatan nedenlerden biri olduğunu düşünmektedir. Diğerleri ise krizin ana nedenlerinin farklı olduğunu, örneğin 2000'lerin başındaki emlak patlamasının yarattığı uluslararası konut balonu olduğunu ya da en azından 1980'ler ve 1990'lardaki finansal düzensizleşme, finansal hareketlerin üzerindeki bürokrasinin hafifletilmesi anlamında deregülasyonun maliyetten çok fayda sağladığını savunmuştur.21
Ancak bu tartışmalı konu hakkında vurgulanması gereken husus, finansal deregülasyonun son yıllarda dünya genelinde görülen finans sektörünün dramatik genişlemesine nasıl yol açtığıdır.
Batı Avrupa'da 2000 yılına gelindiğinde, yirmi yıl kadar süren aşamalı deregülasyon sonucunda hem bankacılık varlıklarının Gayrı Safi Yıllık Hasılalara oranını hem de finansal kurumlarda çalışanların sayısının iki katına çıkmasına şahitlik ediliyordu. İşgücünün büyüklüğü büyük ölçüde sabit kaldığından, bu durum mesleki yapıda önemli bir değişikliği temsil etmekteydi.22
Buradan hareketle finansın istihdamdaki payı yirmi birinci yüzyılda çoğu Batı ülkesinde büyümeyi durdurmuştu ve 2001-10 döneminde Euro bölgesinde emek harcanan çalışma, tüm saatlerin yaklaşık %3,5'inde sabitlenmişti. (Bu oran Birleşik Devletler'de daha yüksek olup %4,4’e tekabül eder, Birleşik Krallık ise %3,9 ile AB ve ABD’nin arasındadır).23
Katma değere katkı açısından, 2007 ve 2013 krizlerine rağmen finans sektörünün payı yüzyılın ilk on yıllarında oldukça dar bir bantta salınmıştır; Avro bölgesinde 2000-2004 arasındaki beş yılda ortalama yüzde 4,9 ve 2015-19'da yüzde 4,7 iken, Amerika Birleşik Devletleri'nde yüzde 7’lerdeydi. Birleşik Krallık'ta ise 2000-2004 arasındaki büyüme yüzde 5,4'ten 2015-19'da yüzde 6,8'e çıkarak önemli bir aşama kaydetmiştir.24 Ancak Batı'nın hemen her yerinde finansal varlıkların GSYH'ye oranı (bir ekonominin 'finansallaşmasının' en yaygın kullanılan göstergesi) sürekli olarak artmaya da devam etti.25
Finansal varlıkların GSYH'ye oranındaki genel büyüme işbu varlıkların mülkiyetinin yüksek oranda yoğunlaşması eğilimi nedeniyle hem gelir hem de servet eşitsizliğinin daha da artacağı endişelerine yol açtı.26 Ancak finans sektörünün son kırk yıl içinde eşitsizliğin artmasına katkıda bulunmasının bir diğer önemli sebebi 1980'lerden bu yana bu sektörün giderek daha yüksek ücretler ödeme eğiliminde olmasıdır.
Finans ile alakalı meslekler, 1970 ve 2005 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nde ücret eşitsizliğinde meydana gelen artışın yaklaşık olarak yüzde 25'inden mesuldür. Dahası, finans nispeten çok sayıda çok yüksek ücret ödeme eğiliminde: yeni milenyumun ilk yıllarında, Amerika Birleşik Devletleri'nde finans sektöründeki CEO'lar, benzer eğitim ve niteliklere sahip diğer sektörlerdeki CEO'ların ortalama üç buçuk katı kadar kazanıyordu.
Bir dereceye kadar tüm Batı ülkelerini kapsayan bu süreçler, finans sektörü çalışanlarının en çok kazananların çok büyük bir bileşeni haline gelmesine yol açmıştır: 2010 yılında Avrupa genelinde finans sektörü çalışanları, brüt ücretlerin en yüksek yüzde 1'ini alanların yüzde 19'unu oluşturuyordu ki bu, tüm çalışanların sadece yüzde 4.4'ü oldukları düşünüldüğünde, belirgin bir aşırı temsil anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak son yıllarda finans, büyük servet edinmenin en önemli yollarından biri haline geldi ve bankerler ile finansçılar hakkındaki genel toplumsal algı değişmiş oldu. Finansal kurumların çalışanlarına ödediği ücretlerin aşırı olup olmadığı veya yanlış teşvik mekanizmaları oluşturup oluşturmadığı konularında ise nitekim, 2007-13 finansal krizinin sorumluluğu büyük ölçüde bankerlerin “açgözlülüğüne” atfediliverdi, onların kazançları mercek altına alınarak kazançlarının sorgulanmasına ve tarihsel kökleri de olan güvensizlik duygusu ile şüpheci anlayışın yeniden güçlenmesine neden oldu.
Tartışmanın odak noktası, finans sektöründe ücretlerin gerçekten verimlilikle mi ilişkili olduğu yoksa piyasa engelleri, kamu sübvansiyonları veya rekabet eksikliği gibi faktörlerden mi kaynaklandığı yönündeydi. Eğitim ve nitelikler dikkate alındığında dahi, finans sektöründeki ücret farklarının diğer alanlara kıyasla belirgin şekilde yüksek kalması elbette dikkatleri çekiyordu. Yapılan araştırmalar, Avrupa ve Amerika’daki bu farkın verimlilikle açıklanamayacağını ortaya koydu. Bu durum, yüksek kazançların ekonomik rantlardan beslenebileceğini ve bu rantların çoğunlukla piyasalara erişim kısıtları veya devlet destekleriyle biriken kârlardan çalışanlara –özellikle prim sistemleriyle– aktarıldığını düşündürmeye başlamıştı.27
Söz konusu ekonomik rantların ağırlıklı olarak gelir dağılımının en üst dilimindeki üst düzey yöneticilere aktarıldığına dair veriler, 1980’lerden itibaren uygulanan finansal yeniliklerin ve en yüksek gelir vergisi oranlarının düşürülmesi ile birlikte sektörde agresif pazarlık stratejilerinin ve yüksek ücret-prim modellerinin yaygınlaştırıldığını gösteriyor. Benzer eğilimler diğer sektörlerde de görülse de rant elde etme fırsatları en çok finans alanında belirginleşmiştir.28
Üstelik yöneticilerin kârı maksimize etme odaklı davranışları, etik dışı uygulamaları ve kontrolsüz risk alımını teşvik etmiş, bu durum 2008 krizinin tetiklenmesinde rol oynamıştır. Haliyle geniş halk kesimleri, ekonomik istikrarsızlığın sorumlusu olarak finans çevrelerini görmeye başlamıştır.
Kriz sonrasında bankacıların yüksek primler alırken etik dışı uygulamalara geri döndüğü yönündeki algılar, kitlesel tepkilere yol açtı. 2011’deki Occupy Wall Street eylemleri de bu öfkenin ve adalet arayışının sembolik bir ifadesi olarak tarihe geçti. Ancak eğer gerçek anlamda tarihsel perspektiften bir karşılaştırma yapılırsa, 15. yüzyılda Medici ailesi gibi feodal ailelerin ekonomik krizlerde kişisel servetleri sayesinde halkını destekledikleri fakat modern sistemde finansal kurumların zararlarını kamuya yükledikleri gayet rahat görülebilir.

***
Bu Yüzyılın Başında Servet Profilleri: Nereye Gidiyoruz?
Batı’da miras yoluyla edinilmiş servetlerin yaygınlaşması yönündeki artış eğilimi günümüzde bazı endişelere yol açmaktadır. Ancak bu sadece tek bir faktör değildir. Finansallaşmanın ilerlemesi finansal varlık mülkiyetinin giderek daha dar bir kesimde yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu varlıklar miras yoluyla aktarıldıkça finansal varlık yoğunlaşması ve eşitsizlik artışı gibi iki temel endişe iç içe geçmektedir.
Günümüzde en zengin kesimin miraslarının büyük kısmını finansal varlıklar oluştururken, genel nüfus içinde gayrimenkul gelirleri de hâlâ daha baskındır. Örneğin, 2016 yılında İtalya’da en zengin binde birlik dilimde yer alan kişilerin servetinin yüzde 90’ı finansal varlıklar ve özel şirket hisselerinden oluşurken, yalnızca yüzde 10’u gayrimenkulden meydana gelmekteydi. Finansal ve iş varlıklarının ağırlığı, servet hiyerarşisinde daha aşağı seviyelere inildikçe hızla azalıyor; örneğin 2016’da en zengin yüzde 1’in finansal ve iş varlıklarındaki payı yüzde 15’in biraz üzerindeyken, bu grubun üçte üçü büyük ölçüde gayrimenkule sahipti.
Miras yoluyla devredilebilen finansal varlıklar, zenginlerin servetinde giderek daha büyük bir paya sahip olmaktadır. 19. yüzyıl boyunca finans sektöründe büyük servetler elde eden ancak nüfus içindeki oranı giderek azalan zenginlere nazaran, 1980’lerden bu yana finansın gelir elde etme aracı olarak daha fazla önem kazanması bu süreci hızlandırmıştır. Finansal serbestleşme ile finans sektöründe çalışanların ücretlerinde önemli artışlar yaşanırken 2010 yılında Avrupa’da finans sektöründeki çalışanlar en yüksek %1’lik gelir diliminin yaklaşık beşte birini oluşturur hale geldiler.
Zaman içinde yeni finansal servetin miras yoluyla devralınan servete eklenmesiyle birikimin daha da büyümesi söz konusudur ve ne yazık ki bu sürecin toplum üzerindeki genel etkisini analiz edebilecek yeterli veri bulunmamaktadır.
Ancak, en zengin kesim üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir; çünkü servet dağılımındaki en büyük farklar burada görülebilir durumdadır.
Bu tablodaki veriler önemli bulgular göstermektedir. Öncelikle Batı’daki zenginlerin listeleri hakkında sunulan bu veriler, belirli servet dilimlerinin —örneğin “dolar milyarderleri” veya %0,001, hatta %0,0001’lik dilim— genel nüfusa oranını göstermektedir. Birleşik Krallık verileri ise en zengin 1.000 kişiyi kapsayan analizlerde, 2011 yılında en zengin %0,0006’lık dilime denk gelirken, 2020’de bu oran %0,0001 seviyesine düşmüştür. Almanya’da da benzer bir durum görülmüş, en zengin %0,0006’lık dilimin elindeki servet oranı 2020’de %0,0001’e kadar daralmıştır.
Büyük servet sahipleri arasında servetinin çoğunu gayrimenkulde tutanların oranı, 20. yüzyılın başına kıyasla önemli ölçüde azalmış durumdadır ve günümüzde yüzde 5 ila 7 seviyelerine gerilemiştir. Bu olgu 1892’de Britanya’da ölen zenginler ya da 1906’da ABD’de vefat eden en varlıklı kişilerin kayıtlarıyla kıyaslandığında büyük bir düşüş anlamına gelmektedir. Haddizatında bu durum, klasik manada “aristokratik” servetin yüzyıllar içinde kademeli olarak azalmasının bir göstergesi olarak da yorumlanabilir.
Özellikle Birleşik Krallık’ta 20. yüzyılın sonlarından itibaren arazi mülkiyeti ve arazi değerlerinde yaşanan artış, bazı soyluların servetlerini korumalarına ve büyütmelerine de olanak tanımıştır. 2020’de en zengin 1.000 İngiliz’in %13’ü servetini araziye dayandırırken, bu grubun dörtte birinden fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Filhakika Birleşik Krallık’taki bu durum, Almanya’daki tabloyla da benzerlik göstermekte, birçok yerde hâlâ arazi servetinin önemi korunmaktadır. Bununla birlikte, sanayi meslekleri artık zenginler listesinin üst sıralarında daha az yer almakta ve bu da “en zenginler” ile diğer elit gruplar arasındaki uçurumun finans çağında daha da belirginleştiğini göstermektedir.
Öte yandan finans sektörü büyümeye devam etmiş ve en yüksek gelir grubundaki payını yüzde 20’nin üzerine çıkarmıştır. 21. yüzyılın başında, 2007–2008 küresel finans krizinin ve ardından gelen Büyük Durgunluk’un etkilerine rağmen finans sektörü daha önce görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır.
Sonuç olarak, 21. yüzyılın başında finansallaşmanın ve onun doğurduğu dinamiklerin etkisiyle servet yapısında belirgin değişimler yaşanırken, büyük servet ve miras konusundaki eğilimler de dikkate değer bir gelişim göstermektedir. Gelgelelim 2019-21 dönemi için rapor edilen eğilimler devam ederse, yüzyılın başındaki seviyelere çok yakında tekrar ulaşılacak (ve büyük olasılıkla geçilecektir). Bu bağlamda Almanya, finansal servetlerin düşük yaygınlığı, sanayi, ticaret ve finansal olmayan hizmetler üzerine kurulu olanların ezici üstünlüğü ile öne çıkmaktadır. (ÇN: Bu veriler Ukrayna savaşından önce temin edilmiştir, savaşın Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya verdiği hasar gözetilerek işbu tez yeniden düşünülmelidir).
Batılı milyarderlerin karşılaştırması son yıllarda yaklaşık üçte birini karakterize eden mirasla edinilmiş servet hakkında bazı bilgiler de içeriyor ki bu oran kayda değer olmakla beraber henüz hâlâ daha toplam özel servet içindeki miras payına ilişkin rakamlar kadar endişe verici değildir ve ayrıca bu veriler doğrudan karşılaştırılabilir nitelikte de değildir.
Servet dağılımının en üst basamağında, bilgisayar ve bilgi çağının sunduğu yeni fırsatlardan yararlanarak servetlerini katlayan bireylerin aşırı temsil edilmiş olması ise dünya genelinde ekonomilerin değişen tabiatıyla ilgilidir. Nitekim Forbes’a göre Batı’nın en zengin beş ismi içerisinde yalnızca Fransız bir iş insanı olan Bernard Arnault, servetini miras almış (ve artırmış) durumdadır. Onun servetinin kaynağı görece geleneksel bir sektör olan moda ve perakendedir.
2021’de “süper zengin” olarak tanımlananların servet kaynaklarına bakıldığında, yüzde 73,7’sinin endüstri, ticaret ve finans dışı hizmetlerden geldiği; bu grubun neredeyse beşte birinin bilişim teknolojileri alanında servet kazandığı rapor edilmektedir. Fakat her ne kadar Forbes gibi kaynaklar milyarderlerin çoğunu “kendi kendini yaratmış” olarak sınıflandırıyor olsa bile bunların birçoğu, örneğin Bill Gates’te olduğu gibi, zaten varlıklı ailelerden gelmektedir. Buna ek olarak, 1982–2013 yılları arasındaki en zengin 400 Amerikalıyı inceleyen bir çalışma göstermiştir ki, dağılımın en tepesinde kendi emeğiyle edinilmiş servetlerin açık biçimde artış göstermesi inkâr edilemez olmakla birlikte, miras yoluyla edinilen servetler çok daha az dalgalanma yaşamakta ve listede daha uzun süre kalabilmektedir.29 Söz konusu durum genel olarak tüm Batı dünyası için geçerlidir.
Olumlu bir noktayla bitirmek gerekirse, kadınların aşırı varlıklılar sınıfında artan görünürlüğüne bakabiliriz. Son yıllarda (yaklaşık %13–14) hâlâ azınlıkta olmalarına rağmen, bu oran Batı tarihinin herhangi bir önceki döneminden daha yüksektir; nitekim 2001’de bildirilmiş oranın neredeyse iki katıdır.
Ne var ki bu bulgu biraz daha az iyimser biçimde de yorumlanabilir:
2021’de Batılı kadın milyarderlerin çoğu (%84,2) servetini miras almıştı, ancak tüm milyarder mirasçıların yalnızca üçte birini oluşturuyorlardı. Bu durum, ekonomik sistemin genelinde kadınların yükselişini engelleyebilecek cinsiyete dayalı çifte bir ayrımcılığa işaret edebilirdi; zira toplumda aile servetinin asıl mirasçısı olarak bazen kızlar yerine oğulların tercih edilmesi de söz konusudur.30
Uzun lafın kısası; “Süper zenginler” listeleri, servet hiyerarşisinin görece açıklığına dair aşırı iyimser bir tablo çiziyor olabilir. Bunun bir nedeni, günümüzün kendi kendini yaratmış milyarderlerinin servetlerini çoğu zaman onlarca yıl önce elde etmiş olmaları ve işleri geliştikçe rekabeti baltalayarak, potansiyel yeni nesil yenilikçilerin önünü tıkama riskine sahip olmalarıdır.
Batılı milyarderlerin yaş ortalamalarındaki düzenli artışa baktığımızda işbu fotoğrafı görüyoruz: 2001’de 61,9 yıl olan bu ortalama, 2011’de 63,3’e, 2020’de ise nihayet 65,4’e yükselmiştir.31 Önemli olan, bu artışın ömür beklentisindeki paralel artıştan çok daha yüksek olmasıdır ki bu da milyarderlerin görece yaşlandığını göstermektedir.
Servetlerin basitçe sonraki kuşaklara devredileceği düşünülürse, büyük servetlerin bireysel yeteneklerin ya da “liyakat”in bir karşılığı olduğu savını sürdürmek zorlaşacaktır. Bu durum, çok uzun bir yenilik döngüsünün, devasa servet yaratımının ve sürekli yükselme imkânının sona erdiği 20. yüzyılın başında pek çok Batı ülkesinin yaşadığı tabloyu andırabilir. Amma velakin, servet dağılımının bütünüyle ya da en azından çok daha geniş bir üst yüzde dilimiyle ilgili somut kanıt olmadan, böylesi bir analiz spekülatif kalmaya mahkûmdur. Ne yazık ki bu konuda veri hâlâ çok kısıtlıdır.
Amerika Birleşik Devletleri için, en zengin %1’lik kesimin (net servet açısından) demografisine dair Survey of Consumer Finances (SCF) verilerine dayanan bir çalışma, bu kesimin meslek bilgilerini sunmuştur; ancak ne yazık ki veri 1992’nin ötesine gitmemektedir. Diğer ayrıntılı çalışmaların bulunmaması sebebiyle yalnızca “aşırı zenginler”e bakmaktan kaynaklanabilecek muhtemel çarpıklıkları göstermek açısından 1992’deki Amerika Birleşik Devletleri örneğini esas almak zorundayız.
O tarihte hane reisleri arasında en zengin yüzde birlik dilime giren ve istihdam edilen grubun (tüm örneklemin yaklaşık %85’i istihdam edilmektedir) yüzde 35,8’i finans, sigorta veya emlak sektöründe yer alırken, genel nüfusta bu oran yalnızca yüzde 13,8’di. Aslında daha o dönemde bile en zenginler arasında finansal mesleklerin yaygınlaşması dikkat çekiyordu; zira 1983’te bu oran yüzde 21,9 idi. İlginçtir aynı zaman diliminde, iş dünyasında ve hizmet sektöründe (profesyonel ya da kişisel) istihdam edilenlerin oranı yüzde 25,9’dan yüzde 22,5’e gerilemiştir.
Yine 1992’de en zengin yüzde 1’lik kesimdeki diğer kayda değer özellikler, serbest çalışanların çok yüksek oranı (yüzde 68,9’a karşılık genel nüfusta yüzde 17,2) ve miras aldığını beyan edenlerin yine yüksek oranı (yüzde 48,8’e karşılık genel nüfusta yüzde 20,6) olmuştur. Üstelik %1’lik kesimin aldığı mirasların, genel nüfusunkinden en az sekiz kat daha fazla olduğu da not edilmelidir.32
Örneğin milyarderlerin kendi içlerinde finans sektöründeki meslekler, en tepedeki yüzde 1’e kıyasla ve muhtemelen üst yüzde 5’e kıyasla daha az temsil ediliyor olsa bile bu sadece geçici bir hipotezdir ve finans sektöründe çalışanların en yüksek gelirliler arasında giderek artan oranda yer aldığını gösteren birçok çalışma, bu varsayımı desteklemektedir.
Öte yandan toplumun geneline dair 1990’lardan itibaren gelirler ile ilgili yapılan araştırmalar, “liberal meslekler”in artık bireyleri mutlak zirveye taşıyamasa da kısmen gelir sahibi olma yolunda geçerli bir seçenek sunduğunu da göstermektedir. Örneğin, 2005 yılında ABD’de, tıbbi mesleklere mensup kişiler en yüksek yüzde 1’lik gelir grubunun yüzde 14,2’sini oluştururken, avukatlar yüzde 7,7’sini, profesörler veya bilim insanları ise yüzde 1,8’ini oluşturmuştur.33
Ancak yalnızca en üst yüzde 1’e bakıldığında doktorların oranı yaklaşık üçte iki, profesör ve bilim insanlarının oranı üçte bir, avukatların oranı ise dörtte bir oranında azalmaktadır. Bu eğilimin muhtemelen tüm zengin katmanlarda aynı şekilde (monotonik) ilerlediği söylenebilir:
Zirveye yaklaştıkça profesyonellerin tamamen ortadan kaybolduğunu (ki bu da önceki gözlemlerimizle uyuşmaktadır), aşağıya doğru inildikçe ise bu mesleklerin ağırlığının arttığını görüyoruz. Bu durum, profesyonellerin (gelir ve servet bakımından) üst yüzde 5 içinde, üst yüzde 1’e kıyasla muhtemelen daha büyük bir paya sahip olduklarını göstermektedir.
İlginç bir şekilde, sanata, medyaya ve spora yönelen zengin kesimde durum tam tersi bir tablo çizmektedir: 2005 yılında en zengin yüzde 1'in içinde bu gruptaki bireyler yüzde 1,7'lik bir paya sahipken, yalnızca en zengin yüzde 0,1 dikkate alındığında bu oran kayda değer bir şekilde yüzde 2,8'e yükselmektedir. Son birkaç on yılda bu zengin kesimin giderek büyüdüğü gözlemlenmektedir.
Örneğin, ABD’de 1979 ile 2005 yılları arasında en zengin yüzde 1’in servet artışı yüzde 21 iken, en zengin yüzde 0,1’lik kesime odaklandığımızda bu oran yüzde 40’a ulaşmaktadır. Birleşik Krallık’ta ise 2020 yılında, en varlıklı 1000 kişi arasında yaklaşık 25 şarkıcı ve müzisyen (servet sıralamasında Paul McCartney ve Rihanna öncülüğünde), Damien Hirst gibi neo-pop sanatçılar ve koleksiyonerler ile Harry Potter’ın yaratıcısı J.K. Rowling gibi yazar ve sanatçılar yer almaktadır.
Ancak zengin şarkıcılar, sanatçılar, aktörler ve sporcular, Batılı zenginler arasında küçük bir grubu oluşturmaya devam etse de, medyada sıkça yer almaları nedeniyle oldukça dikkat çekmektedirler.
Günümüz zenginlerinin yapısına dair bu kısa analizimizi tamamlarken, onlar hakkında ne kadar az şey bildiğimizi fark etmemek elde değildir. Süper zenginler üzerine yapılan araştırmalarda bir eksiklik olduğu söylenemez; bu durum büyük olasılıkla düzenli olarak güncellenen zengin listelerinin varlığı ve bazı bireylerin ünlü statüsü sayesinde açıklanabilir. Ancak genel anlamda zenginleri — yüzde 5’lik ya da yüzde 1’lik kesimi — ele aldığımızda, genellikle bildiğimiz tek şey, onların toplam servet içindeki (çoğu zaman yalnızca tahmini olan) paylarıdır. Bu bilgi önemli olmakla birlikte, zenginlerin kendine has (her ne kadar kendi içinde çeşitlilik gösterse de) bir toplumsal grup olarak özelliklerini tam anlamıyla kavramak için yeterli değildir. Daha da ilginç olan ise, günümüz dünyasında bu konuda daha fazla bilgiye ihtiyaç duyulmasına rağmen, hâlâ yeterince derinlemesine bir analiz bulunmamasıdır.
Paradoksal olarak, büyük resme daha geniş bir perspektiften, yani uzun vadeli eğilimlere bakarak daha net bir şekilde ulaşmak mümkündür. Bu yalnızca ekonomik ve toplumsal eğilimleri (ki şimdiye kadar ele aldığımız uzun vadeli eğilimler mevcut kanıtlar doğrultusunda tutarlı bir şekilde desteklenmektedir) değil, aynı zamanda algıları da kapsamaktadır.
Modern dünyada ‘rantiyer - rant ekonomisi ile beslenen-toplum’a dönüşme konusundaki endişeler, esasen 19. yüzyılın başlarındaki klasik ekonomistlerin dile getirdiği kaygılardan çok da farklı değildir; çünkü onlar da rantiyerlerin oldukça yaygın olduğu bir toplum gözlemlemekteydi. Üstelik, parayla para kazanma yani finans yoluyla servet biriktirme konusundaki tartışmalar, Orta Çağlardan ve hatta daha öncesinden bu yana Batı toplumlarının gündeminde yer almaktadır. Daha genel anlamda, zenginlerin toplumdaki konumu veya olması gerektiği düşünülen yeri, Batı toplumlarında her zaman bir tartışma konusu olmuş ve ciddi sosyal huzursuzluklara yol açmıştır.
***
Eşitsizlik ve Servet Algısı Üzerine: Zenginliğin Belirli Ellerde Toplanması Neden Sosyal Bir Sorundur?
“Aşırı zenginler (Üstün varlıklılar-Superabundantes), politik güç bakımından öyle dengesiz bir konumdadırlar ve diğerlerini öyle çok geride bırakırlar ki, aralarındaki fark, Tanrı ile insan arasındaki farka benzetilebilir. […] Demokratik biçimde yönetilen kentler, bu kişileri sınır dışı etmelidir; yani onları sürgüne göndermeli ya da uzaklaştırmalıdır; zira bu kentler, herkesin eşitliğini sağlamaya çalışır.”
Nicole Oresme- 1370-74, Aristoteles’in Politika Eserini Çevirir ve Uyarlarken
‘‘Miras yoluyla servet sahibi olan insanların, sermayeden elde ettikleri gelirin yalnızca ufak bir kısmını birikime ayırmaları yeterlidir; bu bile sermayelerinin ekonominin bütününden daha hızlı büyümesini sağlar. Bu koşullar altında […] sermayenin yoğunlaşması son derece yüksek düzeylere varacaktır ki bu düzeyler, modern demokratik toplumların temelini oluşturan meritokratik değerler ve toplumsal adalet ilkeleriyle potansiyel olarak bağdaşmayabilir.”
Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, 2014
Bu iki alıntı, aralarında altı asırdan fazla zaman farkı olan yazarların görüşlerini yansıtıyor ama başlıkta sorduğumuz soruya mükemmel bir giriş imkanı veriyor: Zenginlerin toplumdaki konumu ve üstlendikleri toplumsal rol.
Tarih boyunca servet sahiplerinin topluma karşı üstlendikleri roller - öncelikle sanatın koruyucusu ve hamisi olarak, ardından siyasal aktörler olarak, son olarak ağır kriz dönemlerinde sergiledikleri davranışlar doğrultusunda - hiçbir zaman tam olarak netlik kazanmamış ve bu durum, özellikle “aşırı varlıklı” kesime yönelik ciddi bir kuşku doğmasına neden olmuştur. Bu bölümde, söz konusu kuşkuya; hem geçmişte hem de günümüzde akademik söylemlerde kendine yer bulurken, aynı zamanda toplumun geneline hâkim olan ve tarihten gelen daha derin hislerle de her daim bağlantılı olan bu şüpheciliğe odaklanacağız.
Yukarıda alıntılanan, Orta Çağ filozofu Nicole Oresme ile modern ekonomist Thomas Piketty tarafından kaleme alınmış iki pasaj da aynı kaygıyı dile getirmektedir: Bir toplum içinde “aşırı varlıklı” bireylerin varlığının, bizzat o toplumun ve kurumlarının iç işleyişi üzerinde bozucu etkileri olabileceği düşüncesi.
Her ne kadar iki yazarın “demokrasi” kavramına dair çok farklı bakış açılarına sahip olması gerçeğini göz önünde bulundursak da, ortaklaştıkları bu noktanın bir hakikati vardır. Tarihsel arka planı yanlış olan karşılaştırmalar yapma riskinden kaçınmak adına, öncelikle Orta Çağ’da büyük servet birikimine yönelik duyulan güvensizliğin hem içgüdüsel hem de teoloji ve topluma dair genel felsefi düşüncelerle temellendirilmiş bir yaklaşım olduğunu belirtmem gerekir.
Özellikle Geç Orta Çağ’dan itibaren servet uçurumlarının büyümesi ve kaynaklara (siyasal ve kültürel kaynaklar dâhil) erişimdeki eşitsizliklerin artmasıyla birlikte bu durum kısmen değişmeye başlamıştır. Bununla birlikte, Batı toplumlarında zenginlere yönelik içgüdüsel güvensizlik ortadan kalkmamış, modern dönemlerde tekrar su yüzüne çıkmıştır; özellikle de 19. yüzyılın sonlarından itibaren gelir ve servet eşitsizliğinin eşi görülmemiş seviyelere ulaştığı dönemlerde bu eğilim iyice belirginleşmiştir.
Bu sebepten toplumlarda eşitsizlik düzeyiyle zenginlere dair algı arasındaki ilişki, hem geçmiş toplumları hem de bugünkü toplumu anlamamız açısından büyük önem taşımaktadır. Bu noktada tarih, zenginlerin - doğru biçimde düzenlendiğinde topluma yarar sağlayabilecek - etki gücü ile olağanüstü bir servet birikiminin yıkıcı potansiyeli arasındaki gerilimin günümüzde ve gelecekte de sürebileceğine dair bizlere önemli uyarılar sunmaktadır.
Servet yoğunlaşmasının neden toplumsal bir sorun olabileceğine dair yaptığımız analizde, henüz şu soruya doğrudan değinmedik:
Eşitsizliğin bir sorun olarak algılanması, yüksek eşitsizlik seviyelerine ve ardından bir toplumun kazandığı özgül niteliklere mi bağlıdır, yoksa daha genel ve bir bakıma önsel bir toplumsal - kültürel eşitsizlik hoşnutsuzluğundan mı kaynaklanmaktadır?
Bugüne kadar gördüklerimiz, servet birikiminin olumlu ya da olumsuz olarak algılanmasının yüzyıllar boyunca değiştiğini (her ne kadar finans sektörüne duyulan güvensizlik gibi bazı temel içgüdüler ve düşünceler Batı kültüründe kalıcı bir unsur olsa da) açıkça ortaya koymaktadır. Buna ek olarak, eşitsizlik durumunun “gerçek” anlamı, her toplumun kendine özgü daha derin bir kültürel bağlamına dayanır.
Nitekim, Orta Çağ ve erken modern döneme ait metinlerin yakın tarihli bir incelemesi göstermiştir ki, on sekizinci yüzyıldan önce “eşitsizlik” sözcüğü (Latince ve yerel dillerdeki tüm varyasyonlarıyla), insanlar arasındaki farklılıkları ifade etmek için kullanılmamış ve ekonomik bir anlam kazanmamıştır.34 Bu durum, kendisini yapısal olarak (hiyerarşik biçimde) eşitsiz gören ve böyle bir eşitsizliği zaten doğal (verili) kabul eden—dolayısıyla “fark edilmeden” süre giden—toplumların varlığını gösterir.
Orta Çağ Avrupa’sında, sıradan bir köylüye kıyasla çok daha geniş ekonomik kaynaklara erişen soyluların varlığı, genellikle problemli ya da sorunlu olarak algılanmaz ve/veya kavramsallaştırılmazdı. Bunun yerine, hiyerarşik olarak düzenlenmiş bileşenlere ayrılmış bir toplumun nasıl işlemesi gerektiği fikriyle uyuşmuyor gibi görünen, bazı avam mensuplarının diğerlerinden daha fazla yükselişi ve böylece yerleşik siyasi düzeni tehdit etmesi asıl rahatsızlık kaynağıydı. Özellikle de bu avam mensuplarından bazılarının o kadar zenginleşmesi ki soylularla eşit hale gelmesi veya onları geçmesi büyük sorun teşkil ederdi. Buradan hareketle 1789 Fransız Devrimi’ne kadar Batı’da norm haline gelen “tabakalara” ya da “sınıflara” resmen bölünmüş toplumlarda, adalet gibi kavramların nasıl farklı işlediğini de anlamalıyız.
Eski Rejim toplumları doğaları gereği hiyerarşik olmalarına rağmen, kendilerini “adil” görürlerdi. Ancak bu “adalet,” Amerikalı filozof John Rawls’un savunduğuna benzer şekilde bir tür fırsat eşitliği (“fairness”) anlayışıyla değil,35 daha ziyade “hakkaniyet” (İngilizce “equity”) anlamına gelen aequitas ilkesiyle tanımlanıyordu. Aequitas dağıtıcı adalet ilkesine işaret eder ve herkese, içinde bulunduğu konuma veya statüsüne göre, kendisine “düşenin” verilmesi gerektiğini söyler; bu da herkesin aynı şekilde muamele göreceği anlamına gelmez.36
Geçmişte olduğu gibi bugün de haksız koşullarda yaşadığına inanan bir toplum isyan etme eğilimindedir; ancak sanayi öncesi toplumların salt ekonomik nedenlerle nadiren ayaklandığı da dikkat çekicidir. Bu durum, böylesi toplumların nispeten yüksek ekonomik eşitsizlik seviyelerini kültürel açıdan daha iyi tolere ettiğini doğrular.37 En azından başlangıçta kabul etmekte zorlandıkları şey toplumun “yüksek seviyelere çıkması beklenmeyen” (ya da “hakkı olmadığı” düşünülen) kesimlerinde görülen yüksek servet eşitsizliğiydi.
Bu bakış açısından hareketle 1347–52 arasındaki ‘Kara Ölüm’ olarak bilinen veba salgınından önceki dönemde Avrupa’da var olduğu anlaşılan görece yüksek servet eşitsizliği seviyelerinin (ve özellikle zenginlerin giderek artan servet paylarının), akademik söylemde saptanabilen ve muhtemelen yaygın duygu durumunu yansıtan bir “zengin-karşıtı” tepkiyi tetiklemiş olabileceğini öne sürmek mümkündür. Kara Ölüm nadir bir “eşitsizliğin azalması” sürecine yol açmıştır. Bir anlamda, tekrar ortaya çıkması kaçınılmaz olan bu toplumsal-kültürel soruna kısmî de olsa bir çözüm bulmak adına bir fırsat penceresi açmıştır; nitekim on beşinci yüzyıldan itibaren servet eşitsizliği yeniden büyümeye başladığında, zenginlerin ve hatta “süper zenginlerin” giderek artan varlığı artık daha güçlü bir gerekçeye dayanır hale gelmiştir.
Ekonomik yapılardaki değişimler kültürel bir dönüşümü de tetiklemiş, fakat kendi kendini güçlendiren bir mekanizma içinde, “kültürel değişim de bu yapısal değişimlere olanak sağlamış; örneğin açgözlülük kavramının daha farklı ve daha az olumsuz bir şekilde tanımlanması ile süper zenginlere toplum içinde ‘kabul edilebilir’ bir rol atfedilmesi” mümkün olmuştur.38
Erken modern dönem boyunca, Avrupa’nın geneline bakıldığında servet eşitsizliği neredeyse sürekli artma eğilimi göstermiştir; coğrafi ve kronolojik bakımdan net bir şekilde tanımlanan birkaç istisna dışında, zenginler gittikçe daha da zenginleşmiştir. Toplumdaki meşru ve giderek daha baskın bir konuma sahip olma iddiaları artık büyük ölçüde sorgulanmaz bir hale gelmiş, hatta daha önce de gördüğümüz gibi, servet biriktirme eğilimlerini kendileri dahi “erdemli” bir tutum olarak görmeye ve başkalarına da böyle sunmaya başlamışlardır. Bununla birlikte, muhtemelen sosyoekonomik eşitsizlikleri bu ölçüde kabullenmeye yatkın bir toplum bağlamında bile, servet eşitsizliğinin öyle bir eşiğe varması mümkündür ki, o andan itibaren bu durum bir “sorun” olarak görülmeye başlanır.
On sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da yaşananların bu olabileceğini öne sürebiliriz; en azından, insan toplulukları arasındaki eşitsizliğe yol açan etkenlerin yavaş yavaş mercek altına alındığı söylemin gelişimini bu şekilde okuyacak olursak... Bu süreçte giderek büyüyen halk hoşnutsuzluğu, Jean-Jacques Rousseau’nun 1755’te yayımlanan Le discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Söylem) gibi önemli Aydınlanma dönemi metinlerinde de yankı bulmuştur.39
Rousseau'nun çalışması açıkça belirli bir felsefi düşünce geleneğine, özellikle de erken modern 'tabii hukuk' geleneğine yerleştirilebilirken tezini Dijon Akademisi'nin 'İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeni nedir ve doğal hukuk tarafından yetkilendirilmiş midir' sorusunu tartışmak üzere başlattığı bir meydan okumaya cevap olarak yazdığı düşünüldüğünde, tam zamanında ortaya çıkmış olması önemlidir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, bir Fransız araştırma kurumunun bu soruyu daha fazla araştırmaya değer bulması, sorunun akademik olduğu kadar toplumsal açıdan da önemli olduğunun bir göstergesidir. Bu her ne kadar kesin kanıtlarla ortaya konabilecek bir şey olmasa da erken modern dönemin sonlarına doğru, insanlar arasındaki eşitsizliğin nedenlerinin - hem siyasi hem de ekonomik - Rousseau gibi filozofların ilgisini çektiğini varsaymak makul görünmektedir. Çünkü gerçek eşitsizlik, tahammül edilmesi zor olacak kadar artmıştır.40
Aynı doğrultuda, (oldukça tartışmalı olsa da) Fransız Devrimi’nin başlamasını, birkaç on yıl sonrasında, eşitsizlik ile bunun (birlikte) sebeplerinin varlığına dair bir işaret olarak yorumlamak da mümkündür. Bu, ‘eşitlik’ taleplerinin gerçekte ne anlama geldiği üzerine bir siyasal tartışma çağrısıdır.
Fransız Devrimi’nin kökenleri hakkındaki karmaşık tartışmalara girmeden, günümüz toplumlarına dair yapılan çalışmaların yüksek ekonomik eşitsizlik ile toplumsal istikrarsızlık eğilimi (ve muhtemel bir isyana yol açma) arasında olumlu bir korelasyon olduğuna işaret ettiği not edilmelidir. Bu, adil fırsat eşitliği ve adalet talebi (en azından fırsatlar bakımından ‘adil’ bir toplumun gerekliliği) ile ekonomik büyümeyi birbirine bağlayan nosyonların bir sonucu olarak da görülebilir. Nitekim Batı’nın pek çok bölgesinde servet eşitsizliği, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki tarihsel azami düzeyinin hâlâ altında olsa da, son yüz-yüz elli yılın en yüksek seviyelerine yakındır.41
Bir toplum ekonomik eşitsizlikler arttığında bunun farkına daha çok varabilir ve bu eşitsizlikten rahatsızlık duyabilir. Ancak tarihsel bulgularımız ayrıca şunu göstermektedir: Diğer her şey aynı olsa bile, topluluğun yararına olduğu makul şekilde kabul edilebilecek belirli işlevleri yerine getirmek, gerek genel olarak yüksek eşitsizlik seviyelerinin gerekse son derece varlıklı bireylerin topluluğu içindeki varlığının yaratacağı algıyı yumuşatmaya yardımcı olmuştur.
Özellikle on beşinci yüzyılda tam da böyle bir durum gerçekleşmiş, pek çok Avrupa servet hanedanının ekonomik (ve siyasal) gücünde artışın yolunu açmıştır. On beşinci yüzyılda zenginlerin kendileri için iddia ettikleri bu işlevler, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar sürdürüldüyse de, yirminci yüzyılın başında kamunun gözünde artık bu işlevin, modern ekonomilerin benzeri görülmemiş boyutu düşünüldüğünde, uygulanması gitgide güçleşmiştir. Zira bu durum, demokratik ilkelerle çelişiyor gibi görünen ve devletlerin, toplumların işleyişini bütünüyle etkileme potansiyeli taşıyan çok büyük servet sahiplerinin gücünü gözler önüne sermiştir.
1907 Bankerler krizinde, J. P. Morgan, ülkenin maliyesini kurtardığı gerekçesiyle kahraman ilan edilirken, aynı zamanda bu işi yapabilmek için ulusal finans üzerinde sahip olduğu denetim yüzünden de eleştirilmiştir. Modern dönemde bir zenginin böylesine bir işlevi üstlenebilmesinin ön koşulunun, servetin aşırı derecede az sayıda elde toplanması olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, daha da paradoksal görünmektedir. Bu bakış açısından 2008 finansal krizine, esasen ‘kamusal’ kurumsal müdahalelerle ve yalnızca kısmen özel girişimler sayesinde engel olunduğu için, bu finansal krizde zenginlerin daha az eleştiri aldığı görülmektedir.
Ne var ki Wall Street’i İşgal Et hareketi gibi büyük çaplı protestolar incelendiğinde, uzun vadeli bir bakış açısından krizin, servetlerini finans alanında kazanmış olan “para babalarının” artık toplumsal açıdan faydalı “para ambarları” olarak görülmediğini açığa çıkardığı pek de şaşırtıcı değildir. Kriz, onların meşruiyetine dair sorunu yeniden gündeme getirmiştir. Finansın kendisi — ve özellikle zenginliklerini finans yoluyla elde etmiş olanlar — Batı toplumlarını zaten uzun süredir rahatsız eden “zenginliğe giden yol” olarak algılanmıştır.
Bu ve benzeri krizlerdeki eylemleri (ve eylemsizlikleri) toplumun genel bakışında, zenginlerin ne yaparlarsa yapsınlar, her zaman “yanlış” konumda olduğu görülmektedir. Bu toplumsal çıkmazın bir çözümü varsa bile, Batı uygarlığı henüz buna dair bir yol bulabilmiş değildir.
***
Savaş ve Kriz Dönemlerinde Zenginler
Büyük krizler tüm sosyo-ekonomik katmanları etkiler ancak etkileri toplum genelinde çok dengesiz olabilir. Herkes gibi zenginlerin de belirli krizler sırasında kaybedecek çok fazla şeyi vardır; nitekim Kara Ölüm sırasında kimse gerçekten güvende değildi. Yine de diğer örneklerde, örneğin şiddetli kıtlıklar sırasında, kaynaklara genel erişimleri, onları en kötü sonuçlardan korudu ve hatta aralarından bazılarının servetlerini önemli ölçüde artırmalarına izin verdi. Vurgunculuk suçlaması geçmişteki krizler sırasında zenginlere defalarca yöneltildi ve bugün de yankı bulmaya devam ediyor. COVID-19'un yol açtığı son pandemi sırasında da bu suçlama pek çok kez dile getirilmiştir. Ancak bu şüphelerin haklı olup olmadığını ya da aralarındaki küçük bir azınlığın kötü davranışları veya basit bir şans yüzünden bir bütün olarak zenginlerin algılanma biçimini etkileyip etkilemediğini sorgulayabiliriz.
Kriz zamanlarında zenginlere odaklanarak, hem mağdur olma eğiliminde oldukları hem de en korkunç krizlerin bile sunduğu fırsatlardan yararlanmak için nispeten iyi konumda oldukları koşulları ele almak bize başka bir pencere daha açacaktır.
Kıtlıklar ve hatta savaşlar gibi bazı kriz türleri, zenginlerin nispeten lehine sonuçlar doğururken, büyük finansal krizler onları da ciddi şekilde etkileyebilmelidir. Yine de hem bireysel düzeyde (gözlemi sadece zenginlerle sınırlasak bile, tüm krizler hem kazananlar hem de kaybedenler yaratır) hem de belirli bir türdeki belirli tarihsel krizler arasında farklılıklar vardır. Filhakika, ‘Kara Ölüm'ün, zenginleri COVID-19'dan daha fazla etkilediği kesindir; bu sadece mutlak anlamda değil, iki salgının ölüm oranlarının çok farklı olduğu düşünüldüğünde hakikattir. Benzer şekilde, 1929'da başlayan Büyük Buhran'ın zenginlerin serveti üzerinde 2008 Finansal Krizinden ve onu takip eden kamu borcu sebepli durgunluklardan daha kalıcı ve olumsuz etkilerinin olduğu görülmektedir.
Son yıllarda zenginlerin sadece toplam servetten aldıkları pay bakımından göreli konumlarını değil, aynı zamanda sıkıntılara karşı göreli dayanıklılıklarını da geliştirip geliştirmediklerini bu açıdan değerlendirmek gerekir. Çünkü bu olgu aynı zamanda kökeni çok eskilere uzanan kültürel bir geleneğe dayanan, zenginlerin krizler sırasında oynamaları beklenen toplumsal rolün sorgulanmasına yol açmaktadır.
Zenginler (ya da en azından servet hiyerarşisinin en tepesinde yer alanlar) artık her türlü krizin olumsuz etkilerinden daha iyi korundukları için toplumsal sorumluluk rolünü oynamakta giderek daha isteksiz hale gelmektedirler.
Savaşların kendi çıkarlarını savunmak ve güç sahipleriyle zenginlerin mülklerini korumak amacıyla yürütüldüğü sıklıkla dile getirilmiştir. Bugün de Batı’da, Marksist düşünce akımıyla bağlantı kuran bazı sol eğilimli politik çevreler, savaşları küresel kapitalist sistemin işleyişinin doğrudan sonucu olarak görmeye devam etmektedir.42 Bu yaklaşım, savaşların genellikle kapitalistlerin ve zenginlerin çıkarlarıyla doğal bir uyum içinde olduğunu savunur. Ancak savaş teorileri üzerine genel bir inceleme yapmak yerine tarihsel olarak zenginlerin savaş dönemlerinde fiilen nasıl bir kaderle karşılaştıklarına bakarsak, meselenin daha karmaşık bir görünüme sahip olduğunu görürüz. Kıtlıklar gibi tüm savaşlar kimileri için zenginleşme fırsatları sunsa da pek çok zengin için de doğrudan servetlerine el konulması veya mali ve fiziksel varlıklarının basitçe yok edilmesi gibi ciddi tehditler barındırır.
Zenginlerin savaşlardaki durumunu dengeli bir şekilde irdeleyebilmek için, salt zenginliklerinin onları istilacı orduların yağma niyetleri doğrultusunda otomatik olarak hedef hâline getirdiğini kabul etmeliyiz.
Orta Çağ’da ve erken modern dönemde bu, ele geçirilmiş şehirlerde belirginleşiyordu; özellikle de “yağma” sürecinde, yani istilacı askerlerin belirli bir süre boyunca yerel halkı – zaferleri karşılığında bir tür ödül ve kenti teslim olmamaya zorlamanın cezası olarak – neredeyse rastgele öldürme ve zarar verme hakkına sahip oldukları zaman diliminde gerçekleşiyordu. Modern öncesi savaşlarda şehir yağmaları oldukça yaygındı; bu esnada büyük tüccarların, bankerlerin ve zengin seçkinlerin malları en değerli ganimet sayılıyordu. Aslında genel nüfusa oranla hayatta kalma ihtimalleri çok da yüksek değildi; çünkü daha insani bir muamele görmek amacıyla – büyük meblağlar ödeyerek – pazarlık edebilseler de tamamen dokunulmama şansları çok düşüktü.
Nitekim Niccolò Machiavelli, Savaş Sanatı adlı eserinde “Silahsız bir zengin, fakir bir askere esir olur,”43 diyerek bu gerçeğe işaret eder. Machiavelli bu sözleri kayda geçirdikten hemen sonra, 1527’de gerçekleşen Roma yağması bunun somut bir örneği olmuştur.
Katolikliğin merkezi kabul edilen Roma, Alman Lutherci Landsknechtlerin eline geçtiğinde yağma sonucu elde edilen ganimetin toplam değeri baş döndürücüdür (Floransalı tarihçi Francesco Guicciardini bunu 1 milyon düka üzerinde tahmin eder); ancak varlıklı ailelerin saraylarını veya evlerini yağmadan koruyabilmek için ödemek zorunda kaldıkları “uzlaşma” (composizioni) bedellerinin büyüklüğü, bu ganimeti dahi gölgede bırakır.44
Savaşların yürütülme biçimi zamanla değişmiş, ele geçirilen halkların uğradıkları muamele de buna paralel olarak dönüşmüştür; fakat teslim olmayan şehirleri yağmalama uygulaması uluslararası hukuk çerçevesinde ancak 1899’da resmen yasaklanmıştır. Örneğin Napolyon Savaşları esnasında (1812’deki Badajoz yağması veya “Yarımada Savaşı” sırasında, Fransız işgali altındaki İspanya’da İngiliz ordusunun yaptığı yağmalar gibi) bu türden yağmalara sıklıkla rastlanır.45
1899 sonrasında ise yağmaların biçimi değişse de zenginlerin istilacı ordular için “birincil hedef” olmaya devam ettikleri görülür. Kimi zaman belirli topluluklar, bu yağmadan daha da titiz ve sistematik biçimde etkilenirler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin yaşadıkları bunun belirgin bir örneğidir. Alman işgali altındaki Avrupa’nın her yerinde, Yahudilerin tüm mülkleri son derece sistematik ve bürokratik bir yöntemle ellerinden alınmıştır. Bu yöntem, mülklerin hukuki mülkiyet statüsünü koruma amacı güder ki böylece Reich, gelecekte bu varlıklara yeniden el koyabilsin. Sürgünlerden sonra Naziler, yasal kurnazlıklara başvurarak yaptıklarını sanki devlet adına mülk topluyorlarmış gibi gösterdiler. Onlardan geriye ise ‘sahipsiz’ bırakılmış mallar kalmıştır. Bunun beklenmedik sonucu, savaş sonrası dönemde mülklerin hayatta kalanlara iadesinin nispeten kolaylaşması olmuştur.46
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin mülklerinin hedef alınması, daha geniş çaplı bir zulüm ve nihayetinde imha planının parçasıydı. Daha az şiddetli durumlarda bile, zenginlerin yüksek görünürlüğe sahip ve saklanması güç servetleri (örneğin kent içindeki görkemli konaklar) onları tehdit altında bırakıyordu.
2022 yılında Ukrayna’ya yönelik Rus saldırısında da benzer bir tablo ortaya çıktı. Bu satırlar kaleme alınırken Batılı hükümetler, Rus oligarkların ve akrabalarının mallarına el koyarak varlıklarını dondurmuştu. Hedef, istilacıların savaş kabiliyetini ve niyetini sekteye uğratmaktı. Oligarkları hedef almayı meşrulaştıran söylem ise onların Rus siyasi rejiminin temel dayanağını oluşturdukları iddiasına dayanıyordu. Bunun yanı sıra oldukça pratik bir gerekçe daha vardı: Söz konusu oligarklar olağanüstü değere sahip varlıklara sahipti (örneğin, İtalyan polisinin 2022 yılı Mart ayında Toskana açıklarında el koyduğu ve Rusya Devlet Başkanı Putin’e ait olduğu öne sürülen 140 metrelik süper lüks yat Scheherazade’ı saklamak bile zordur). Böyle muazzam servetler, onları göreli olarak kolay bir hedef hâline getirir.
O halde, bir savaş sırasında zenginler ve özellikle de süper zenginler en çok arzulanan avlardır, ancak aynı zamanda savaşın yarattığı fırsatlardan yararlanmak için ekonominin elverişli sektörlerini kontrol etmeleri, mali kaynakları, bilgiye ve siyasi bağlantılara erişimleri nedeniyle en iyi konumda olan kişiler olma eğiliminde olduklarından, servet sahipleri aslında en üst düzey avcılardır.
Gerçekten de çatışmadan kazanç sağlayan zenginlerin savaş sırasında elde etme eğiliminde oldukları yüksek görünürlük, Batı kültüründe ve tarih boyunca zenginlerin savaş vurguncuları olarak algılanmasının yayılmasını desteklemiştir. Kuşkusuz bu yargı bazı vicdansız bireyler için doğru olsa da, diğer durumlarda savaşlar sırasında zenginleşenler sadece konumsal bir avantaja sahip olurken (örneğin, işletmeleri askeri olmayan türden olanlar da dahil olmak üzere ordu malzemeleri pazarına girebilenler), diğer pek çok kişi kâr etmek yerine, yukarıda tartışılan nedenlerle veya başka bir şekilde çatışmadan zarar görmüştür. Bu kararsızlık, modern yatırımcılar arasında oldukça popüler olan ve Nathan Rothschild'e atfedilen (ancak muhtemelen uydurma olan) bir atasözünde açıkça görülmektedir: 'Sokaklarda kan varken satın alın, kendi kanınız olsa bile'; Rothschild bunu Waterloo Savaşı'nın (1815) ardından söyleyecekti.
Geç Orta Çağ’dan erken modern döneme kadar, orduların etkin büyüklüğündeki önemli artışlar ve gitgide daha pahalı askerî donanım nedeniyle savaş ve savunma maliyeti sürekli yükseldi.47 Savaşlardan kişisel kazanç elde etme fırsatları da aynı hızda büyüdü ve Batı sanayileşmeye başladığında, çoğu endüstriyel sektör için olduğu gibi, bu fırsatlar artarak devam etti. Özellikle patlayıcılar, otomotiv ve uçaklar gibi yeni sektörler açısından bu durum gözle görülürken, geleneksel bazı sektörlerde — savaş sırasında çok büyük miktarlarda üniforma tedariki yapması gereken tekstil sektörü örneğinde olduğu gibi — aynı şekilde geçerliydi.
İşte bu bağlamda I. Dünya Savaşı gibi büyük çaplı modern savaşlar sırasında edinilen çok sayıdaki serveti değerlendirmek gerekir. Bir tahmine göre, 1914’te Amerika Birleşik Devletleri’nde 7.500 civarında milyoner varken, sayıları 1920’lerde neredeyse beş katına çıkarak yaklaşık 39.000’e ulaştı. Bu değişim, büyük savaş kârlarıyla doğrudan bağlantılı görülmektedir. Avrupa içinse bazı çalışmalar, I. Dünya Savaşı sırasında birçok tüccar ve sanayicinin servetlerini büyük ölçüde artırdığını, örneğin İrlandalı keten üreticilerinin ve gemi inşa şirketlerinin de bu gruba dâhil olduğunu, ancak 1922’den sonra özellikle savaşlar arası dönemde (interwar period) zorluklarla karşılaştıklarını bildirmektedir.48
Birinci Dünya Savaşı ve savaşlar arası dönemde büyük çaplı zenginleşmeye bir örnek olan Toulouse, Fransa’daki bir havacılık politeknik okulundan mezun olan Marcel Bloch ve Henry Potez’in hikâyesidir.
Savaşın başında her ikisi de askere alındılar ve Fransız hava kuvvetlerine çeşitli uçak üreticilerinin sunduğu pervane tasarımlarını değerlendirmekle görevlendirildiler. 1916’da askerlik hizmetlerini tamamladıklarında, ülkelerinde çeşitli havacılık şirketleri için tasarım yapmaya başladıkları küçük bir atölye kurmayı düşündüler. Ancak 1917’de daha büyük hedefler peşinde koşmak üzere Société d’Études Aéronautiques (SEA) adlı şirketi kurdular. Bu şirket, Blériot firmasının tasarladığı SPAD adlı I. Dünya Savaşı avcı uçağı için lisans altında üretim yapacaktı.
Aynı dönemde, SPAD’tan “esinlenerek” kendi iki kişilik avcı uçaklarını tasarlamaya başladılar ve bu tasarım 1918’in sonlarına doğru tamamlandı. Ne var ki talihsizlik gibi görünen bir durum, aslında büyük ölçüde şans oldu: Prototipin sunumunun yapıldığı gün, 11 Kasım’da ateşkes imzalandı. Bu durum, tam çökmek üzere olan askerî talebin eşiğinde büyük çaplı bir üretim yatırımına girişmelerini engelleyerek SEA ve kurucularını, aşırı derecede parçalı bir sektörde faaliyet gösteren ve aşırı genişlemeden etkilenen pek çok Fransız havacılık şirketinin uğradığı mali felaketten korumuş oldu.
Bloch bir süreliğine gayrimenkul sektörüne yönelerek havacılık endüstrisine ara verdi; oysa Potez, SEA’nın başında kalarak yeni uçak tasarımı için sözleşmeler edinmeyi başardı ve savaşlar arası dönemde ayakta kaldı. Aslında çok az sayıda uçak üretildi, ama 1923’te tanıtılan Potez-15 büyük bir ticari başarı sağladı ve hem Fransız hem de Polonya hava kuvvetlerine satıldı.
Yeni uçak için ödenen avansla birlikte Potez, Somme bölgesindeki Méaulte kasabasında büyük bir yeni fabrika inşa edilmesini finanse etti. Birinci Dünya Savaşı sırasında harap olmuş bu kasaba, savaş tazminatlarından sağlanan ek fonların da yardımıyla yeni faaliyetler kurmak isteyenler için müsait bir yer hâline geldi. Yeni fabrika, SEA’yı hatta Breguet gibi en büyük Fransız üreticilere bile ciddi rakip olabilecek bir konuma getirdi.
Bloch 1929’da havacılık sektörüne geri döndüğünde, politikacılar ve askerî yetkililerle (kardeşi, Fransız Ordusunun mutlak savaş zamanı hiyerarşisinin en üst kademelerindeydi) kurduğu bağlantıları kullanarak SEA ve kendisinin veya Potez’in kontrolündeki diğer şirketler için büyük sözleşmeler elde etti. Sahip oldukları bağlantılar, 1930’ların başlarında sektördeki krizden faydalanarak iflas etmiş veya iflasa yakın rakipleri avantajlı koşullarla satın almalarına yardımcı oldu. Son kertede ise Bloch ve Potez’in de savunduğu, savaş endüstrisinin devletleştirilmesine yönelik hükümetin çabalarıydı. Bu çabalar devletin mucitlerin yenilik yapma kapasitesini artırmak için kurumsal direktiflerden (salt kâr odaklı) bağımsız bir mekanizma oluşturması anlamına geliyordu.
Gelgelelim söz konusu bu girişimcilerin niyetleri samimi olsa bile ancak bu mücbir sebep, onların millîleştirilen şirketlerinden yüksek tazminatlar (nakit olarak) veya önemli mucitlik telif hakları elde etmelerini engellemedi; üstelik, eski şirketleriyle imzaladıkları ticari sözleşmelerin mülkiyetini koruyarak, millîleştirme sonrasında bu şirketlerin üst düzey yöneticileriyle birlikte yönetimi de ellerinde tuttular; zira atama ile yönetim kuruluna ortak üye olarak seçilmişlerdi.
Tüm bunların Fransız havacılık endüstrisinde yarattığı kafa karışıklığı, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önceki yıllarda Fransız Ordusu'na en gelişmiş uçaklardan nispeten azının teslim edilebilmesinin ve teslim edilebilenlerin de genellikle hatalı olmasının nedenlerinden biridir. Öte yandan Fransız havacılığının Alman Hava Kuvvetleri karşısındaki etkisizliğini açıklamaya yardımcı olmaktadır.
Hem Potez hem de Bloch'un Birinci Dünya Savaşı'nın sunduğu fırsatları (ve 1920'lerde çatışmanın sona ermesinin yarattığı fırsatları) tam anlamıyla kullanarak zenginliğe doğru yükselmeye başladıklarına şüphe olmasa da savaştan olumsuz etkilenmediklerini iddia etmek yanlış olur. Özellikle bir Yahudi olan Bloch, işbirlikçi Vichy hükümeti tarafından ev hapsine alındı ve 1943 yılında Buchenwald toplama kampına sürüldü. Hayatta kaldı; eve döndükten sonra mal varlığından geriye kalanları geri aldı (bunların bir kısmını sahte şirketler kullanarak Nazilerden başarıyla saklamıştı), soyadını Dassault (Direniş sırasında kardeşinin savaş adı) olarak değiştirdi ve endüstriyel faaliyetlerine devam etti.
Marcel Dassault (Bloch) 1986'da öldüğünde Fransa'nın en zengin iş adamıydı.49
Bloch’un hikâyesi savaş dönemlerinde zenginlerin yaşadığı ikircikli durumun bir başka çarpıcı örneğidir. Dikkate alınması gereken bir diğer nokta en yıkıcı çatışmaların öyle bir “eşitleyici” etkiye yol açabilmesidir ki (bireylerin yaşadıkları her ne olursa olsun) zengin kesim, toplam servetin önemli bir bölümünü kaybedebilir. Bunun nedeni ise ağırlıklı olarak bir yeniden dağıtım (örneğin şehirlerin yağmalanması sırasında zenginlerin mallarının gasp edilmesi) olmaktan ziyade, servetin fiziksel olarak yok olmasıdır.
Bu tezi somutlaştırmak için, tek servet türünün kentsel gayrimenkul olduğunu ve vatandaşlar arasında eşit olmayan biçimde dağılmış olduğunu varsayalım.
Eğer bir kentsel alan, halı bombardımanıyla (İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki pek çok şehrin başına geldiği gibi) yerle bir edilirse, servet dağılımı otomatik olarak çok daha eşit hâle gelir ama bu herkesin (tamamen sefil durumda olanlar hariç) bir şeyler kaybettiği ve kimsenin herhangi bir kazanç elde etmediği bir bağlamda gerçekleşir. Bununla birlikte Batı tarihi boyunca bu ölçüde büyük çaplı bir “eşitlemeye” sebep olan savaş örnekleri bulmak zordur.
Sanayi öncesi dönem için, bu konuda elimizde kayda değer kanıt bulunan tek örnek, 1618–48 yılları arasında Almanya’da süren Otuz Yıl Savaşları’dır. Muhtemelen Kara Veba’dan sonraki en kötü salgın olan 1627–29 vebasıyla aynı dönemde yaşandı. Almanya genelinde, 1600 ve 1650 arasında, en zengin yüzde 5’lik kesim toplam servetin yaklaşık yüzde 3’ünü (sadece en zengin yüzde 1 dikkate alınırsa yüzde 2’sini) kaybetmiştir. 1600’de en yoksul yüzde 50’nin toplam servetin yalnızca yüzde 8’inden azına sahip olduğu düşünülürse oldukça önemli bir orandır.
Savaşın etkisini vebanın etkisinden ayırmak her ne kadar zor olsa da bu konuda bazı kuzey İtalya bölgeleri ve özellikle Sabaudia Devleti (Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçası olan ve Almanya’yla aynı vebadan etkilenen, ancak Otuz Yıl Savaşları’ndan hiç etkilenmeyen ya da çok az etkilenen bölge), karşı olgusal (counterfactual) bir analiz için kontrol grubu olarak ele alınmıştır. Bu analiz 17. yüzyıl Almanya’sında gözlemlenen gelir/adalet eşitsizliğindeki azalmanın büyük ölçüde savaş kaynaklı olduğu görüşünü güçlü biçimde desteklemektedir.
Toplum bazlı verilerle elde edilen bu sonuç, bölgesel/devlet düzeyindeki en yüksek servet paylarının yeniden inşa çalışmalarına ilişkin mevcut verilerle de doğrulanmaktadır. Yaklaşık 1600’e kadar Almanya ve Sabaudia Devleti’nde servet eşitsizliğinin seyri hemen hemen aynı yolu izleyip Kara Veba sonrasındaki eşitsizlik azalmasına benzer bir eğilim gösterir, ancak 1618’de Otuz Yıl Savaşları’nın başlamasıyla birlikte her iki bölgenin gidişatı açıkça ayrışmaya başlar.50
Savaşın “eşitleme” gücü, maddi servetin büyük ölçüde yok edilmesi kapasitesiyle doğrudan ilişkili olduğundan, son dönem literatürün neden Dünya Savaşlarına odaklandığı anlaşılabilir. Kuşkusuz, İkinci Dünya Savaşı insanlık tarihinin maddi açıdan en yıkıcı çatışması olarak öne çıkar; fakat finansal sermayenin tahribatını da dâhil edersek, Birinci Dünya Savaşı’nın da “büyük bir eşitleyici” olduğu açıkça görülür.
Ekonomist Thomas Piketty tarafından ortaya atılan ve birkaç yıl sonra tarihçi Walter Scheidel tarafından güçlü biçimde tekrar vurgulanan söz konusu görüş51 yakın zamanda daha kesin tahminlere konu olmuştur. Özellikle, iktisat tarihçisi Neil Cummins, Britanya’da Birinci Dünya Savaşı’nın Viktoryen elitin (1892–1920 dönemi en zengin 1.500 hanedan) servetinin yüzde 59’unu yok ettiğini, buna karşılık genel servetteki kaybın yüzde 38 olduğunu ve İkinci Dünya Savaşı’nın ise bu elitin servetinin bir başka yüzde 26’sını (genelde yüzde 16) götürdüğünü savunur.52
İşbu rakamlar aşırı görünüyorsa, Fransa’da en büyük yüzde 0,01’lik dilime ait mülklerin değerinin 1914 ile 1920’lerin ortası arasında yaklaşık yüzde 75 oranında gerilediğini ve İkinci Dünya Savaşı sırasında da buna ilaveten üçte iki oranında daha azaldığını hatırlamakta fayda vardır.53
Birinci Dünya Savaşı’nın, diğer Batı ülkelerinden (örneğin Almanya) elde edilen kanıtların da gösterdiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’na kıyasla varlıklı kesimi çok daha olumsuz etkilediği görülüyor.54
Ancak bu tespit bazı sınırlamalarla birlikte ele alınmalıdır.
Öncelikle, zenginlerin İkinci Dünya Savaşı’nda uğradığı oransal servet kaybının Birinci Dünya Savaşı’na göre daha düşük olmasının bir nedeni, 1930’larda bu kesimin 1914’e kıyasla oransal olarak çok daha az zengin olmasıydı: Önceki savaş ve 1920’lerde yaşanan kayıplarının ardından servetleri yeni yeni toparlanmaya başlamıştı. İkinci olarak, Birinci Dünya Savaşı, zenginlerin belli bazı kesimlerine — özellikle Birleşik Krallık’taki eski toprak aristokrasisi ve büyük arazi sahiplerinin geriye kalan kısımlarına — son derece ağır darbe vurdu; oysa aynı zamanda birçok sanayici ve tüccar bu savaştan kazanç sağlamaktaydı.
Peki savaş finansal sermayeyi nasıl yok etmiş olabilir?
Kısmen bu durum, 1917 Devrimi sonrasında Rusya’da yapılan kamulaştırmalar nedeniyle yabancı yatırımların kaybından kaynaklandı. Ancak daha da önemli olan etken, savaşla bağlantılı hiper enflasyondu: Altın standardı askıya alındı ve Batılı hükümetler, savaş sırasında katlanarak artan kamu borçlarını yönetmenin bir yolu olarak para basımına yöneldi. Almanya’da (1913–50 arasında yıllık ortalama enflasyon %17) ve Fransa’da (%13) enflasyon özellikle büyük bir sorun hâline geldi.55 Fİlhakika daha çok finansal varlık sahibi olanları ve/veya nominal olarak sabitlenmiş gelirlere dayalı yüksek tüketim alışkanlıklarını sürdürenleri orantısız biçimde etkileyen bir tür “enflasyon yoluyla el koyma” olgusuna da yol açtı. Gerçekten de ekonomik elitin tüketim alışkanlıklarında (özellikle “gösterişçi tüketim” yoluyla statü sergileyenlerde; bkz. bölüm 6) belli bir katılık olduğu varsayılırsa sabit gelir, esnek olmayan tüketim ve yüksek enflasyon bileşiminin birçok zenginin servetinde önemli bir azalmaya yol açmış olması kolaylıkla anlaşılabilir.56
Genellikle özel zenginliğin yok edilmesi olarak görülen “enflasyon yoluyla el koyma” kavramı, aynı zamanda özel servet ile kamu serveti arasında bir yeniden dengelenmeyi de ima eder. Bu açıdan bakıldığında, yirminci yüzyılın ilk yarısında zenginlerin servetindeki azalmanın hikâyesi, yalnızca servetin yok oluşunun değil, elde kalan servetin yeniden dağıtımının da hikâyesidir. Kısmen, bu yeniden dağıtım, zenginliğin bazı unsurlarından (toprak sahipleri, rantiyeler) diğerlerine (tüccarlar, sanayiciler) doğru gerçekleşmiştir; ancak kısmen de toplumun en üst kesiminden en alt kesimlerine yönelmiş ve esasen hızla artan miras vergileri ile üst gelirlerin daha yoğun ve artan oranlı vergilendirilmesiyle sağlanmıştır.
Burada son bir noktayı anımsatmak önemlidir:
Antik Çağ’dan beri Batılı toplumlar, zenginlerin kendi özel servetlerini savaşların finansmanına büyük ölçüde katkıda bulunmak amacıyla kullanmasını beklemiştir. Tarihsel bağlamlarda — özellikle geç Orta Çağ ve erken modern dönemlerde — bu katkılar gönüllü ya da “zorunlu” borçlar şeklini aldığında, kimi zaman çok riskli olsa da zenginler için son derece kazançlı fırsatlar doğabilmiştir.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise bu beklentide pek bir değişiklik olmamıştır; zenginlerin hâlâ savaş tahvillerine yatırım yapması beklenmiştir. Çoğu zaman, vatanseverlikten ya da savaş gayretine katkıda bulunmaları için artan toplumsal ve devlet baskılarından dolayı buna oldukça gönüllüydüler; fakat sonuçta sermayelerini aşırı enflasyona kaptırarak kamu borcunun azaltılmasına katkı sağlamış oluyorlardı. Bu durum bu özel mali kayıplara yol açanlar açısından bilinçli bir hesaplama da olabilirdi, fakat olmayabilirdi de.
Dünya Savaşları ve savaşlar arası dönemde, zenginlerin önemli bir kısmı savaş kaynaklı hiperenflasyon nedeniyle finansal varlıklarının değerinde büyük düşüşler yaşadı. Bu, varlık fiyatlarındaki oynaklığın, en zengin kesimin servetinde hem mutlak hem de göreli anlamda keskin dalgalanmalara yol açabileceğinin yalnızca bir örneğidir. Gerçekten de servetin birçok unsurundan biri olan finansal varlıklar, dağılımı en eşitsiz olanlar arasında yer alır. Bu nedenle, çeşitli türlerdeki krizler içinde finansal nitelikte olanlar, servet sahipleri üzerinde yarattığı ağır etkilerle özellikle dikkat çeker.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki durum bir bütün olarak Batı'yı temsil etmese bile, hem 1929 hem de 2007 krizleri bu ülkede başlamış ve daha sonra yurtdışına yayılmıştır. Sonuç olarak, yüksek Amerikan eşitsizliği ile küresel finansal krizin başlangıcı arasındaki olası nedensel bağlantının araştırılması, önemini korumaktadır. Altta yatan mekanizma tartışılmaya devam etmektedir. 2008 finansal krizi için 2010 ABD Kongre Raporu, en zenginler hariç herkesin gelirlerindeki durgunluğun, tüketimi sürdürmek için borçlanmayı artırarak ve finansal deregülasyon ve son derece açgözlü davranışlar bağlamında 'sürdürülemez bir kredi balonu' oluşmasına katkıda bulunarak rol oynamış olabileceğini öne sürmüştür.57
Daha sonra yapılan araştırmalar bu argümanı daha kesin hale getirmiş, krizden önceki on yıllarda toplumun büyük bölümünde gelir durgunluğunun nedenlerini açıklığa kavuşturmuştur. Orta sınıfın ve diğer alt sosyal katmanların durgun gelirler karşısında tüketim seviyelerini koruma arzusuyla (statü belirtme amacı da dahil olmak üzere) veya giderek daha savurgan ve 'görünür' hale gelen, toplumun geri kalanının tercihlerini daha iyi etkileyebilen en varlıklıların tüketim alışkanlıklarını taklit etmek için nasıl borçlanmayı tercih etmiş olabileceklerini açıklamıştır.
Başka bir deyişle orta sınıf, tüketimi ekonomik olarak sürdürülebilir bir düzeyin ötesine taşıyarak üst sınıfa göre statüsünü korumaya çalışmıştır ve bu davranış modeline uygun olarak onların krediye aşırı kolay erişimleri teşvik edilmiştir.
Kısacası, belki de tekrar eden krizlerin yaşandığı dönemler, bilgelik için en uygun zamanlardır ve burada ortak tarihimizi göz önünde bulundurmak, köklü gibi görünen ama aslında nispeten yeni olan katı ve bir ölçüde ideolojik vizyonların üstesinden gelmemize yardımcı olabilir. Modern Batı toplumlarının tanımlayıcı özelliklerinden bazılarının korunması açısından tehlikeler arz eden bir yola girdiğimiz açıktır. Bu tehlikelerin farkına varmak, muhtemelen tüm toplum tarafından paylaşılan ve herkesin menfaatine olacak bir çözüm bulmanın ilk ve kaçınılmaz adımıdır.
Yazar Hakkında
Guido Alfani, İtalyan bir ekonomi tarihçisi ve demograftır. Milano'daki Bocconi Üniversitesi'nde Ekonomi Tarihi Profesörü’dür. Araştırmaları, uzun dönemli ekonomik eşitsizlik dinamikleri, sosyal hareketlilik, salgın hastalıkların tarihi ve sosyal ittifak sistemleri üzerine odaklanmaktadır.
Alfani'nin araştırmaları, ekonomik eşitsizliğin tarihsel eğilimlerini ve zaman içinde sosyal hareketliliği etkileyen faktörleri incelemektedir. Toplumlarda zenginlik ve kaynakların nasıl dağıldığını, bireylerin ve ailelerin farklı sosyal katmanlar arasında nasıl hareket ettiğini sorgulamaktadır.
Ayrıca bireylerin ve grupların karşılıklı destek ve fayda için ilişkiler ve ağlar kurduğu sosyal ittifak sistemlerini de incelemektedir. Bu sistemlerin zaman içinde nasıl evrildiğine, sosyal ve ekonomik sonuçlar üzerindeki etkilerine odaklanmaktadır.
Okumuş olduğunuz bu makale, Alfani’nin 2023 basımı As Gods Among Men adlı kitabından derlenmiştir.
Weber, Max. (1930) 2005. The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. Translated by Talcott Parsons. London: Routledge.
Temin, Peter, and Hans-Joachim Voth. 2013. Prometheus Shackled: Goldsmith Banks and England’s Financial Revolution after 1700. Oxford: Oxford University Press.
Haseler, Stephen. 2000. The Super-Rich: The Unjust New World of Global Capitalism. London: Palgrave Macmillan.
Piketty, Thomas. 2014. Capital in the Twenty-First Century. Cambridge, MA: Harvard University Press. //Ayrıca bkz: Rothkopf, David. 2009. Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making. New York: Farrar, Straus & Giroux.
Domhoff, G. William. 2007. “C. Wright Mills, Floyd Hunter, and 50 Years of Power Structure Research.” Michigan Sociological Review 21 (autumn): 1–54.
Friedman, Sam, and Daniel Laurison. 2019. The Class Ceiling: Why It Pays to Be Privileged. Bristol: Policy Press.
Bağımsız Okul Konseyi Sayımı ve Yıllık Raporu 2020; Bağımsız Okul Konseyi Sayımı 2017. Eton'a ilişkin rakamlar Bağımsız Okullar Müfettişliği, Mevzuata Uygunluk Teftiş Raporu, Eton Koleji, Mart 2019'dan alınmıştır.
Beeghley, Leonard. 2016. The Structure of Social Stratification in the United States, 5th ed. New York: Routledge.
Reeves, Aaron, Sam Friedman, Charles Rahal, and Magne Flemmen. 2017. “The Decline and Persistence of the Old Boy: Private Schools and Elite Recruitment 1897 to 2016.” American Sociological Review 82, no. 6 (December): 1139–66.
Schumpeter, Joseph A. 1942. Capitalism, Socialism and Democracy. New York: Harper and Brothers.
Amatori, Franco, and Andrea Colli. 1999. Impresa e industria in Italia. Dall’unità ad oggi. Bologna: Il Mulino.
J. Bick, ‘The Microsoft Millionaires Come of Age’, The New York Times, 29 May 2005
Kampfner, John. 2014. The Rich: From Slaves to Super-Yachts: A 2,000-Year History. New York: Little, Brown.
Alvaredo, Facundo, Anthony B. Atkinson, Thomas Piketty, and Emmanuel Saez. 2013. “The Top 1 Percent in International and Historical Perspective.” Journal of Economic Perspectives 27, no. 3
Bebchuk, Lucian A., and Jesse Fried. 2004. Pay without Performance: The Unfulfilled Promise of Executive Compensation. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Freund, Caroline. 2016. Rich People Poor Countries: The Rise of Emerging-Market Tycoons and Their Mega Firms. Washington: Peterson Institute for International Economics.
Harvey, Charles, Mairi Maclean, and Roy Suddaby. 2019. “Historical Perspectives on Entrepreneurship and Philanthropy.” Business History Review 93, no. 3: 443–71.
Geisst, Charles R. 2000. Monopolies in America: Empire Builders and Their Enemies from Jay Gould to Bill Gates. Oxford: Oxford University Press.
Piketty, Thomas. 2014. Capital in the Twenty-First Century. Cambridge, MA: Harvard University Press. 181–92.
Barth, James R., R. Dan Brumbaugh, and James A. Wilcox. 2000. “The Repeal of Glass-Steagall and the Advent of Broad Banking.” Journal of Economic Perspectives 14, no. 2 (spring): 191–204.
Neal, Larry, and Eugene N. White. 2012. “The Glass-Steagall Act in Historical Perspective.” The Quarterly Review of Economics and Finance 52, no. 2 (May): 104–13.
Dermine, Jean. 2002. “European Banking, Past, Present and Future.” Paper presented at the Second Central Banking Conference, Frankfurt.
Cournède, Boris, Oliver Denk, and Peter Hoeller. 2015. “Finance and Inclusive Growth.” Economic Policy Paper no. 14, OECD.
OECD, Value Added per Activity, retrieved 28 January 2021” https://www.oecd.org/en/data/indicators/value-added-by-activity.html
Battiston, Stefano, Mattia Guerini, Mauro Napoletano, and Veronika Stolbova. 2018. “Financialization in the EU and Its Consequences.” European Policy Brie
Denk, Oliver. 2015. “Financial Sector Pay and Labour Income Inequality.” Working Paper no. 1225, Economics Department, OECD.
Bivens, John, and Lawrence Mishel. 2013. “The Pay of Corporate Executives and Financial Professionals as Evidence of Rents in Top 1 Percent Incomes.” Journal of Economic Perspectives 27, no. 3 (summer): 57–78.
Bolton, Patrick, Hamid Mehran, and Joel D. Shapiro. 2011. “Executive Compensation and Risk Taking.” Report no. 456, Federal Reserve Board of New York Staff.
Korom, Philipp, Mark Lutter, and Jens Beckert. 2017. “The Enduring Importance of Family Wealth: Evidence from the Forbes 400, 1982 to 2013.” Social Science Research 65 (July): 75–95.
Freund, Caroline. 2016. Rich People Poor Countries: The Rise of Emerging-Market Tycoons and Their Mega Firms. Washington: Peterson Institute for International Economics.
Tsigos, Stamatios, and Kevin Daly. 2020. The Wealth of the Elite: Towards a New Gilded Age. Singapore: Palgrave Macmillan.
Wolff, Edward N. 2000. “Who Are the Rich? A Demographic Profile of High-Income and High-Wealth Americans.” In Does Atlas Shrug? The Economic Consequences of Taxing the Rich, edited by Joel B. Slemrod, 74–113. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Bakija, Jon, Adam Cole, and Bradley T. Heim. 2012. “Jobs and Income Growth of Top Earners and the Causes of Changing Income Inequality: Evidence from U.S. Tax Return Data.” Working Paper no. 2010–22, Department of Economics, Williams College.
Alfani, Guido, and Roberta Frigeni. 2016. “Inequality (Un)perceived: The Emergence of a Discourse on Economic Inequality from the Middle Ages to the Age of Revolution.” Journal of European Economic History 45, no. 1 (November): 21–66.
Rawls, John. 1971. A Theory of Justice. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Alfani, Guido, and Matteo Di Tullio. 2019. The Lion’s Share: Inequality and the Rise of the Fiscal State in Preindustrial Europe. Cambridge: Cambridge University Press.
Cohn, Samuel K. 2006. Lust for Liberty: The Politics of Social Revolt in Medieval Europe, 1200–1425. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Alfani, Guido, and Roberta Frigeni. 2016. “Inequality (Un)perceived: The Emergence of a Discourse on Economic Inequality from the Middle Ages to the Age of Revolution.” Journal of European Economic History 45, no. 1 (November): 21–66.
Alfani, Guido, and Roberta Frigeni. 2016. “Inequality (Un)perceived: The Emergence of a Discourse on Economic Inequality from the Middle Ages to the Age of Revolution.” Journal of European Economic History 45, no. 1 (November): 21–66.
Rousseau, Jean-Jacques. (1754) 2011. Le discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes. Les Échos du Maquis.
Alfani, Guido, and Roberta Frigeni. 2016. “Inequality (Un)perceived: The Emergence of a Discourse on Economic Inequality from the Middle Ages to the Age of Revolution.” Journal of European Economic History 45, no. 1 (November): 21–66.
Hobsbawm, Eric J. 1989. The Age of Empire: 1875–1914. New York: Vintage Books.
Machiavelli, Niccolò. (1521) 2018. “Dell’arte della guerra.” In Niccolò Machiavelli: Tutte le opere, edited by Mario Martelli, 923–1128. Florence: Bompiani.
Alfani, Guido. 2013c. Calamities and the Economy in Renaissance Italy: The Grand Tour of the Horsemen of the Apocalypse. Basingstoke: Palgrave Macmillan.
Daly, Gavin. 2019. “ ‘The Sacking of a Town Is an Abomination’: Siege, Sack and Violence to Civilians in British Officers’ Writings on the Peninsular War—The Case of Badajoz.” Historical Research 92, no. 255 (February): 160–82.
Dean, Martin. 2010. Robbing the Jews: The Confiscation of Jewish Property in the Holocaust, 1933–1945, reprint edition. New York: Cambridge University Press.
Parker, Geoffrey. 1988. The Military Revolution: Military Innovation and the Rise of the West, 1500–1800. New York: Cambridge University Press.
Ó Gráda, Cormac. 1994. Ireland: A New Economic History 1780–1939. Oxford: Clarendon Press.
Chadeau, Emmanuel. 1987. L’industrie aéronautique en France 1900–1950. De Blériot à Dassault. Paris: Fayard.
Scheidel, Walter. 2017. The Great Leveler: Violence and the History of Inequality from the Stone Age to the Twenty-First Century. Princeton: Princeton University Press.
Scheidel, Walter. 2017. The Great Leveler: Violence and the History of Inequality from the Stone Age to the Twenty-First Century. Princeton: Princeton University Press. // Piketty, Thomas. 2014. Capital in the Twenty-First Century. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Cummins, Neil. 2022. “The Hidden Wealth of English Dynasties, 1892–2016.” Economic History Review 75, no. 3 (August): 667–702.
Scheidel, Walter. 2017. The Great Leveler: Violence and the History of Inequality from the Stone Age to the Twenty-First Century. Princeton: Princeton University Press.
Scott, Peter. 2021. “The Anatomy of Britain’s Interwar Super-Rich: Reconstructing the 1928/9 ‘Millionaire’ Population.” Economic History Review 74, no. 3 (August): 639–65.
Piketty, Thomas. 2014. Capital in the Twenty-First Century. Cambridge, MA: Harvard University Press. 136.
Piketty, Thomas. 2014. Capital in the Twenty-First Century. Cambridge, MA: Harvard University Press. 135–8, 181–6
Milanović, Branko. 2016. Global Inequality: A New Approach for the Age of Globalization. Cambridge, MA: Harvard University Press.