Cumhuriyetsiz Milliyetçilik: Örtülü Mandacılık - Bir Çıkmaz Sokak
Ve Mandacılara, İmtiyazlılara, Monarşistler ile Batıcılara Karşı Bütün Cephelerden Doğan Bir Ülkü: Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir!
“Egemenlik verilmez, alınır. Bu çocuklara, bu güzel yavrulara bırakacağımız memleketin sırrı bu anlayışta yatmaktadır.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1920
Başlarken…
İkinci Meşrutiyet’in kurulmasını sağlayan istibdat döneminde, birbiriyle ilişkili fakat çatışma halinde olan fikir akımları -Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük- memleketin düşün atmosferini oluşturmaktaydı. Hem aralarında hakimiyetin temellerine dair ideolojik ayrışma söz konusuydu hem de kurtuluş reçetesini oluşturmak için hemen hiçbirinde ortak bir görüş birliği yoktu. Dahası, tıpkı günümüz Türkiye’sinin siyaseten mahallelere bölünmüş olduğu gibi, Yusuf Akçura’nın ifade ettiği şekli ile bu Üç Tarz-ı Siyaset’in aslında her birisi bir siyaset temsili idi. Kendi aralarında birbirlerini besleyen siyaset diline sahip olsalar da ortak bir dizgede buluşmaları söz konusu değildi.
Örneğin İslamcılık temsilinde, Türklerin sadece şeriatla yönetilmesi gerektiğini ileri süren, bunun elzem olduğunu iddia eden fakat kendisini Türkçü-İslamcı olarak tarif eden kanaat önderleri olduğu kadar, Sevr Antlaşması’na imza atmış olan Damat Ferit Hükümeti’nin Şeyhülislam’ı Mustafa Sabri (1869-1954) gibi; ‘‘…Yalnız Müslüman ve insan kalmak üzere, Türklükten şeref ve izzetimle istifa ettim…’’ (1925) diyen, hayatı boyunca hem Kahire’den, hem de daha sonra Yunanistan’a geçip matbuat yoluyla Türk Devrimi’ne muhalefet etmiş olan, ziyadesiyle Arap emperyalizmi ve kültüralizmini Türklüğün üzerinde görüp bilfiil İslamcılıkla eşdeğer tutanlar da mevcuttu. Ne tesadüf ki Sabri, 10 Kasım 1938’den hemen sonra gıyabında affedildi ve yurda dönmesi istendi.
‘‘İşgalcilerin hakimiyetini tercih ederim. (…) Türklerin ve tüm Müslümanların Araplaşması gerekir. (…) Arap dili Türkçeden üstündür, Arapçılık İslamcılıktır. (…) Kuran Türkçeye tercüme edilemez çünkü ‘O’na temiz olanlardan başkaları dokunamaz. (Vakı'a, 56/79) (…) Laikliği benimseyen dinsiz Türklerin Kur’an ile ne işleri olur?’’
Mustafa Sabri Efendi, 1925 Kahire, Hilafetin Esasları, (Çev: Feridun Dinçer)
Tıpkı günümüzde olduğu gibi 20. yüzyılın başında da İslamcı cenah içerisinde, Mustafa Sabri’nin Kavmi Necip Arap, Türk’ten Üstündür fikrinde ısrar edenler olduğu kadar, görece siyasi ve kültürel İslamcılık fikrinden dem vuranlar da mevcuttu. Kendi sınırlı perspektifinden ‘‘Türkler Halifesiz Kalamazlar, Bu Başsız Kalmak Demektir’’1 diyen Meşruiyet döneminin meşhur prensi Mehmed Said Halim Paşa’nın İslamcı görüşleri, siyasi ve kültürel İslamcılığa örnektir.
Türkçülük kampında ise birbirine zıt düşüncelere sahip kanaat önderleri yer almaktaydı. Mesela en özgün Türkçülerden Ubeydullah Afgani (Sindi) (1872-1944), hem İslamcı hem Türkçü hem komünist olarak nitelenebileceği fikirlere sahipti.
‘‘Ülke toprakları hiç kimsenin öz malı olmayacaktır. Fabrikalar işçi komiteleri tarafından idare edilecek, ekonomik kalkınma kooperatifler vasıtasıyla yürütülecek, kişilerde biriken fazla mal devletleştirilecek ve halka geri verilecektir.’’
Ubeydullah Afgani’den aktaran Aziz Ahmad (1970)2
Bu makalenin başlıca odağında yer alan İttihat ve Terakki Fırkası ise Osmanlıcı, İslamcı, Ümmetçi, Türkçü-Turancı akımlardan oldukça etkilenmiş kurucular ve üyelerden oluşmaktaydı.
Yoğun fikri çatışmalar ile dopdolu, memleketin genel durumuna bir çare bulabilme arayışları içerisinde debdebe ile geçen tarihin bu dönemi, ayrıca başka bir fikrin de filizlenmesine imkân vermişti: Kat’i surette din-siyaset ve ordu-siyaset ayrılıklarına dayanan, Mustafa Kemal Paşa’nın temelde halk egemenliğini talep eden fikirlerine, hem dönemin Meşrutiyet’i savunan İttihatçıları ve İtilafçıları hem İslamcı olmasına rağmen Padişah II. Abdülhamid’e muhalif olanlar, hatta onun asılmasını isteyenler, elbette ki sıcak bakmıyorlardı.
‘‘Padişahı tahttan indirmek vaciptir, çünkü o fitneyi sonlandıramayacak durumdadır, mukateleye başvurarak meşruiyetini kaybetmiştir’’
Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi, Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi (1909)3
Esasında Üç Tarz-ı Siyaset kamplarının hiçbiri, ne hilafetsiz ve saraysız bir yönetim modelini ne de laik Cumhuriyet’i düşleyebilenler tarafından domine edilmekteydi. Ve bu durum, bu tarz-ı siyaset temsillerinin, ontik bir çıkmazda; bir nevi çıkmaz sokakta olduklarını işaret etmekteydi. Tam bu noktada ‘‘Kurtuluş ancak Türkçülüktedir ve ancak Türkçülüktedir’’ diyen Yusuf Akçura, memleket sathında cereyan etmekte olan Türkçülük pratiklerini yargılayarak kategorize etmiş ve şöyle demişti:
‘‘…Bizde Türkçülük cereyanının gitgide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Birisi emperyalist Türkçülük, diğeri de milliyet esasını alarak her millet için telakki ettiği hakkı Türkler için de talep eden, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyan demokratik Türkçülüktür. (…) Emperyalist Türkçüler ekseriyetle Avrupa Nasyonalistlerine benzerler. Mücerret hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini artıran milliyetçiliğe taraftardırlar. (…) Vakıa Avrupa Nasyonalistlerinin nazarında milli hak, mücerret ve mutlak değildir; siyasetin bir aracıdır. Demokratik Türkçülük ise hakka dayanır ve savunmacıdır. Gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenilen hakkı müdafaaya çalışır; emperyalist milliyetçilik ise saldırgandır. (…) Saldırgan milliyetçilik er ya da geç yok olmaya mahkumdur…’’
Yusuf Akçura’dan Ahmet Ferit Tek’e İthafen, 16 Eylül 19194
***
Mustafa Kemal Paşa ile Yusuf Akçura, Ahmet Ferit Tek ve eşi Ferit Hanım, Fethi Okyar, Yunus Nadi gibi fikirdaşları ile İttihatçılar arasında vukuu bulan anlaşmazlıklar bugünün Türkiye’sinde yaygın bir şekilde ve hakkınca ele alınmamaktadır. Ancak o dönemin hem reel-politik ortamından hem de ideolojik farklılaşmalarından soyutlanabildikleri ölçüde, bizzat Mustafa Kemal Paşa ve İttihatçılar ikiliği şeklinde basite indirgenerek siyaset temsiline taşınmaktadır.
İşin aslı Cumhuriyetçi bilincin dışına düşen bir milliyetçi zihniyet, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sistematik olarak kurgulanmıştır. Bu açıdan İttihatçılığı Cumhuriyet karşısında yeniden tasavvur etmek sureti ile milliyetçiliği İttihatçılık fikriyatı ile örselemek ve köklerinden soyutlamak söz konusudur. Ancak Türk milliyetçiliğinin bu şekilde süblimleştirilmesi Cumhuriyet karşıtlığı odakları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sebepledir ki “Kahraman İttihatçılar” anlatısı karşısında bir de “modern ve seküler yaşam tarzı” fikrine bilinçli olarak indirgenmiş olan Cumhuriyet anlatısı icat edilmiştir.
Ölümünün ardından Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü hem mumyalayıp lahitin içine, hem de heykelleri ile imajlar dünyasına hapseden, fikirdaşlarından da soyutlayıp kültleştirerek toplumu kamplaştıran görsel ve metinsel üretimler, Türkiye’nin özellikle son yirmi yılında başta Enver Paşa olmak üzere ileri gelen İttihat ve Terakki liderleri için de yapılır olmuştur. Böylelikle imajlar dünyası içerisinde bir tür protagonist antagonist ikiliği oluşturulmaya çaba sarf edilmiş, fikrî kökenlere inmeden mitik bir tarih anlatısıyla toplumu hikayelerle büyülemek girişimleri söz konusu olmuştur.
Hakkını da teslim etmek gerekir; meşruti monarşi ile Cumhuriyet arasında tarafsız kalamayacak olanları milliyetçilikle manipüle etmenin yolu da bu mistifikasyonlarla dolu demagojiden geçmektedir. Ancak 1910’lara geri dönersek, İttihatçıların iktidarındaki Batıcılığın; bilhassa Almanya bağımlılığı olgusunun üstü günümüzde bu yolla örtülebilmiştir. Cumhuriyet devrimlerinin halkçılığı ve Türk Töresi’ni temel aldığı hakikati de böylelikle daha kolay yadsınabilir hâle gelmiştir. 1923 devriminin ortaya koyduğu ilkelerin kökenlerini kavrayabilen siyasetçi ve/veya alim bugün neden sayıca çok azdır, aslında bu sorunun da cevabı burada yatmaktadır.
Türk tarihinde yeri tartışmasız önemde olan bu şahsiyetler artık günümüzde epik türde bir milliyetçiliğin kahraman motifleri hâline getirilmiştir. Cumhuriyet’in yalnızca herhangi bir siyasi rejim olarak sunulduğu tüm demagojilerin sonucu ise adı konulmamış “Cumhuriyetsiz Milliyetçilik Tasavvuru” olmuştur.
***
Her Şeye Rağmen Saray ve Hilafet mi? Yoksa Cumhuriyet mi?
1907’de Selanik’te 3. Ordu Karargâhı’na atandığında Meşrutiyetçi çevreleri gözlemleyen Mustafa Kemal Paşa, mandayı savunan meşrutiyetçilerden tabii olarak uzaktı ancak hiçbir zaman İttihatçıların ana kadrosunda da yer almadı. Subayların politikaya dahil olmasına karşıydı ve bu duruşunu, siyasi hayatında kendisi için ve kendisine muhalefet edenler için de bozmadı.
Ancak İttihatçıların, İttihat ve Terakki Fırkası adı altında ya da kitle olarak Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti ile ittifak kurarak Meclis’te yer alma tekliflerini reddetti. Vatana hizmet eden İttihatçılarla şahıs görüşmelerini kabul edeceğini bildirdiği hâlde parti girişimlerini kabul etmedi. İttihat ve Terakki’nin miadını doldurduğunu, yeniden İttihatçılığın saltanatı geri getirme gayesi taşıdığını düşünen Cumhuriyetçi siyasetçi ve düşünürler de başta Kara Kemal olmak üzere İttihatçıların seçimlere müdahil olmaması gerektiği yönünde yazılar kaleme aldı. Suphi Nuri İleri, İttihatçıları “namuslu efrat” ve “muzır takımlar” olarak ikiye ayırmış ve şöyle yazmıştı:
“Çünkü ittihatçılar uslu oturmuyorlar, İkinci Grup’la birleşmek, saltanat cereyanlarını kuvvetlendirmek hasılı Mustafa Kemal Paşa’ya muhalefet etmek istiyorlar. Bunlara karşı yapacağımız şey pek basittir. Evvelen eski İttihatçı ekseriyetini bu entrikalar ve entrikacılar hakkında tenvir eylemek (bilgilendirmek), saniyen İttihat propagandası yapanlara maskelerini atmalarını ihtar etmek. Çünkü mertçe hareket edileceğine saman altından su yürütmek isteniliyor. İttihatçılık açıkça hareket etmiyor. Yüzüne bir peçe koyuyor. Birinci Grup’a intisap ile kaleyi içinden fethetmek istiyor. İstanbul belediye intihapları bu ikiyüzlülüğün pek parlak bir numunesidir. Eğer İttihatçılar kendilerinde Birinci Grup ile açıktan açığa mücadele kudreti görmez ise maskesini atmayacak ve içimize katılarak, bizi iğfal ederek intihabatta (seçimler) kazanmaya bakacaktır.”
Suphi Nuri, “Halk Fırkası-İkinci Grup-İttihatçılık” İleri, 6 Nisan 1339/1923, nr. 1859.5
Mustafa Kemal Paşa’nın ordu içindeki faaliyetleri vatanın güvenliği adına askeri faaliyetlerdi. 1909’da 31 Mart Vakası’nda Mahmut Şevket Paşa’nın Hareket Ordusu’nda kurmay subay olarak görev aldı. 1911’deki görevi, İtalya Trablusgarp’ı işgal ettiğinde yerel Arap güçlerini örgütlemekti. 1912-13 Balkan Savaşları yenilgisinin ardından bölgeye vardığında mutlaka Edirne’nin geri alınması gerektiğini söyledi; fakat bu hususta İttihatçıları ikna edemedi.6

1915’te Gelibolu’da 19. Tümen’i komuta etti. 1916’da Tuğgeneralliğe yükseldi. Rusların işgal ettiği Doğu Anadolu’ya görevlendirildi. Bitlis’i ve Muş’u geri aldı. Suriye’de 2. ve 7. Ordularda görev aldı. Tüm bu görevleri yerine getirirken Osmanlı’nın Almanlar tarafından kullanılmasına, Almanya’nın istekleri doğrultusunda hareket etmesine itiraz etti. 1917 yılının Ekim ayında kaçak yollarla İstanbul’a döndü.
Mustafa Kemal Paşa’nın İttihatçıların Almanlarla ittifakından rahatsız olduğu herkesçe malumdu. Mondros Mütarekesi ve bastırılamayan Batı tazyiki, onu Anadolu’daki direniş kıvılcımlarından büyük bir ateş yakmaya itti. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Anadolu’ya doğru harekete geçti ve bu hareketini şöyle işaret etti:7
“Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların, herkesin hazır olması lazımdır. İstanbul’a gitmeyeceğiz. Anadolu en büyük hazinedir. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye kadar aramaya, sağlamaya çalışacağız.”
Mustafa Kemal Paşa, 1919, Heyeti Temsiliye, Kırşehir
Cumhuriyet’in ilanına kadar süren çarpışmalar, mücadeleler, nihayetinde Mondros Mütarekesi’ni ve 1920 Nisan’ında San Remo’da şartları belirlenen Sevr Antlaşması’nı mülga eden Lozan Antlaşması’na Batılı devletleri oturtana kadar devam etti. Türk milleti bağımsızlığını ve egemenliğini işgalci devletler başta olmak üzere tüm dünyaya ilan etti. Ancak bu süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın temsil ettiği siyasetin karşısında bütün bir Osmanlı geçmişi ve son dönem meşruti monarşi tecrübeleri vardı.
2 Ağustos 1914 günü Bâbıâli tarafından Harbiye’nin kontrolünü büyük oranda Almanlara bırakan ‘İttifak’, İttihat ve Terakki Fırkası için Avrupa’ya karşı bir güvenlik sigortası olarak lanse edildi. Ancak bu öyle bir sigorta idi ki adeta Avrupa’ya karşı Avrupa tarafından verilmiş gibiydi. Ziyadesiyle hem İngilizlerin hem de Almanların, Osmanlı’nın son yüzyılı boyunca başta Harbiye’sinin kılcal damarlarına kadar tetkik etmediği bir tarafı zaten kalmamıştı.
“Türkler, Avrupalıların kendi uluslarından bilim, sanat, refah, cesaret ve güçte üstün olduklarını tereddütsüz kabul ederler. Yeniliklere üst sınıf ve tebaa karşıdır. Türkler kendilerini Avrupa’da evlerinde hissetmez, bu nedenle (ekseriyetle) ölülerini Asya kıtasında defneder. Türkiye askeri olarak sıfır ve hasta adamdır. Dil, kültür, politik ve askeri düşünce, ön yargı, gelenek ve görenekleri Osmanlıyı Avrupa’dan kesin olarak ayırmaktadır. Avrupalıların savaş bilimini kısa sürede öğrenmeleri bir mucizedir, ancak Tanrı, Osmanlı’yı akıllandırmak için bir mucize yaratmayacaktır.”
Prusya İmparatorluğu Askeri Misyon Şefi Helmuth von Moltke, 1839.8
Bismarck’ın demir imparatorluğunu İttihat ve Terakki’nin yönettiği Osmanlı’ya hâmi kılan “Almanya ile İttifak”, Birinci Dünya Savaşı boyunca başta ekonomik zaafiyetler ve ordunun reorganizasyon sorunları içerisinde olan Osmanlı ile, Almanlar adına cephede ölecek asker ihtiyacının alışverişi anlamına geliyordu.
Bu ittifakla Osmanlı donanmasını ve ordularını kontrol eder hâle gelen Alman generaller, karar vericiler üzerinde tek hâmi değillerdi. Ancak başta Amiral Limpus yönetimindeki İngiliz heyetinin geri çağrılması, 1904’ten beri Osmanlı Gümrük ve Maliye Nazırlıklarına danışmanlık yapan Richard Crawford’un istifa etmesi ve nesnel savaş koşullarının da oluşmasıyla artık anahtarları ellerine, İttihatçılarla yapılan anlaşma sayesinde almışlardı. Öncelikli hedefleri, Rus Çarlığı’nın boğazlar üzerindeki bütün planlarına engel olmaktı. Buna mukabil Rusya’ya karşı Kafkas Cephesi, Çarlığın Doğu Anadolu’daki ihtiraslarına karşı ve fakat Almanların Rusları jeopolitik olarak sıkıştırmak planları doğrultusunda, önceliği Türk milleti olmadan Ekim 1914’te açılmış oldu.9
Öteden beri aralarında anlaşmazlık olan Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa arasındaki huzursuzluk, 1917’de Türk Ordusu çözüldüğünde daha da belirginleşti. Mustafa Kemal Paşa’nın fikirdaşlarından Fethi Okyar, İttihatçılara meydan okudu ve Almanlara güvenerek savaşa sokulmanın yol açtığı felaketlerden onları sorumlu tuttu.
Hem ekonomik hem siyasi bağımlılığı reddeden Mustafa Kemal Paşa, İttihatçıların Almanya ile kurduğu ittifaka ve bu ittifakın doğurduğu sonuçlara, ardından Damat Ferit Hükümeti’nin İngiltere ile ittifakına ve bu ittifakın yol açtığı egemenlik sorunlarına karşı durarak İstiklal’den başka seçenek tanımadı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı’yı kurtarmayı, halk-saray ikiliğini sürdürmeyi, hilafetin her şeye rağmen korunması gerektiğini reddetmesi, tüm bu tecrübelerden bağımsız olarak “Türklerin ancak Cumhuriyet ile yönetileceği” düşüncesini gerçekleştirmek üzere öteden beri inandığı kurtuluş yoluydu. Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet’i yalnızca çağın gereği olarak değil; Türk Töresi namına da talep etmekteydi. Damat Ferit Hükümeti’nin Kuvayı Milliye’ye yönelik baskısı karşısındaki sözleri bu hususa bir örnektir:
“Hükümet, töreye uygun ulusal akıma karşı direnmekten vazgeçerek Ulusal Güçler’e dayansın ve her türlü girişimlerinde ulusal istekleri kılavuz edinsin.”
Mustafa Kemal Atatürk, Erzurum Kongresi, 1919.10
Mustafa Kemal Paşa, daha Selanik’e İttihatçıların yanına ilk gittiğinde onların besledikleri fikriyat, geliştirdikleri politikalar, hayalini kurdukları yönetim biçimi ile uzlaşamayacağını biliyordu. Buna karşılık, Şevket Süreyya Aydemir’e göre İttihatçıların yıldızı Enver Paşa da Mustafa Kemal Paşa’yı kendi çevresinden uzak tutmak istemekteydi.11 Çünkü İttihatçı kadroların Mustafa Kemal Paşa’nın fikirlerinden etkilenmesinden endişe etmekteydi.
İttihatçıların ileri gelen isimleri, Osmanlı’yı yaşatmak ve hilafeti mutlak surette korumak gerekliliğinde hemfikirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gücün monopolleşmesinin karşısında olan fikirlerinden rahatsızlardı.12 Ordu ile cemiyetin ayrılması gerektiğine kanaat eden ve bu kanaatini defalarca İttihatçılara serdeden Mustafa Kemal Paşa’nın, Meşrutiyet’in ilanının ardından sezdiği felaketlere karşı uygulanması gerektiğinin elzem olduğunu düşündüğü hususlar ise şunlardı:
Cemiyet, siyasi bir parti olmalı ve ordu bu cemiyetten ayrı olmalıdır. Cemiyet Masonlukla ilişkisini kesmelidir. Mason tüzüğünden alınma maddeler tüzükten çıkartılmalıdır ve gülünç olan kabul töreni kaldırılmalıdır. Ordu tamamen siyasetten el çekmelidir. Cemiyette hiyerarşi olmamalıdır. Eşitlik olmalıdır. Din ve siyaset işleri mutlak surette birbirinden ayrılmalıdır.
Mustafa Kemal Paşa, Selanik, II. İttihat ve Terakki Kongresi, Eylül 1909.13
Balkan Savaşları’ndaki savunma ve taarruz stratejilerinde Mustafa Kemal Paşa’nın öngörülerini dikkate almayan İttihatçıların siyasete dair görüşlerinde de onunla hemfikir olmadıkları aşikâr iken, dahası iktisadi kararları her ne kadar Ahrar Fırkası üyelerinin arzuladığı biçimde adem-i merkeziyetçi değilse de, yabancı yatırımcıların ilgisine mazhar olmayı çare görme eğilimindeydi. 1909’da Maliye Nazırı olan Mehmet Cavit Bey, ülkeye yabancı sermayenin girmesini istemeyenlerin sayısının az olduğunu; işletmecilik becerisinden Türklerin mahrum olması nedeniyle küçük çaplı işletmelere dahi yabancı yatırımcıların kabul edilmesi gerektiğini ifade ettiği söylenir.
Berkes’e göre İttihatçılar için ekonomik çözüm, kapitalist üretim toplumu modeline dönüşmekten geçiyordu.14 Ancak Feroz Ahmad’ın da belirttiği gibi İttihatçıların, bağımsız kapitalist bir ekonomi geliştireceklerine yabancı yatırımcılara rağmen Avrupa’nın müsaade edeceğini düşünmeleri, safdillikten başka bir şey değildi. Nihayetinde Düyûn-ı Umûmiye’den kurtulmak ve bağımsız ekonomi kurmak için 7 milyon liralık borçlanma başarısızlıkla sonuçlanmış ve ardından Avrupa’dan yeni borçlar talep etme girişiminde bulunulmuştu.15

Tarımsal kalkınma için de benzeri politikalar uygulayan, terakkiyi hedefleyen, fakat Alman uzmanlarla çalışan İTC, dönemin ziraat teknolojilerine vakıf olmak için Almanya’dan destek alırken sonuç olarak çiftçinin kârının artmasına hizmet etmişti. Ancak uyguladıkları politikalar, üreticiden ürünü alıp yabancı satın alma şirketlerine pazarlayan tüccar sınıfının doğmasına sebep olmuştu.
Milli ekonomide ilk kapitalist sınıfın doğuşu da bu dönemde gerçekleşmişti. Özellikle meşruti monarşi düzenindeki kapitalistleşme, yabancı yatırımcı zorunluluğuyla birlikte sınıfsal hatların belirginleşmesinin yolunu açmıştı. Gelgelelim Osmanlı’nın son döneminden miras kalan bu yeni doğmuş hevesli burjuvazinin çıkarları ise 1923’te kurulmuş taze Cumhuriyet’in kalkınma doktriniyle hep pasif agresif bir ilişki kurmuştu. (1929 İzmir İktisat Kongresi’ne biraz da bu gözle bakmak yerinde olacaktır.)
“Yeni Türkiye’nin temelleri atılırken çocukluk dönemindeki burjuvazinin kısa vadeli planlarına ters düşüldü. Bu burjuva sınıfı, Amerikan mandasını kabullenebilir ve laik bir Cumhuriyet yerine geleneksel dinî ideolojiye sahip ılımlı meşruti bir monarşiyi yeğlerdi.”16
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1985
Cumhuriyet demek, kendi özünde Anadolu’nun gelişmesi, tarımın, teknolojinin ilerlemesi, hayvancılığın, sanayinin gelişmesiydi ve bunların devletçi-halkçı bir zeminde gerçekleşmesiydi. Cumhuriyet’in politikalarını Kadro adlı dergide kavratmaya çalışan Burhan Asaf, “Faşizm ve Milli Kurtuluş Hareketi” başlıklı makalesinde Türk Milli Devrimci Hareketi’nin sınıfsız bir toplum yaratma amacıyla sınıflaşmayı reddettiğini, sınıflaşmanın oluşmasına engel olacak önlemleri aldığını, üstelik yarı sömürge durumuna düşmüş bir Osmanlı sonrasında bunu başardığını yazmıştı.
Uzun sözün kısası, devletçi ekonominin yasal kurallarla korunması, zenginlerin sömürüsünün önünde bittabi engeldir. Asaf’a göre sömürgeciliğin her türüne karşı bir mücadele olan Türk Devrimi, 1923’te Lozan Antlaşması ile birlikte tamamlanmıştır. Bu bağlamda Cumhuriyet’in kuruluşunda işgal ordularına karşı ne kadar karşı konulup direnildiyse Saray ve Galata bankerlerine karşı da o kadar direnilmiştir.17
***
Batıcılık mı? Halkçılık mı?
Türk Devrimi’nin Batıcı olmadığı; bilakis halkçı olduğu Burhan Asaf tarafından değerlendirilmiştir. Onun görüşlerine Şevket Süreyya Aydemir Yön dergisine verdiği bir röportajda katılır. Zeki Mesut da, bütün Asya’nın sömürgecilerden kurtuluşunu Türk Devrimi’ni örnek almalarında görmüş ve şöyle yazmıştır:
“Asya’nın kurtuluşu, Roma’nın iddialarında ya da faşizmin kurallarında değil; kendi ortamında, kendi toprağında, kendi çocuklarının zekasında ve kendi fatihinin deneyinde yatmaktadır. Eğer genç Asyalılar, ilham ve hayattan bir örnek almak istiyorlarsa Türk Devrimi’ni ve onun benzersiz karakteriyle inisiyatiflerini daha derinden incelesinler. Devrim, bağımsızlık ve uygarlık, milletin kendisinin ürünleridir. Ödünç alınamadıkları gibi ne ithal ne de ihraç edilebilirler.”18
Hâkimiyeti Milliye, 13 Ocak 1934 (İtalya ve Asya)
Vakıa odur ki Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğu söylemi, Batıcılar kadar Batı’dan da sirayet etmiş bir söylemdir. Bunun en büyük nedeni Türk Devrimi’nin Batı’da yarattığı kaygıdır.
Feroz Ahmad’a göre, Mussolini’nin Türkiye’nin Asya değil Avrupa ülkesi olduğunu söylemesi, Türkiye’nin 12 ada üzerindeki iddiası sebebiyledir. 1934’te asıl misyonunun Asya ve Afrika olduğunu söyleyen Mussolini’nin karşısında Türkiye önlemler almış, İtalya ile diplomatik ilişkilerinde mesafe uygulamıştır. Sovyetler Birliği ile ilişkilerini güçlendirmesinin ardından gelişen siyasi süreçte 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Milletler Cemiyeti’nde kolektif güvenlik anlayışının savunucusu statüsünü edinen Türkiye Cumhuriyeti, İtalyan tehdidine karşı Habeşistan’a destek olmuş, İspanyol İç Savaşında da Cumhuriyetçilere yardım etmiştir.19
“Faşizme karşı neredeyse her müttefikin kabul edilebilir göründüğü 1935-39 yıllarında, solcular kendilerini Mustafa Kemal'i överken ve ardından Romen Carol'a karşı şefkat geliştirirken buldular.”
George Orwell, 1943.20
Anadolu’nun işgali sırasında Batı egemenliğini talep eden, kâr odaklı yaşamından taviz vermek istemeyen yerli zenginler için “milli egemenlik” fikriyatı elbette rahatsız edicidir. Bu sebeple İstanbul’daki Anadolu Hareketi karşıtlığının içinde, bunların kurnaz muhalefeti de söz konusudur. İngiliz himayesi talep eden liberaller, toprak ağaları, Meşrutiyet döneminin yarattığı ekonomiye şükran borçludurlar.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde üstüne gidilen toprak ağalarının imtiyazlılığı, tüccarların kâr beklentisi, yabancı yatırımcılarla iş birliği, devlet kontrolünden sıyrılmak isteyen sermayecilik ve yabancı yatırımcılığı, CHP içinden yükselen liberalizm yanlısı politikalarla zamanla terk edilmiştir.21 Bu öylesine bir ‘dönüşüm’dür ki, vaktinde Bekir Sami Bey’in Dışişleri bakanlığından istifa etmesinin bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından talep edilmesine sebep olan serbest piyasacı, hakkaniyet içermeyen ve Halkçılık ilkesiyle çelişen görüşleri, Atatürk’ün terk-i diyar etmesinin ardından partinin hakim anlayışı olmaya başlamıştır. Bu örnek bir diğer yanıyla Cumhuriyetçi doktrinden İttihatçı pragmatizme gerilemeyi de işaret eder.
1945 sonrasında CHP içinden çok sayıda liberal ve muhafazakâr parti doğmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İsmet Paşa’nın da dediği gibi “yeni bir dünya kurulmuş ve Türkiye de içerisinde -Batı kanadında- yerini almıştır.” Yunanistan ile birlikte peşi sıra NATO’nun ‘ilk genişleme hamlesi’ kapsamında üyelik daveti alan Türkiye için İngiltere’nin vizyonu ise Türkiye’nin, Anglo-Sakson emperyalistlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurguladıkları jeopolitik dengelerin Ortadoğu’da bekçiliğini yapmasıydı. Bittabi NATO üyeliği boyunca Türkiye Cumhuriyeti, artık Batı’nın en Doğu’daki karakolu olarak Sovyetlerin yayılmasının önünde engel teşkil edecek bir set görevi görmekteydi. Bir başka deyişle, Feroz Ahmad’ın ifade ettiği gibi, ‘‘Türkiye, NATO’ya üye olduktan sonra tüm dış politika seçeneklerinden vazgeçerek örgüte tamamen bağımlı hâle geldi.’’ 22
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’de, Sovyetlerin komünizmi yaymasının önüne geçme iddiasıyla 1947’de Truman Doktrini ve ardından Marshall Planı uygulamaya konuldu. “Truman Doktrini ile Marshall Planı her zaman için bir cevizin iki yarısıdır.” diyen dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman’ın iddiasına göre Türkiye en az Yunanistan kadar yardım edilmesi gereken ülkeydi.23 İşbu sözde kalkındırma planlarına Türkiye 4 Temmuz 1948’de dahil edildi ve Marshall yardımları kapsamında 1952 yılına kadar ilk etapta 350 milyon dolarlık Amerikan yardımı temin edildi.
Truman Doktrini ve Marshall Planı ile yeni bir dönemin kapısı açıldı. Artık sanayide, tarımda, ekonomide ve eğitimde Türkiye’nin Batı’ya bağımlı kılınıp yerli üretimden uzaklaştırılması sağlanacaktı. Akabinde Fulbright Programı ile Amerikan vakıflarının Türkiye’deki üniversitelere akademik ve mali destekte bulunması, eğitimi Amerikanlaştırdı. İlkokullarda Amerika’dan gönderilip ücretsiz dağıtılan süt tozu tüketimi ise öğrencilere zorunlu kılındı. Dahası Amerika’nın Türkiye’ye ihraç ettiği margarin ve sıvı yağlar, yerli üretim zeytinyağı karşısında propaganda yoluyla servis edildi. Tekstilde, tarım teknolojisinde de ABD ürünlerinin zorunlu alıcısı olan Türkiye’de, yerli savunma sanayinin pahalı olduğu ve NATO standartlarına uymadığı gerekçesiyle uçak fabrikaları kapatıldı.24
Bu yeni dönemde liberalleştirilen ve yeniden alevlendirilen islamcılıkla birlikte Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın Batı hegemonyası kampında yeniden doktrinize edilerek, adım adım devletçilikten, laiklikten ve halkçılıktan uzaklaşmıştır. Bütün mesafelerin açılmasının meşrulaştırıcı tevili ise sözde milliyetçilik sayesinde kazanılmıştır.
Türkiye’nin son seksen yılında, fikir, kanaat, söylem, ticaret ve siyaset önderlerinin beslenmiş olduğu habitat; Cumhuriyet karşıtlığında kolaylıkla milliyetçi söyleme sarılabilen, Batı bloğunun bugün büyük sarsıntılar geçiren değerler sitemine tam adapte olmuş, buna rağmen Batıcılığı bir yaşam tarzı konseptinde Cumhuriyet ile eşleştiren ve yerli ve milli söylem mintanını rahatlıkla giyinebilenlerin hayatta kaldığı bir habitattır.
Halbuki Cumhuriyet projesi ne Doğucu ne Batıcıdır. Halkçıdır.
Cumhuriyet’e gelene kadar gayrimüslimlerin hakimiyetinde olan ekonomik yaşam, ilk defa Cumhuriyet ile birlikte milli kalkınma modelini inşa etmiş, madencilik, demir yolları, tekstil, demir çelik sanayi, kağıt, çimento, şeker üretimi, hatta uçak fabrikasına varıncaya kadar üretim temelli devlet kapitalizmini tesis etmiştir. Ve bunun da meşruiyetini Türk milletinden almıştır.
“Atatürk, 1930’ların diktatörlerinden değildi. İnsanları yönlendirmek amacıyla hareket etmiyordu. Halkı reformları kabul etmeye ve anlamaya çağırıyordu. Toplumu hiçbir zaman; örneğin General Franco’nun 1936 sonrasında İspanya’da yaptığı gibi; sembollerle yönetmedi. Faşizmlerde görülen türden semboller var etmedi.”
Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 2006.
Özetleyecek olursak monarşi, toprak ağalığı, aşiret reisliği ve bu yapıların iş birliği yapmakta sakınca görmediği yabancı sermaye egemenliği, din devlet birliğiyle egemenliğin ayrıca dinî bir sınıfla bölüşülmesi ve Batı endeksli siyaset, vaktinde İTC tarafından korunmuş olup, Cumhuriyet’in ilk on yılında ise ortadan kaldırılmaya azmedilmiştir. Milli egemenliğin hem siyasette hem ekonomide hem dinî alanda ilanı olan bu politikalar, eski sınıflar tarafından hazmedilememiştir.
***
Çıkmaz Sokaktan Çıkmak İçin İlk Adım
Herkesin bir diğerini daha az milliyetçi ve vatansever olmakla suçladığı bir toprak parçasında, cedel döngüsüne dönmüş düşünceler içerisinde, Batı’ya karşı iradenin yitirilmesine sebep olan tüm bağımlı fikirlerin birbirine dolandığı ipi ne kesip atabilir?
İttihatçılar, Türk milliyetçiliğinin gelişmesine katkıda bulunmuştur ancak siyasi ve iktisadi alanlarda olduğu gibi, kültür ve eğitim alanlarında da Batı endeksli anlayışa sahip olmuşlardır. Herhangi bir dönemde milliciliğin gelişmesi, o dönemin politikalarının milli olduğu anlamına gelmemekte, bilakis tepkisel olarak da doğmasına neden olabilmektedir. Tanzimat ve Islahat, ilk vatansever muhalefetin gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bununla birlikte vatansever muhalefetin de her zaman bağımsızlık bilinciyle hareket etmediği söylenebilir. Örnek olarak Genç Osmanlıların Tanzimat’a ve Islahat’a yönelik muhalefetlerinden 1876 Anayasası (baskı rejimi) doğmuştur. Baskı rejimine muhalefetler arasından mandacı siyasetler ortaya çıkmıştır. Sonuç itibariyle Türk milletinin egemenliğine ve bağımsızlığına yönelik ilk ve hâlihazırdaki tek siyaset, Cumhuriyet’in kuruluşunu gerçekleştiren Türk Devrimi olmuştur.
Gelişmiş sanayi sahibi devletlerin, sanayide geri kalmış, zanaatı millileşmediği gibi ekonomisi de azınlıkların elinde bulunan, sonra zamanla dışa bağımlılığı artan ülkeleri, ekonomik ve siyasi olarak sömürdüklerini ifade eden Akçura’ya göre bunun sonunda mutlak surette kültürel emperyalizmin sömürüsü de doğmuştur.25 Bu bağlamda Tanzimat dönemi Osmanlı siyasetini ve süregiden süreçte ulaşılan II. Meşrutiyet dönemini hem iktisadi hem kültürel politikaları nedeniyle eleştiren Akçura, II. Meşrutiyet döneminin Batı endeksli politikalarını, eğitim anlayışını eleştirmiştir. Akçura’ya göre Osmanlı’da eğitim, tarih yazımı, Batı’yı merkeze aldığı gibi II. Meşrutiyet döneminde okutulmaya başlanan Antropoloji dersleri de sömürgeci Batı Antropolojisidir.
II. Meşrutiyet döneminde tarihçi Ali Reşad Bey’in okuttuğu tarih derslerinin Tevrat merkezli Batı tarihi olduğunu, bunun mutlaka terk edilmesi gerektiğini ve Türk tarih yazımına geçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Tanzimat itibariyle başlayan Darulfünun Batı merkezli tarih anlayışı II. Meşrutiyet ile birlikte son sınırlarına ulaşmıştır. Akçura’ya göre tarihe Batı’nın gözlükleriyle bakamayız. Gözlükleri çıkarıp öyle bakmalıyız. Burada bir Türk gözlüğünden söz etmemesi tabii bir ilim anlayışını talep ettiğini göstermektedir. Hakikati kendi gerçekliğiyle görmek, çıkmaz sokaktan çıkmanın ilk adımıdır.
Osmanlıların, II. Meşrutiyet ile çok daha yoğun biçimde sömürgeci Batı’nın ürettiği tarihi tercih ettiğini bildiren Akçura I. Türk Tarih Kongresi’nde şöyle söylemiştir:
“Avrupa’nın bu ilmi metodunu benimsemeyen bir kavim var idiyse o da yakın zamanlara kadar Türklerdi. Osmanlılar, gayeyi ve ana hattını seçmeden Fransız kitaplarını aynen tercüme ederek liselerde ve orta mekteplerde okutuyorlardı. Bu hatalı harekete hitam vererek Avrupalıların tarih tedvin ve tedrisinde kullandıkları doğru usulü tamamen (integralement) tatbik etme zamanı nihayet büyük hocamızın (Mustafa Kemal Atatürk) irşadı sayesinde hülul etti, Türklere yol gösteren o kudsi elin işaret ettiği tarafa doğru yürümeye başladık. Cihana nazarımız bundan böyle Avrupa gözlüğü ile olacak değildir; gözlükleri kırarak çıplak gözümüzle hakikati ve menfaatimizi görmeğe çalışıyoruz.”26
Tüm bu veriler ışığında milliyetçiliğin ancak Cumhuriyetçiliği ölçüsünce halka hizmet edeceğini, Cumhuriyetçi olmayan milliyetçiliğin halk düşmanlığına varacağını, ideolojiye hapsolacağını söylemek zorundayız. Türk Devrimi’nin maksadının Batılılaşmak yahut Avrupa’nın müttefiki olmak değil; muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak olduğunu, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma hedefinin ise kendi benliğinden vazgeçmeden, bağımsızlıktan taviz vermeden gerçekleşebileceğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Avrupa, zayıflayan gücünü Türkiye’nin Batı ile müttefikliği üzerinden kurmaya kalktığı zamanlarda Cumhuriyetsiz milliyetçilikler icat olunmuş ve gayrimeşru bu icatla Cumhuriyet karşıtı isimler milliyetçilik mintanıyla servis edilmiştir. Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve kültürel bağımlılığına hizmet eden bir milliyetçiliğin yargılanacağı tek bilinç ise, evvel ahirde Cumhuriyetçilikten başka bir ilke değildir.
Olmayacaktır.
İsmail Kara, 2004, Hilafet Risaleleri, Klasik Yay. İstanbul, IV, 393-408
Aziz Ahmad, 1970, Islamic Modernism in India and Pakistan: 1857-1964, London, s. 195-207.
Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı, Yenigün Haber Ajansı Yay., 1998, I, 38-63.
Yusuf Akçura, 2015, Siyaset ve İktisat, (Haz.: Erol Kılınç), Ötüken Yay., İstanbul, syf: 21-32
Suphi Nuri, “Halk Fırkası-İkinci Grup-İttihatçılık” İleri, 6 Nisan 1339/1923, nr. 1859.
Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2022, 85.
Sırrı Kardeş, Heyet-i Temsiliye ve Mustafa Kemal Kırşehir’de, Kırşehir Belediyesi Kültür Yay., Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Kırşehir, 2007.
Er, M. (2013). “Das Türken – Türkeibild in Helmuth Graf Von Moltkes Briefen (1835-39)”, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 30, Sayı 1, Ankara, s. 141-152.
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 67-68.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Türkçesiyle), Say Yay., İstanbul 2018, 78.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal (1881-1919), İstanbul 1965, c. I, 90.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Yay., İstanbul 1968, 47.
Münir Aktepe, “Atatürk'ün Sofya Ataşeliğine Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Olan Münasebetleri ve Bu Hususla Alâkalı Bir Belge”, BELLETEN, 38/150 (Nisan 1974), 263-294.
Niyazi Berkes, Felsefe ve Toplumbilim Yazıları, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2021, 250-259.
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yay., İstanbul 2001, 41.
Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 203.
Burhan Asaf, “Faşizm ve Milli Kurtuluş Hareketi”, Kadro, I,8, Ağustos 1932, 38-39; Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 211.
Hâkimiyeti Milliye, 13 Ocak 1934 (İtalya ve Asya). Aktaran: Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 210.
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 214.
“Who are the War Criminals?”, Tribune-London, 22 Ekim 1943.
Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 224.
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 112.
Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, Kum Saati Yay., İstanbul 2003, 492.
İsmail Cem Ay, “Marshall “Yardımları” : Türkiye’nin Dışa Bağımlılık Sürecine Etkileri”, Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 1, Yıl: 2021, 53-64.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, Ötüken Yay., İstanbul 2015, 144-166.
Akçuraoğlu, Yusuf, Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair, I. Türk Tarih Kongresi 02-11 Temmuz 1932 Konferanslar Müzakere Zabıtları, TTK Yay., Ankara, 2010, ss. 577-607, s. 606.