Türkiye Halk Hükümeti
3 Mayıs Türkçülüğüne Bir Eleştiri: Yusuf Akçura'nın Milletperverlik Düşününden Hareketle Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek

Yazar:
Yayıma Hazırlayanlar:
,Başlarken…
Gûngen’de daha önce kaleme almış olduğum “Cumhuriyetsiz Milliyetçilik” başlıklı yazımda Yusuf Akçura’nın Türkiye’de tespit ettiği iki tip milliyetçilikten birinin ‘saldırgan ve ırkçı milliyetçilik’ olduğunu ele almıştım. Akçura’ya göre er ya da geç yok olmaya mahkûm olan bu milliyetçilik, ırk üstünlüğünü esas alarak Avrupa’da görülen milliyetçiliklere öykünmektedir:
‘‘…Bizde Türkçülük cereyanının gitgide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Birisi emperyalist Türkçülük, diğeri de milliyet esasını alarak her millet için telakki ettiği hakkı Türkler için de talep eden, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyan demokratik Türkçülüktür. (…) Emperyalist Türkçüler, ekseriyetle Avrupa Nasyonalistlerine benzerler. Mücerret hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini artıran milliyetçiliğe taraftardırlar. (…) Vakıa Avrupa Nasyonalistlerinin nazarında milli hak, mücerret [soyut] ve mutlak değildir; siyasetin bir aracıdır. Demokratik Türkçülük ise hakka dayanır ve savunmacıdır. Gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenilen hakkı müdafaaya çalışır; emperyalist milliyetçilik ise saldırgandır. (…) Saldırgan milliyetçilik er ya da geç yok olmaya mahkumdur…’’1
Yusuf Akçura, Cihan Harbine İştirakimiz ve İstikbalimiz, 16 Eylül 1919.
Bu kısa hatırlatma, Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin geçmişten günümüze ayrılan kollarının yol haritasına dair iki istikameti belirgin kılmaktadır. Paris Siyasal Bilgiler Yüksekokulu’nu dereceyle bitiren Akçura, Avrupa siyaset tarihiyle Türk devlet geleneği arasındaki farkları kavramış ve emperyalist Avrupa’yı “sömürgeci” olarak tarif etmiştir.
Müstemlekeci [sömürgeci] milletler, emperyalist devletler icat ettiler. Arya ırkının diğer ırklara tefevvukunu [üstünlüğünü] en çok propaganda eden zat Gobineau, Asya’da çok dolaşmış bir diplomattı. Bu nazariyenin taraftarları, Arya ırkından başka ırkların aşağı, pes olduklarını ve Allah tarafından Aryalılara mahkum ve hizmetçi olmak üzere halk edilmiş [yaratılmış] olduklarını neşir ve telkin ediyorlardı. Aryacıların nazarında Ari olmayan kavimler adeta at ve eşek gibi, Arilerin hayat ve saadetinde terakki ve tekamülünde onlara alet ve vasıtadan ibaretti. Aryalık haricine bıraktıklarına insanlık haklarını tanımıyorlardı. Bu böyle olunca bu yarım insanların Aryalılar tarafından istihdam ve istismar olunmaları pek tabii adeta fıtrat icabı görünecekti. Biz hakka ve hakikate mugayir olan bu noktainazarı asla kabul etmiyoruz. Avrupalıların tahakküm gayesini istihdaf ederek [hedefleyerek] ortaya attıkları ırk nazariyesinin ilmî bir kıymeti de yoktur.2
Biz Avrupa müstemlekeleri haline getirilen memleketlerin ahalisine, müstemlekeci milletler nazariyesinden bakacak değiliz; biz bütün dünyada yaşayan insanları, Avrupalılar gibi ve onlar derecesinde hukuku haiz adam evlatları telakki ediyoruz. Avrupalıları doyurmak ve semirtmek için halk olunmuş bir nevi hayvan sürüleri gibi değil. Buna binaendir ki Avrupalı müelliflerin süsleyip bezeyerek medeniyet naşirliği [yayıcılığı] ve insaniyet hâdimliği [hizmetçiliği] gibi göstermek istedikleri fiil ve hareketlerinin de hakiki mahiyetini görmeye ve göstermeye çalışıyoruz. Tezimizin (Türk Tarih Tezi) en esaslı vasfı; ayırıcı değil birleştirici, zalim değil adil, düşmanlaştırıcı değil barıştırıcı olmasıdır.3
Yusuf Akçura, I. Türk Tarih Kongresi 02-11 Temmuz 1932.
Öte yandan, Akçura’nın Türkiye’de “ikinci kol milliyetçilik” olarak tarif ettiği emperyalist milliyetçiliğin temsilini, Hüseyin Nihal Atsız’ın görüşlerinde bulmak mümkündür.
Atsız’ın takipçilerinin 3 Mayıs Türkçüler Günü olarak kutladığı gün, Türkiye’de milliyetçiliğin, komünizm karşıtlığına indirgenmesinin, protagonist-antagonist ikiliğinde, ‘mutlak kötü’ olarak milliyetçiliğin karşısına komünizmin konulmasının sembolüdür. Atsız, 1 Mart 1944’te Başbakan Saraçoğlu’na yazdığı ilk mektupta komünizm tehlikesine karşı önlem alınmasını istemiş, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i istifaya çağırdığı ikinci mektup sebebiyle Sabahattin Ali’nin açtığı davada, 29 Mart 1925’e kadar süren altmış beş oturumluk mahkeme ile yargılanmıştır.4 Mahkemenin 3 Mayıs 1944’deki ikinci oturum gününde toplanan Atsızcı gruplar, komünizm karşıtı sloganlarla başkent sokaklarında yürüyüş gerçekleştirmiş ve bugünden sonra her 3 Mayıs, Atsızcı Türkçü-Turancı milliyetçiler için ‘3 Mayıs Türkçüler Günü’ olarak kutlanagelmiştir.
Hüseyin Nihal Atsız’ın Türkçülüğü
Nihal Atsız, ışık ve karanlığı birbirinden ayrı mutlak varlıklar olarak telakki ettiği “Işık” adlı yazısında, yukarıda sözünü ettiğim protagonist-antagonist ikiliğine dair bir evren anlayışının işaretlerini vermektedir.5
‘‘Korku ve şaşkınlık içinde yaşayan ilk insanın biricik dostu ışıktı. Çünkü onun sayesinde yiyeceğini bulabiliyor, onun yardımıyla düşmanlarından kurtuluyordu. Işıksızlık onun için korkunç bir şeydi. İnsan muhayyelesinin bulup yarattığı, nesilden nesile göçürerek günümüze kadar ulaştırdığı ne kadar fena, yabanî, tehlikeli şey varsa hepsi karanlıktan doğmuştu.
Eski büyük dinlerin bazılarında kâinat ışık ve karanlık diye iki büyük parçaya ayrılıyor, iyi ve güzel olan şey ışıktan doğuyor, iyilik yapan ve insanları yaratan Tanrı da Işık Tanrısı sayılıyordu.
Ayın ve yıldızların asırlardan beri her milletin şiirinde terennüm edilmesine sebep, karanlık geceleri aydınlatmaları idi.
Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Goethe, ölürken, “biraz ışık, biraz ışık” diye yalvarmıştı (…) ’’
Nihal Atsız, ‘Işık’, Altın Işık, 1947
Her ideolojinin beslendiği bir evren anlayışı vardır ki monist olan Türklere düalist evren anlayışı oldukça yabancıdır. İşbu yabancılığı, yalnız o yabancılık içinde boğulmamış olanlar ayırt edebilmektedirler. Bu bağlamda Türklerde düalizmin olmadığına dair ayrıntılı bilgi için evvelce Gûngen’de yayınlanan “İyinin ve Kötünün Ötesinde: Türklerin Şeytanla Ne işi Olur?” başlıklı şu yazıma bakılabilir:
Öte yandan Türklerin kurtuluşunu ustûre [uydurulmuş hikâye] mahiyetinde göklerden inecek ışığa bağlayan Atsız, Türkçülüğünü idealize edilmiş bir millet tasavvuruna dayandırmaktadır. Atsız’ın tasavvurundaki milletin idealize edildiğini, halk kavramına dair ortaya koyduğu fikirlerden kavramak mümkündür. Atsız’a göre halk, yalnızca o an için var olan topluluktur. Millet ise üç zaman kipini karşılayan bir var olma hâlidir. Milletin her üç zamanda da var olması; yani millî bir tarih, ortak hikâye, gelecek nesillere aktarılacak tarihî bilginin ve millî şuurun varlığı, her zaman zarfında gücünü koruyan millet varlığıyla mümkündür. Millete dair bu tanım, halkla milleti birbirinden ayırdığı için kusurludur. “Üstelik ya millet ya halk olunur” önermesi, idealize edilen millet varlığı içinde realitede halk olarak kavranılan politik özneyi yok etmek için kurgulanmıştır.
Her idealizasyon bir yerden sonra realitenin dışına düşer. Tabiatıyla Atsız’ın bu tanımı, kendi dünyasında sonucu siyasetsizleştirme olacak bir amaca hizmet edip, halkın yaşamsal tecellisini ve sosyo-ekonomik mecburiyetlerini inkâr etmektedir. Zira herhangi bir millet, yahut kadim uluslardan biri olan Türk milleti, hukukî bir birliktir. O; bir dil birliği, tarih birliği, dinin de dâhil olduğu kültürel bir birliktir. Fakat iktisadî birlik, halktır. Halk, her türlü inkâr karşısında sınıfsal bir varlık olarak temayüz eder. Bir şehit haberi geldiğinde üzülenlerin yalnızca şehidin ailesi ve yakınları olmaması, millet birliğine ait olmanın sonucudur. Bir millî maçta Türk seyirciyi ekrana bağlayan, bittabi millî birliğin duygudaşçı hisleridir. Ve fakat, sabah olduğunda pazara giden gelir düzeyi düşük bir kadının, hayat pahalılığı ve mutfağının ihtiyaçları arasında kalarak yaptığı hesaplar, onun realitedeki aitliğidir, halktan olmasıdır.
Atsız, halk kavramını ‘yalnızca komünistlerin’ kullandığını iddia ederek bir başka yanlışa daha imza atmaktadır. Zira anayasada Türk Halkı ifadesiyle, kurucu milletin hem sınıfsal yönüne hem de millî kimliğine doğrudan vurgu yapılarak, egemenliğin bizatihi halka ait olduğu açıkça belirtilmiştir. Nitekim, Türk milliyetçiliğinin doktriner öncüsü, Cumhuriyet’in hangi sınıf temelinde kurulduğunu izah ederken komünizm savunusuna hiç de ihtiyaç duymamış bir mütefekkir olan Yusuf Akçura, halk ve sınıf kavramlarını ziyadesiyle içkinleştiren “Türkiye Halk Hükümeti” tabiriyle anayasal vatandaşlığın dayanacağı özü ortaya koymuştur.
Tıpkı Akçura gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp de, halk kavramını çokça kullanan bir mütefekkir olarak, muasırlaşma için gereken kültür devrimini yine halka dayandırmaktadır.6
Nihal Atsız, halk kavramını Atatürk’ün de kullandığını söyleyenlerin karşısına dikileceklerini pekala öngörerek, onlara cevaben, “Atatürk’ün bu kavramı edebî anlamda kullandığı” savını ileri sürmektedir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk, “Esas itibariyle tetkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız —ki halkçılıktır— kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır.”7 diyerek açık ve sarih bir şekilde halkı, siyasanın kurucu öznesi olarak fiilen ve fiziken baş köşeye yerleştirmektedir.
“Efendiler! Halkçılık, nizam-ı içtimaisini sâyine [toplumsal kuralları yürütmek], hukukuna istinadettirmek [dayandırmak] isteyen bir meslekî içtimaidir [sosyal düzendir]. Efendiler! Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak [saklı tutmak], istiklâlimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce [tüm meclisimizce], heyet-i millîyemizce [bütün milletimizce] bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı, heyet-i milliyece [milletçe] mücahedeyi [cihadı/savaşı] caiz gören [meşru gören] bir mesleği takip eden [hareket tarzını benimsemiş] insanlarız. Binaenaleyh bu ve bu gibi teşvikatla [cesaretlendirme] ve izahatla hükûmetimizin istinadettiği esasın [dayandığı ilkenin], ilmi içtimaiye müstenit [kültürel bilgiye dayalı] bir esas olduğunu bâriz bir surette görürüz! Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz Efendiler!”8
Mustafa Kemal Atatürk, 1 Aralık 1921 Meclis Konuşması
‘Emek sahibi, üretici güç özelliği ile siyasanın kurucu öznesi olarak kabul edilen halk’ kavramını reddeden Atsız, ‘çobandan bilgine kadar homojen, sınıfsız ve çelişkilerden ari, idealize edilmiş bir tasarı olarak millet görüngüsü’nden söz etmektedir. Ancak, hiçbir yerde var olmamış ve hiçbir zaman vuku bulmamış bu tasarı içerisinde belli ki Atsız’a göre sermayedarlar ve emekçiler, varsıllar ve yoksullar, toprak ağaları ve fakir çiftçiler arasındaki çelişkiler hiç yoktur.
Dikkat edilmelidir ki Cumhuriyet’in kurucu öznesi olarak halk, içindeki bütün bireylerin, adalet üzere, hak ve hukukları eşit ve aynı zamanda fırsat eşitliği içinde kamusal alanı paylaşan insanlardan müteşekkil kütledir. Çoban aynı anda bilgin de olabilir ve daha önemlisi çobanla bir profesör arasında vatandaşlık düzleminde ontik bir ayrım söz konusu değildir. Kurucu Fikrin, Tevhid-i Tedrisat ile inşa ettiği eğitim programı çerçevesinde düşünülecek olursa, o çoban başbakan da, cumhurbaşkanı da olabilir. Ne var ki, halkı katmanlı bir kütle değil; homojen bir kitle olarak tasavvur eden Atsız, halkçılığı edebiyat zanneden bir faraziyenin peşinde, geniş yığınları halk olarak kabul etmektedir. Toplumsal katmanlar arasında sınıfsal çelişkinin tartışmasız olduğu yerde, halkçı olmayan bu Türkçülük anlayışının, hakikati gölgeleyen bir söyleme dönüşmesi kaçınılmazdır.
Akçura milliyetçiliği ise, çiftçinin, köylünün, yoksul kentlinin son derece farkında olan, onları savunan bir düşünce olarak sömürücü sermayeye karşı siyasanın bütün öznelerini, topyekûn bir kütle olmaya davet eder. Bu anlayıştan hareketle Akçura, Türklerin sermayenin boyunduruğu altında yaşayamayacağını, bu bilinç doğrultusunda yerli ve yabancı sermayenin, meşruiyetini halk egemenliğinden alan devletin denetimi altına alınması gerektiğini özellikle belirtmiştir.
Kurucu ilkelerinden biri Milliyetçilik, diğeri Halkçılık, bir diğeri de Devrimcilik olan Cumhuriyet’in, diğer bütün ilkeleri hakikat kılan baş ilkesi Cumhuriyetçilik’tir. Cumhuriyet, çokların cem olduğu bir rejimdir. O, tevhittir. Bu tevhitte herkes tek tek öznedir. Herkesin herkese ve kendisine karşı mesuliyetleri vardır. Homojen bir birlik tasarısı ise özneyi dışlar, sonu insansızlaşmaya giden bir totaliter tahakkümü arzular. Bu tasarımda halkın kurucu özne olma özelliğini yitirmesi kaçınılmazdır. Böyle bir düzende Cumhuriyet, anlamını ve ereğini yitirir. Halbuki Cumhuriyet, iradesi olan bireylerden müteşekkil, bilinçli ve haklarına karşı duyarlı bir halk varlığının tasavvur edildiği, işbu halkın hem iktisadî hem kültürel gelişiminin hedeflendiği bir düzendir. Bu fikriyat, pratikte hemen her köye okullar açarak eşit eğitim ilkesini de halkçılık nazarından hareketle hayata geçirmiştir.
Bunun delili, Türkiye'nin siyaset tarihine geçmiş en önemli belgelerin başında gelen ve Mustafa Kemal Paşa tarafından 18 Eylül 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde okunarak kabul edilen Halkçılık Beyannamesi’dir.9 Gazi, bu programı 1921 Anayasası olarak da bilinen Teşkilat-ı Esasiye'nin ön-taslağı mahiyetinde nitelendirmiş ve kanunun bu programdan çıktığını ifade etmiştir.
“Bilmünasebe arzetmiştim ki, ilk Teşkilâtı Esasiye Kanunumuza menşe teşkil eden 13 Eylûl 1920 tarihli bir programı Meclise takdim etmiştim. (…) Siyasî, içtimaî, idari, askerî noktai nazarları telhis ve teşkilâtı idariye hakkındaki mukarreratı ihtiva eden bu program Meclisin 18 Eylûl 1920 günkü içtimaında okunup, bu tarihten dört ay geçtikten sonra takarrür eden ilk Teşkilâtı Esasiye Kanunu, bu programdan çıkmıştır.”10
Halkçılık Programı’nın “MAKSAD ve MESLEK” başlıklı giriş kısmı, Cumhuriyet’in amaç ve hareket tarzını izaha yeterlidir.
Amaç ve Hareket Tarzı:
1-) Türkiye Büyük Millet Meclisi, milli sınırı dahilinde hayat ve bağımsızlığının temini ve hilafet ve saltanat makamının kurtarılması amacıyla kurulmuştur.
2-) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı tek kutsal maksadı ve amacı bildiği halkın emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve egemenliğin gerçek sahibi kılmakla amacına ulaşacağı inancındadır.
3-) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına saldıran emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı müdafaa ve dış düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve düzeni bozmaya çalışan içteki hainlerin yok edilmesi için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar.
4-) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, halkın maruz kaldığı sefalet sebeplerini gidererek saadet ve refahının gereklerini ve vasıtalarını temin etmeyi esas ilke ve dolayısıyla, toprak, eğitim, adliye, maliye, iktisat ve genel olarak toplumsal meselelerde çağın gereğine ve halkın gerçek ihtiyacına göre gereken yenilikleri yapmayı ve kurumları inşa etmeyi başlıca vazife sayar. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti hedef ve amaçlarını gerçekleştirmek için bütün iş ve icraatında millet ve memleketin karşı karşıya kaldığı fiili saldırılara ve düzen bozma girişimlerine karşı milletin birlik ve dayanışmasını bozmaktan, vatanını savunmak kuvvet ve kudretine zarar vermekten şiddetle kaçınır. Siyasi, toplumsal ilkelerini milletin ruhundan almaya önem veren Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu ilkelerin uygulanmasında milletin gerçek eğilimlerini ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurur.
18 Eylül 1920’de Meclisimizde kabul edilen bu amaç ve hareket tarzı hakkaniyetle ele alınmalıdır. Günümüzde en yaygın mistifikasyon nesnelerinden biri olarak, Halkçılık Programının ilk maddesindeki ‘hilafet ve saltanat makamının kurtarılması’ amacından bahsedilmiş olması bilinçli bir tercih doğrultusunda aynı maddedeki asıl şart ‘milli sınırı dahilinde hayat ve bağımsızlığının temini’ mecburiyetini örselemek için öne çıkarılmaktadır. Hakikat şudur ki, hilafet ve saltanat makamında olanlar kurtuluşu halkta değil, bizzat dönemin emperyal güçlerinde görerek işgalcilere teslim olmuşlardır. ‘Türk Milletinin Kurtuluş Mücadelesi’ boyunca, halkın bağımsızlık çabalarının karşısında olmuşlardır. Milli mücadeleyi lanetleyen propaganda faaliyetleri ile yetinmekle kalmayan Osmanlı hanedanı, bizzat halkın üzerine milis ve ordu güçlerini göndermiştir. Bu durum Halkçılık Beyannamesi’nin ilk maddesindeki ‘Milli Sınırlar içerisinde Bağımsızlığın Temini’ şartına kastetmeye çaba gösterdiklerinin kanıtıdır.
Kuvâ-yi Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye ordusunu çıkaran Vahdettin’in padişahlığı ve Damat Ferit Paşa sadrazamlığındaki İstanbul Hükümeti, İstanbul Fetvası olarak bilinen bir fetva yayımlar. Bu fetvaya göre özetle Kuva-yi Milliyeciler kafir ve eşkıyalardır. Dönemin fetvalar savaşı da böylelikle başlamış olur; zira cevaben Ankara Müftüsü ve Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurucusu olan Mehmet Rifat Börekçi, Ankara-Anadolu Fetvası'nı kaleme alır. 153 müftü ve âlim tarafından imzalanan Fetva, 16 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye başkanlığında Anadolu'da dağıtılır ve 19-22 Nisan 1920'de Hakimiyeti Milliye, İrade-i Milliye gazetelerinde yayınlanır. Bugün bu Fetva metni Diyanet İşleri Başkanlığının 23,0968 numaralı Rifat Börekçi sicil dosyasında bulunmaktadır.
Ankara Fetvası sualler ve cevaplar neticesinde beş maddelik bir fetvadır.11 Daha ilk maddesinde buyurur ki; varlık sebebi Müslümanların iyiliğinin idamesi olan hilafet makamı işgal edilmiştir. İngilizlerin emir ve istekleriyle Müslümanların mallarını yağma, canlarını katleden ve İslam toprağına tecavüz eden işgalcilere karşı cihad eden cumhur-i Müsliminin mücahedesini durdurmak isteyen halifenin kurtarılması farzdır. Devamında, ‘Mücahede vazifesini yerine getiren cumhur-i Müslimine karşı duranlar fesada çalışmış olurlar, denilmektedir. Ankara fetvasına göre, vatanı işgal eden devletlerin isteği ile yazılan İstanbul Fetvasının dinen bağlayıcı bir hükmü de yoktur.
1917 Rus Devrimi başta olmak üzere, farklı coğrafyalardaki benzer halk devrimleri incelendiğinde görülecektir ki, halkın bağımsızlık mücadelesine kast eden bütün hanedanlar tüm mensupları ile yok edilirler. Gelgelelim aziz Türk Milletinin töresi edebi gereği, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Bağımsızlık Savaşını yönetenler bu yolu tercih etmemiş, Töre aklından sapmış bir takım aklıevvellerin katliam hezeyanlarına paye vermemiştir. Türk halkı da galeyana gelip hanedan üyelerini katletmemiştir. Sonuç itibariyle işgalcilere teslim olmuş ve halkın bağımsızlık mücadelesi karşısında faaliyet yürütmüş hiçbir makam korunamayacağı için, hilafet ve saltanat da tabiatıyla fesh edilmiştir.
Nihal Atsız ve takipçilerinin zihin dünyasında Vahdettin’in hain olmadığı, hiçbir padişahın hain olamayacağına dair kuvvetli bir inanç vardır. Bu inanç işbu zihin dünyasının mutlakiyetçi tarih anlayışına sahip olduğunu da göstermektedir. “Sultan Vahdettin, bir hâin değildir ve olamaz da… Çünkü o bir Osmanoğludur. (…) Bana göre eğer bir öğretmen benzetmesi yapılacak olursa, bu 40 kişilik sınıftan 32 tanesi sınıf geçmiş 4 tanesi bütünlemeye kalmıştır. Sınıfta kalanlar 3 kişidir. Onlar da hasta olduklarından kalmışlardır. Böyle bir sınıf mükemmel bir sınıftır.”12
Atsız’a sormak gerekir: Eğer Kuvâ-yi Milliye neferlerinin kafir olduklarını ilan eden ve Yunan uçaklarıyla cephelere ve sokaklara dağıtılan fetvaya imza atan Vahdettin, hain değil de yalnızca hasta ise, bu hastalığın adı nedir? Atsız’ın Türkçülüğü, Cumhuriyetsiz olduğu kadar, halksız da olan bir milliyetçiliktir.
Onun Türkçülüğünde halk olgusu, hiçbir katmanının önemli olmadığı, gerçek dışı bir homojenlik iddiası ile kutsanmış, kaynaştırılmış bir kitlenin tarif edilmesinden ibarettir. Bireyler bu kitle içinde, bu kitle içindir. ‘Kabalığın Asaleti’13 diye bir kavram ileri süren Atsız, örneğin tüm okulların kışla hâline getirilmesini ve liselerin idaresinin yüksek rütbeli subaylarda olması gerektiğini düşünmektedir. Gençlik sporlarının okçuluk, kılıç sporlarına dönüştürülmesini istemekte ve öğrencilerin toplu hâlde, hakiki süngü ve silahlarla, hakiki mübarezeler yapmaları gerektiğini bildirmektedir. Sanatın dışlandığı bu hayaline, kadın öğretmenlerin erkek öğrencilere ders vermemesi gerektiğini de eklemektedir.14
Gençlere ‘dansla, baleyle, müzikle vakit kaybetmeyin’ telkinini veren Atsız, Ulu Önder Halaskâr Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet fikrine ve ülküsüne muhalefet hâlindedir. Cumhuriyet’in ve Türk Devriminin nasıl sanatkârane bir ülkü ve pratik ile inşa edildiğine dair teferruatlı bilgi için evvelce Gûngen’de
tarafından kaleme alınmış “Sanat Cumhuriyeti, Sanatçı Atatürk” yazısı okunabilir.“Efendiler… Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz;
hattâ cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat, sanatçı olamazsınız.
Yaşamlarını büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim.”
Mustafa Kemal Atatürk
Atsız’a göre kadınların asıl görevi, bu vatana şerefli oğullar ve faziletli kızlar yetiştirmektir. Kadınlar, kız çocuklarına öğretmenlik etmeli, süsüyle hatta mutfağında kusursuz pasta yapmakla ilgilenmemeli, mükemmel nesil yetiştirici rolü oynamalıdır.15 “Disiplin… Emir vermek gururu ve emir almak sarhoşluğu… Bu sarhoşluk müthiş bir şeydir ve içinde atom enerjisi gibi korkunç bir kuvvet gizlidir.”16 ifadeleriyle tanımladığı Türk ordusunun gayri iradileştirilmiş şahsî tarifini tüm toplum üstünde uygulamak istemektedir.
“Türkçü sert yaşamaktan hoşlanandır”17 diyen Atsız’ın hayalleri, dünyanın başka yerlerinde denenmiş ve neticesi insanlık adına hayırlı olmamış fikirlerdir. Hannah Arendt, totaliter hareketlerin, sınıfları ve kamusal konularda fikirleri olan, yaşamsal haklarını savunan yurttaşları değil; kitleleri hedefleyerek örgütlediğini ifade eder. Bu hareketler kendi düzenlerini vücuda getirdiklerinde, en aşikâr örneği olan Nazi Almanya’sında olduğu gibi, irade sahibi insan varlığı reddedilerek, siyasal özne olarak halk, topyekûn tahakküm içerisinde yok edilmek istenmiştir.18
Nazi doktrinerlerin Volksgemeinschaft kavramıyla ifade ettikleri soy temelli ve hiyerarşik bir örgütlenme biçimindeki yığın, gerçek anlamda ne halktır, ne millettir, ne de içinde bir bireyin özgür varlığından söz edilebilir. Tek bir beden olarak toplum ideali, her an saldırmaya ve birlikte hareket etmeye hazır olarak tasavvur edilmiştir; çünkü içinde o tek bedenden ayrık iradî bir varlık söz konusu değildir. Fakat söz konusu irade sahibi insan olduğunda, onu yekpare bir vücudun hücresi yapma tasarımı, belki de en başarılı uygulandığı Nazi Almanya’sında bile çözülmüş ve parçalanmıştır.
Gûngen’de evvelce yayımladığımız
imzalı “Neşeyle Gelen Tahakküm” makalesi, dışa dönük totaliter rejimlerin, nasıl bir insansızlaştırma kültü olduğu hakkında teferruatlı bir kaynaktır.Nazi ideologlarına göre bu kitlenin zafiyete uğramaması için cinsiyetlerin de yüceltilmesi ve cinsiyet rollerinin tahsis edilmesi gerekmektedir. Bireysel ve toplumsal hukukun yüceltilmesini değil; ırkın ve yekvücut Almanlığın yüceltilmesi için erkekler güçlü, kadınlar ise erkeğe sadık, soylu Alman çocuklarını doğuran asil birer anne ve ev işlerini yerine getiren bir üreme aracı olmalıdır. Cinsiyetlerin politik olarak üretildiği bu tasavvurda erkeklerin ve kadınların siyasetsizleştirilmesi, toplumun ise öznesizleştirilmesi amaçlanmıştır. Çünkü, kadını eve hapseden, erkeği de otoriter yapıların birer atomu, milisi, mankurtu, neferi kabul eden bir düşünceden, bireylerin fert fert siyasanın özneleri olduğu bir toplum fikri beklenemez. Bu bağlamda Türkçülüğü, Turancılığı politik bir iman olarak kavratmaya çabalayan Atsız da Türklüğü bir ideolojiye indirgemeyi istemek suretiyle, milliyetçiliği Türk töresinin tabiatında olmayan bir zincirlenmiş tahayyüle hapsetme arzusundadır. Bu arzunun içinde ezen ezilen, sömüren sömürülen hiç önemli değildir. İnsana dair de bir hakikat yoktur. Atsız’ın halk kavramına karşı tutumu, genç erkeklerin ve genç kızların eğitilmesi amacına dair düşünceleri bunun delilidir. Atsız’a göre Türkçülerin Soyculuk ve Turancılıktan sonra ikinci ve en önemli meselesi gürbüz çocuklar yetiştirmektir.
“Daima çok çocuk ve gürbüz çocuk yetiştirmek prensibinin önemi üzerinde uzun uzun konuşmaya lüzum yoktur. Türkçüler, evlenecekleri kızın sağlık ve soy durumuna ve bu hususta aşka tutsak olmamaya dikkat etmelidir.”19
Hüseyin Nihal Atsız, Orkun, 1952.
Atsız, bir yazısında hırsızlık, yağmacılık ve benzeri bayağı suçları işlemiş Türk olmayan kişilere katliam istemekte, suça mahsus cezayı eksik bulmaktadır: “Türk topraklarında yaşamak hakkı, yalnız Türk’ün olmalıdır. (…) Türk bünyesini mikroptan temizleyecek en güzel tedavi usulü: Katliam!”20
Kutadgu Bilig’de kayıt altına alınmış şekliyle, Türk töresinin zamanlar üstü, değiştirilemez ilkelerinden biri Kişilik (İnsan Olmaklık), diğeri Tüzlük (Eşitlik), bir diğeri de Uzluk (Faydalılık) olan 4 temel ilkenin, diğer bütün ilkeleri hakikat kılan baş ilkesi ise, Könilik, yani Adalet’tir.
Bir Türk devleti var etmek için yola çıkan Mustafa Kemal Paşa, daha yolun en başında Erzurum’dan İstanbul’a çektiği telgrafta, Saltanat hükümetini ‘töreye bağlılığa’ çağırır.21 Türk milletiyle omuz omuza vererek Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp yeni Türk Devleti’ni kurduktan sonra ise, Gazi Paşa insanlığa büyük Türk Devrimi’ni anlattığı Nutuk’unda şu sözleri tarihe miras bırakmıştır: “Herhalde dünyada bir hak vardır. Ve hak kuvvetin üstündedir.”
Nihal Atsız’ın, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet düşüncesinden ne denli uzak olduğu, daha ziyade 20. yüzyılı kana bulayan ırk temelli totaliter rejimlerin fikri atası kabul edilen Fichte’nin meşhur Alman Ulusuna Söylev’inden etkilendiği gayet açıktır: ‘’Asil ruhlu insanın, bu dünyada bile etkisinin ebediyen süreceğine dair inancı, köken aldığı halkın da ebediyen var olacağına dair bir umuda dayanır. Bu umut, sözünü ettiğimiz gizli yasada ifadesini bulan, o halkın karakterine dayanır ve bu karakter, o yasaya ait olmayan ya da onun işlevlerinin bütünlüğüne dâhil olmayan yabancı hiçbir unsurla karışmamış ya da bozulmamış olmalıdır.’’22
Atsız’ın Türkçülüğündeki, Cumhuriyet’in halkçı milliyetçi fikrine muhalif bir diğer husus, Cumhuriyet’in sulhu esas alan milliyetçiliği olmuştur. Atsız’a göre millî ülkü, mutlak surette yayılmacılığa, topraklarını genişletmeye ve dış Türklerle birleşmeye bağlıdır. Dış Türklerle birleşmekle dil ve fikir birliğini değil; toprak birliğini kasteden Atsız, fetihçiliğin sürdürülmesi gerektiğini, topraklarını genişletme ideali olmayan milletlerin zamanla yok olacağını iddia etmektedir. Milletler arasındaki yasanın hayvanlar arasındaki yasa gibi olduğunu dillendiren Atsız, yayılmacı olmayan ülkelerin küçüleceği, başka yayılmacı devletler tarafından işgal edileceği fikrini Türk düşünce dünyasında yaygınlaştırmıştır.
Bu doktrinin patenti yine bir başka Alman, 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Politik Coğrafyacı Friedrich Ratzel’e aittir.
Ratzel kendisinden sonra gelen yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşına fikren büyük katkılarda bulunmuş bir coğrafyacı, etnolog ve siyaset düşünürüydü. Trajik olan şuydu ki, Ratzel, insanın doğayla olan bağını vurgulamak isterken, sonraki yüzyılda bu fikirler, insanın hem tabiatı hem de kendi türünü acımasızca sömürmesine gerekçe kılındı. Özellikle Alman devletlerinin hem Birinci hem İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçlerde emperyal genişleme ihtiyacının teorik bir düzlemde makul gösterilebilmesini mümkün kılan doktrinlerin dayandığı "Lebensraum" (yaşam alanı) kavramı Ratzel’in devletler arası ilişkilere uyarlamasından türemiştir. Kısacası Ratzel, Darwin’in evrim teorisini coğrafyanın engin düzlüklerine ve siyasetin girift labirentlerine taşıyarak devletleri organik bir varlık gibi tasavvur etmiştir. Ona göre, devletler de tıpkı canlılar gibi büyümeli, genişlemeli ve hayatiyetini sürdürmek için yeni topraklara kök salmalıdır.23 Ancak, ölümünden otuz yıl kadar sonra modern Avrupa siyasal tarihinin karanlık projesi olan Nazizm’e ilham veren bir entelektüel zemin haline gelmiştir.
Ratzel’in kuramı, insanı doğanın bir parçası sayarken, aynı zamanda onu vahşi bir mücadelenin içine de hapseder. İnsan topluluklarını hayvanlarla kıyaslamakla yetinmez, onlara biyolojik yasaları uygulayarak, tarihi bir tür ‘yaşam savaşı’ olarak okumaya dayanır. Bu yaklaşım, bilimle etiği birbirine karıştıran bulanık bir söylem alanının yaratılmasına imkan verir ki Nihal Atsız takipçilerinin beslendiği bilim dışı dünyanın bir ayağı da buradadır. Dahası Ratzel’in zihniyetinin özünde, insan ile hayvan arasındaki çizgiyi flu gösteren bir düşünce yatmaktaydı. Kültürleri, devletleri ve toplumları yalnızca mecazi değil, neredeyse biyolojik bir gerçeklikmiş gibi ele alıyor, tarihi "Lebensraum" uğruna verilen bitmek bilmez bir mücadeleler dizisi olarak yorumlamak böylelikle mümkün hâle geliyordu.
İnsan topluluklarının göç etmesi olgusuna da bu perspektifle yaklaşan Ratzel’e göre tarihin seyrini değiştiren göçler, sömürgeleştirmeyle taçlananlardı. Fetihler, bu süreçlerin sadece bir parçasıydı; gerçek sömürgeleşme, işgalcilerin toprağa kök salıp onu işlemesiyle başlardı. Böylece insanlık tarihi, türlerin yaşam alanı için verdiği amansız bir uyum savaşına dönüşüyordu.
“Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi, kendi soyunun bütün dünyayı bürümesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi, dünyayı kaplayamıyorsa bunun sebebi, aynı gayeyi güden başka cinslerin mukavemetiyle karşılaşmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve karşılaştıkları tepkiden ‘hayat kavgası’ doğuyor. Bu arada güçsüzler eziliyor, azalıyor, güçlüler yayılıp çoğalıyor. Bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor. Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet adeta bir şuuraltı itişiyle dünyaya yayılıp hakim olmak ister.”24
Hüseyin Nihal Atsız, Orkun, 1944.
Atsız’ın bu sözleri kim bu konuşan diye sorduruyor:
Ratzel mi, Atsız mı?
Özetle Nihal Atsız, devletler arası ilişkileri hayvanlar alemine benzeştirerek coğrafi anlamda genişlemenin bir ihtiyaç, güçlü ülkelerin yayılmak suretiyle diğerlerinin üzerinde hâkim olmasının bir içgüdü olduğunu kabul edenlerin başta geleniydi Nihal Atsız. Bu nedenle, onun açısından Yahudilerin İsrail’i bu içgüdüyle kurduğunu söylemekte bir beis yoktur. Daha pek çok yayılmacı, emperyalist ülkenin topraklarına toprak kattığını, Türklerin de bir zamanlar yönettikleri toprakları yeniden fethetmeleri gerektiğini ifade etmekten de geri durmamıştır.
Soyculuğu ve büyüklük ülküsünü millî ülkünün olmazsa olmazı sayan Atsız, Türkçülüğün değişmeyen yönünün Soyculuk ve Turancılık olduğunu ifade ederek ekonomiye dair bir teori ileri sürmekten kaçınmaktadır. Bağımsızlığın bir diğer veçhesinin de sermayeye karşı bağımsızlık olduğu hakikatiyle ilgilenmemektedir. Millî İktisat gibi kalıcı bir davaya sahip değildir. Buna karşılık, Milli Ülkünün saldırgan ve istilacı olduğunu söyleyen Atsız, ülkülerin kanla ve kahramanlıkla beslendiği fikrinden hareketle şunları ifade etmektedir:
“Soyculuk ve Turancılık… Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler, meselâ iktisadî, toplumsal ve hukukî görüşler, Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadî veya toplumsal düşünce çürütülebilir.”25
Hüseyin Nihal Atsız, Orkun, 1952.
Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü zaman ve zemin itibariyle öyle söylemek gerektiği için söylediğini iddia ederek, bu sözü ebedî bir düstur olarak benimsemenin yanlış olduğunu ifade etmektedir. Barışçı olmanın, bir başka devleti gücendirme korkusundan kaynaklandığını söylemekte ve dünyadaki yayılmacı ülkeler her yerden kendilerine toprak isterken, barışçı ve insaniyetçi davranmanın yanlış olduğunu ileri sürmektedir.26
Yukarıda bahsi geçen Türk töresinin zamanlar üstü ilkelerinin hepsi, töreyi oluşturan tüm unsurlarla birlikte ilk ilke olan Adalet’ten türemiştir. Bugün bile Türklerin adını ezbere bildiği büyük hakanlar, tarihe adaleti ile nakşolmuş Türk beyleridir. Anadolu’yu yurt edindikten sonra Türk düşüncesini yaşatan ve aktaran isimlerde de bu şiar devam etmiştir. Örneğin, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” sözüyle geleneğin bilgisini aktarmış olan Edebali, bu türeyişin bir devamıdır. Bu bağlamda Atsız’ın “ileride halledilir” diye geçiştirdiği sosyoekonomik ve hukuki meseleler, aslında Türkler için yaşamsaldır. Öte yandan Alman idealizminden feyz alarak “fetihçi-genişlemeci” perspektifini Turancılık mintanına sokan Atsız, Atatürk’ün son derece realist ve dahi törel bilincin üzerine oturmuş Yurtta Sulh Cihanda Sulh ülküsünü ise dönemsel, pragmatik bir çözüm olarak niteleyerek aslında Türk düşüncesinden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir.
Elbette Atsız’ın Türkçü söyleminin dayandığı en önemli husus, ya halk ya millet kabulünden hareketle komünizm karşıtlığı olmuştur. Mesele şudur ki komünizm gibi, komünizm karşıtlığı da bir ideolojidir; ancak Atsız, komünizm karşıtlığına Türk milliyetçiliğini konumlandırmaktadır. Bu konumlandırmada bir indirgeme söz konusudur; çünkü milliyetçilik, herkes için iyiyi talep etme ilkesi olduğu kadar, Türk milletinin ağyarı olmamasından hareket eden bir bilinçtir. Herhangi bir kimse, bir toplum, bir ülke veya bir zihniyet, milletin bağımsızlığına kast etmedikçe, tarihin hiçbir diliminde mutlak düşman addedilmemiştir. Bunun yanı sıra, Türkçü temayüle sahip olduğu hâlde örneğin İttihatçılar, Türk milliyetçisi aydınların İstanbul’dan sürülmesini sağlayabilmişler, yahut Türk milliyetçisi aydınlar, Türkçü İttihatçıların baskıcı rejimine tabi olmama iradesini gösterebilmişlerdir. Demek ki ideoloji birliğiyle değil; bağımsızlık, hak ve özgürlükler temelinden hareket etmişlerdir. Ancak Atsız için düşman, en önce ve en sonra komünizmdir.
1938 sonrasında Türk Devrimi’nin ve Cumhuriyet'in ilkelerinin Kemalizm olarak adlandırılıp, karşısına da İslamcı ve Türkçü propagandanın yerleştirilmesi, bizatihi Cumhuriyet devrimlerini zafiyete uğratma girişimidir. 1945’te belirginleşmeye başlayan İslamcılığın ve Türkçülüğün anti-komünist karakteri, Atsız’da da vücut bulmuştur.
1952’den itibaren Türkiye’nin NATO’nun Doğu karakolu olmasıyla birlikte anti-komünizm ajandası, bizzat NATO’nun öncelikleri doğrultusunda şekillenen siyaset tarafından enstrüman hâline getirilerek bir toplum mühendisliğine dönüştürülmüştür. İslamcılık, anti-laiklik ile anti-komünizm olarak temayüz ederken, Türkçülük de bu söyleme ihtiyacı olan milliyetçi meşruiyetini giydirmiştir. “Komünizm, yoksulluk, gerilik ve bilgisizlik bataklarında açan bir çiçektir.”27 diyen Atsız, yoksulluğa karşı çözüm fikirleri ileri sürmeden yoksulluğun kaynağına değinmeden, komünist karşıtlığına dayanan ideolojisini rasyonalize etmeye çabalamaktadır.
Nihal Atsız, Türk Devrimi’nin sonraki kuşaklara aktarılmasının en temel mekanizması olan eşitlikçi eğitim anlayışı içindeki Köy Enstitülerini, “komünist yatağı” “akrep yuvası” olarak adlandırmıştır.28 Köy Enstitülerin mimarı olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i komünistleri korumakla suçlayan Atsız’ın, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’ndan bütün komünistleri görevden almasını ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifasını istediği mektup şu satırlarla bitmektedir:
“Maarif vekili şimdiye kadar İnönü ansiklopedisiyle ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Milli Şef’e karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere, bütün bu saydığım komünistleri hala mühim vazifelerde tutmak bağlılıkla tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir. Hatta şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri bunları vazifede tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat Maarif Vekili’nin de o makamdan çekilmesi çok vatanperverane bir jest olurdu.”29
Atsız’ın düşünce dünyasının yansıması olarak Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’yi Cumhuriyet’in gerçek kuruluş tarihi olarak görmesi, şaşırtıcı olmasa gerektir. Bu tarihten öncesini gayrimeşru sayıp, DP iktidarını meşru iktidar olarak yorumlaması da…
“14 Mayıs 1950’de gerçek bir cumhuriyet kurulmuş ve meşru bir hükümet iş başına gelmişse de bu hükümet, devlet idaresini gayrimeşru bir hükümetten devraldığı için büyük güçlükler içindedir. Bu güçlükler, yeni hükümetin beceriksizliğinden yahut işlerin çapraşıklığından değil, meşru hükümetin gayrimeşru hükümete halef olmasından ve o gayrimeşru hükümeti meşru bir hükümetmiş gibi saymasından doğuyor.30
Türkiye Cumhuriyeti, 1950 Mayıs’ında kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrimeşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır. Diktatörlüğü yapan, Halk Partisi ve bilhassa onun ileri gelenleridir. Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Müstakil Grup gibi maskaralıklarla milletin ve dünyanın gözünü boyamaya kalkan ve boyadık zannedecek kadar da zekâdan mahrum olan bu partinin yaptığı kanunlar, kanun olmak vasfını haiz değildir.”31
Hüseyin Nihal Atsız, Orkun, 1 Aralık 1950.
1950 öncesindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin devrim çağını diktatörlük olarak itham eden Atsız, Cumhuriyet’in kurucularını da “haydut çetesi” olarak tahkir etmekte, Gazi Meclis’i ise gayrimeşru görmektedir.
“Cumhuriyet çağının birinci ve sonuncu Millet Meclisleri, milletin isteği ile namuslu seçimlerle seçilmiş kanunî meclislerdir. Diğerleri ise seçimle değil, diktatörlerin tayini ile ahbap kayırmak, geçim sağlamak, köle yetiştirmek için kurulmuş gayrimeşru meclislerdi. (…) Yeni demokrat hükümeti yorup yıpratacak en korkunç şey, gayrimeşru meclislerin çıkardığı kanunlarla iş görmek mecburiyetinde olmasıdır. Kanun meşru bir anlaşmadır. Bir haydut çetesinin diktaları kanun yerine geçerse onu kanun diye yürüten topluluktan hayır gelmez.”32
Atsız’ın kuruluş ve devrimler dönemi karşısındaki bu sözde demokrasi yanlısı tutumu, Cumhuriyet karşısında Osmanlıcı bir perspektifin örüntülenmesidir.33 Bunun karşısında Halkçı-milliyetçi Cumhuriyet fikrinin vücut bulmuş hâli kendini Yusuf Akçura’da gösterir. Türkiye’nin emperyalist devletlerin işgalinden kurtulduğu Millî Mücadele’nin hem askerî cephesinde hem entelektüel cephesinde yer alan Yusuf Akçura için iktisadî, hukuki ve içtimai boyutlar, düşüncesinin nirengi noktasıdır.
Yusuf Akçura’nın Halkçı Milliyetçiliği
Yusuf Akçura, defalarca cephelerde Yüzbaşı rütbesiyle savaşmış, Harbiye geçmişi olan bir Türk mütefekkiridir. Yurdun asıl istinatgâhının zenginler, vekiller ve aydınlar olmadığını söyleyerek hürriyet için canını feda eden Mehmetçiği ve onu var eden Türk halkını devletin esası saymıştır.
Ey zengin tüccar efendi! Elinde birkaç yüz vagon buğdayın, birkaç bin kantar tiftik ve yapağın var, â'lâ! Bir müddettir bunları istediğin gibi satamadığın için mustaripsin, yazık! (...) Senin malını, canını, hanının taş duvarları değil, mağazanın koca demir ve kilitleri değil, asla değil, Mehmetçiğin demir bedeni, çelik ruhu hıfzediyor. Bunu iyi bil ve hiç hatırından çıkarma!
Ey mebus efendi! Sen de bil ki bugün bu müstakil milletin hükmeden gücünü temsil eden zat sıfatıyla Mebusan Konağı’nda oturuyorsan, kanunların teminatıyla değil, kalemin ve mürekkebinle değil, Mehmetçiğin kan ve süngüsüyle yazılmaktadır. Hatırından çıkarma ki varlığının temeli Mehmetçiklerin bedenidir.
Ey bu sözleri söyleyen! Sen de millî istiklal ve hürriyet fikri üzerine konuşurken unutma ki istiklal ve hürriyetin dayandığı yer muharebedekilerin azmi ve fedakârlığıdır. İnönü’de kahramanlar seddi olmasa sen Garplıların mezaliminden bahsedebilir miydin?34
Yusuf Akçura, Sebilürreşad, 18 Haziran, 1921.
Türk milletinin, Kurtuluş Savaşı’nı vermesine neden olan asıl unsur, Akçura’ya göre sınıf bilincidir. Ona göre Millî Mücadele, özünde bir sınıf mücadelesidir. Osmanlı İstanbul’u hanedan, hanedana yanaşmış diğer soylular ve hanedanın hâkimiyetini emniyete alan askerî sınıf dışında, tüccarlar ve esnaftan oluşan zenginlerin iktidarına tabi olunan bir sosyal yapıdaki şehirdir. Zenginler, büyük oranda Gayrimüslimdir. Bu gösterişli İstanbul ikametgâhının salahiyeti tebaaya yüklenmiş vergilere bağlıdır. Köyler, bilhassa Anadolu köylerinde tarımdan elde edilen gelirle saray arasında aracı olan bazı seçkinler de vardır. Köylü veya çiftçi ise geçim derdi gittikçe artan, ağnam ve âşar vergileri altında her geçen gün yoksullaşmaktadır.
Gayrimüslim tebaa da benzer durumda olmakla birlikte Osmanlı toplumunun zenginleri, esnaf ve tüccarları, sarrafları, çoğunlukla Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşmaktadır. Akçura’nın bildirdiğine göre Fenerli beylerin malları, harp sahasına harcanmak üzere değil; kendi aralarında toplanarak Patriklik hazinesine aktarılmaktadır. Avrupa burjuvazisine pek benzemeyen; çünkü mültezimlik ile sırtını devlete yaslayarak zenginleşen, hükümetin hayırhahlığına muhtaç bir zengin sınıf vardır. Böylece devam eden süreci bozan ise yine iktisadî bir hareket olmuş, yalnız dışarıdan dayatılan bu hareket, Avrupa sermayesinin Osmanlı sermayesine zaferiyle sonuçlanmıştır. Başlangıcı Sanayi Devrimi olan, tabii ilimlerde gelişmeyle de desteklenen iktisadî devrimi, Avrupa’nın diğer milletlere hâkim olması, onları istila etmesi izlemiştir.35
Tanzimat ile başlayan Avrupa’nın nüfuzu, Düyûn-ı Umûmiye ile anıtsallaştırılmış ve Akçura’ya göre Avrupa kapitalinin Osmanlı’ya hükümdar olduğunu gösterdikleri bir baş padişahlık sarayı olmuştur. Zaten fakir olan Türk milletinin, Avrupa sermayesinin nüfuzu neticesinde daha da fakirleşmesi, Türk milletinde sınıfçı ve milliyetçi uyanışın aynı anda doğmasını sağlamıştır. Tüccarların, yerli yabancı zenginlerin, vekillerin, aydınların ve cepheye gitmedikleri hâlde her geçen gün Avrupa sermayesinin dinî ve kültürel himayesi altında olan Gayrimüslimlerin rahat yaşamaları, cephede ölen Türk askerine bağlanmıştır.36
Her girdiği savaştan yeni bir mağlubiyetle dönen Osmanlı askerinin bakımını sağlayacak gelir ise Anadolu köylüsünün sırtına daha şiddetli biçimde yüklenmiştir. İşte bir vakit bu köylü, çiftçi, Akçura’ya göre artık tahammül edemeyecek noktaya gelmiştir. “Kalkmak, kırmak, dökmek, yakmak, yıkmak istiyordu.”37 diyerek çiftçinin duygularını ifade eden Akçura’ya göre çiftçi kıyamlarının baş gösterdiği bir dönemde, “Bu sefalete acıyan gayretli bir adam” olarak tasvir ettiği Mustafa Kemal Paşa, halktaki bu tepkinin hem iç sömürücülere hem de emperyalist işgalcilere yönelmesini sağlamıştır.
Akçura’ya göre tüm fikrî devrimlerin temelinde iktisadî devrimler vardır. Avrupa’nın yayılmacılığı sanayi iktisadî devrimle başlamıştır, Avrupa’nın kendi içinde halk devrimini ortaya çıkaran saikler ise sanayi sonrası iktisadî sömürüden doğmuştur:
“Ustalara iş verip işleten tüccarlar, sanayinin sahibi, efendisi, patronu oldu. (…) Ve binlerce ameleyi çalıştıran imalathane sahibi, fabrikatör, patron, çok para kazanıyordu. (…) Bu suretle bir taraftan sanayi büyüyor, büyük sanayi ortaya çıkıyor, sermaye sınırlı sayıda ellerde toplanıyor, diğer taraftan ustalar ameleleşiyordu.”38
Yusuf Akçura, “Türk Milliyetçiliğinin İktisadî Menşe’lerine Dair”, Yeni Gün, 1923.
Akçura’ya göre Sanayi Devrimi’nin sonucu olan sömürü, eşitlikçi, halkçı bir devrimin doğmasını sağlamıştır. Hürriyet ve eşitlik temelinde vatanperverlik ilkesine de bağlı bulunan bu devrimi, Avrupalı devletlerin diğer milletleri benzeri biçimde sınıfsal bir temayüzle işgal etmesi izlemiştir. Avrupa bu kez, iktisaden kendisine bağımlı kıldığı Osmanlı Devleti’nde kapitülasyonlar aracılığıyla sömürüyü Türk milleti üzerinde ağırlaştırmıştır.
Bu sırada, Osmanlı’da zengin sınıfın önemli bir kısmı Gayrimüslim olduğu için bir sınıf ittifakı doğmuş, Türkler karşısında Tanzimat’tan beri süregelen üstünlüklerini Gayrimüslimler, daha da sağlama almışlardır.39 Köy iktisadında bile Türklerin artık Gayrimüslimler karşısında geride kaldığı Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk toprakları Gayrimüslimler; yani sermayedarlar arasında paylaştırılmıştır. Doğu, Ermenilere, Batı Rumlara bu nedenle bırakılmıştır. Bu sırada sermayesiz Türkler ise savaşta kan kaybetmektedir.40
Bir sermaye istilası olan Anadolu’nun işgaline karşı Türkler, özünde halk tepkisiyle, o tepkinin doğal bir yansıması olarak da milliyetçi duygularla ayaklanmıştır. Akçura’nın ifadeleriyle başta ecnebî sermayesinin ve Anadolu’nun işgaliyle artan yerli ve Gayrimüslim sermayedarların nüfuzu, şiddetli bir milliyetperver tepkiyle karşılanmıştır.41 Türk milleti, karşısındaki gayri Türk hâkim sermayedar istilacı ve işgalcileri, evvelen iktisadî sömürüye baş kaldırma kudretiyle kavramış, bir motivasyon unsuru olarak da millî tutumla bu sömürüyü ve işgali reddetmiştir.
“Büyük sermayeli milletler, dünyayı, kendi hâkimiyetleri altında bulundurmak istediklerinden, aralarında rekabet ve çekişme çıktı. Harb-i Umûmî, bu çekişmenin bariz bir safhasıdır.”42 diyen Akçura, uluslararası çekişmelerin ve ulus içindeki çekişmenin temelinde sermaye hareketini gözlemlemiştir.
“Buhrân-ı iktisadî (ekonomik kriz), onu (Türk’ü) milliyetperverliğe sevk ediyordu.”43 diyen Akçura’ya göre Millî Mücadele, bir sınıf bilinci temelinde ortaya çıkmıştır, tam anlamıyla bir hürriyetin yolu ise ancak iktisadî hürriyetten geçmektedir. Dolayısıyla, işgalcileri mağlup eden Anadolu Hareketi, özünde bir sınıf tepkisinden hareketle hem yerli hem yabancı sermayeye karşı doğmuştur, Millî Mücadele de madden ve manen bağımsızlık yolunda verilmiştir.
“İktisadî nokta-ı nazardan bakılırsa milliyet fikri, geçim derdinin, hayatı idame ettirmenin, nesli sürdürmenin tabii arzusundan başka bir şey değildir.”44
Bunun için yeni devlet, Akçura’nın tabiriyle ‘Türkiye Halk Hükümeti’45 yerli yabancı sermaye unsurlarının halkı hâkimiyeti altına alma girişimlerine bir darbe vurmuştur.
“Türkiye Halk Devleti’nde saltanat-ı ferdiye yoktur ve milletten ayrı bir hükümet yoktur. Halk, mukadderatını bizzat ve bilfiil yönetir. Hükümet millet demektir.”46 diyerek üreticiyle tüketiciyi tek sınıfta birleştirme gayreti güden Akçura, sermayenin emir altına alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu emrin maliki, şahıslar değil, halkın iradesini temsil eden, halk egemenliğiyle temayüz eden devlet olmalıdır.47
Yeni devletin teminatı, sermayeyi devlet eliyle kontrol etmektir. Millî veya ecnebî sermayeyi kontrol eden devlet teşebbüsüyle tesis olunacak yeni ekonomi üzerinde, halkın kazanılmış hakları vardır ve bu haklar, Akçura’nın ifadeleriyle “vadettiğini yerine getiren, yerine getiremeyeceğini vadetmeyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk” ile sağlanacaktır.48
“Türk asker olduğu kadar da çiftçidir.”49 diyen Akçura, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüne katıldığını ifade ederek, devletin sahibinin halk olduğunu beyan etmiştir.
“Türk milleti, artık menfaatini yerli ve yabancı ekalliyetlerin menfaatine feda etmemek azmindedir. Millî Cihad’ın gayelerinden birisi de işte şudur: Türk köylüsü artık hakikaten hâkim ve efendi olmak istiyor; Millî Cihad’ın dâhi kahramanı, milletin bu iradesini derinden duydu ve açıktan ilan etti: Veyl bu irade-i milliyeye karşı çıkacak bedbahtlara!”50
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 1924.
Toplumun tüm varlık sahalarının temelinde iktisat olduğunu belirten Akçura’ya göre, aydınların üzerine düşen, halkın tarafında yer almaktır. Fakat onlar, genellikle bir efendi kapısına kapılanmak mecburiyetinde hissettikleri için bunu yapmakta zorlanırlar.51 Zira onlar, fikrî oluşumların temelinde bile iktisadî hususlar olduğunu kavramaktan uzak, soyut düşünmeye mahkûm olmuşlardır. Avrupa’dan ithal kuramları; buna Komünizm ve Nasyonalizm, Marksizm ve Durkheimcılık da dâhil olmak üzere; iman gibi kavrayıp dinamik düşünememektedirler.52 Tanzimat’ın da iktisadî sonuçlarını görememişler, yalnız kültürel yönüne odaklanmışlardır. Oysa Akçura’ya göre Tanzimat, Osmanlı’nın Avrupa’nın iktisaden hâdimi [hizmetkârı] olmaya başladığı bir dönemdir.53
Emel Esin, ailesinin zengin olduğu hâlde Akçura’nın zengin sınıfa yaklaşımının progresist veya engelleyici olması üzerinden şekillendiğini ifade etmiştir: “Babama mektuplarında, Kazan'daki, yalnız menfaat güden tüccarları sevmediğini yazmakta idi.· Babamın rivayetine göre, ailesinin Züye-başı'ndaki fabrikası ile alakası, amcası nezdinde, işçileri korumaktan ibaret kalıyordu.”54
Kazan’a Türklerin milli uyanışına destek olmak için giden Akçura, aynı zamanda Avrupa’da edindiği siyasî iktisadî bilgisini, doğduğu yerlerde de gözlemlemiştir. Zorla Hristiyanlaştırılan Türklerin durumu, onda millî şuuru uyandırdığı kadar ekonomik sınıfların politik yol tutuşunu da kavramasını sağlamıştır.
“Akçura, bilhassa şu noktalar üzerinde duruyordu: Köylüleri zeamet (toprak vergisi yükü) kalıntılarından kurtarmak, hem milliyetçi, hem halkçı aydın nesilleri yetiştirmek ve Türk millî devletini sağlam ekonomik esaslara dayandırmak.”55
Emel Esin, Türk Kültürü, 1979.
Türk milliyetçiliğinin sınıf temelini ilk fark eden, halkçı bir milliyetçilik anlayışını son derece realist bir perspektifle ortaya koyan, Yusuf Akçura’dır. Onun Bolşevik Devrimi’ne karşı tutumu da olumsuz olmamakla birlikte birçok komünist devrimci ile bir araya gelmesi, fikir teatisinde bulunması, Türkiye’de 40’lı yıllardan sonra belirginleşen salt komünizm karşıtı bir milliyetçilikle uyuşmadığını göstermektedir. Rusya Müslüman Türklerini ezen Çarlık Rusya'sını deviren Bolşevik Devrimi’nden ümidi olan Rusya Türkleri, Bolşeviklerin vadettikleri serbestliği sağlamadıkları, özellikle Ufa vilayetindeki Türklerin açlık çektikleri ve Diniye Nezareti’ne sürekli müdahale ettikleri günlerde, Yusuf Akçura, Müftü Âlimcan Barudî ve Sultan Galiyev ile bir araya gelmiş, onlarla çözüm üzerine müzakere etmiştir.
Bu toplantıda komünistlere karşı tutumun bir ezberi mahiyetinde ilginç ve komik bir an da yaşanmıştır. Müftü Barudî, ikindi namazı yaklaştığında Sultan Galiyev’e, “Siz komünistlerin namazlığı da yoktur şimdi” dediğinde Galiyev, namazlığı kıbleye doğru sererek onu namaza davet etmiştir.56
Sonuç Yerine
Türk milliyetçiliğinin temellerindeki devrimciliği, halkçılığı, sınıf bilincini Akçura’dan ve bu hakikatin karşısında bu ilkelerden yoksun Cumhuriyetsiz ve halksız Türkçülüğün mahiyetini Atsız’dan yeterince gösterdiğimi düşünüyorum.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’u İngilizlerden teslim almak için İşgal Kuvvetleri komutanı bir generalin karşısına, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni halkın kendi kaderini tayin etme iradesinin ifadesi” olarak gören mütefekkir Yusuf Akçura’yı, ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi namına’ temsilci olarak boşuna göndermiş değildir. Bunun öylesine bir görevlendirme olmadığı şüphe götürmez. Bilakis bu tercih, incelikli bir şekilde dünyaya yeni Türkiye Devleti’nin temel vasfının imasından ve ilanından başka bir şey değildir.
1938 itibariyle Atatürk’ü heykellere hapseden ve ilkelerini halktan uzaklaştıran Atatürksüz Kemalizm müritleri ve sözüm ona onların karşıtları, tek bir zihniyetin tezgahından çıkmıştır. 1945 sonrası Anti-Komünizm ve Anti-Kemalizm, İslamcı ve Türkçü propaganda ile halkın her geçen gün daha da fakirleştiği ve hem bağnazlaşmaya hem gettolaşmaya itildiği uzun ve kargaşa dolu dönemlerden darbeler dönemine geçilmiştir. 1980 Darbesi’nin ardından eğitim programı yeniden planlanmış, Tarih dersi ve Din dersi, Kurucu Fikrin karşısında bir ideolojik pozisyonda kurgulanmış, bunun örtüsü de komünizm karşıtlığı olmuştur. Darbe rejimi, Cumhuriyet karşıtı zihniyetlerin devlet kurumları içinde yayılmalarını kolaylaştırırken; aynı esnada hedeflenen toplum mühendisliğine hizmet edecek şekilde bir yandan seks filmleri, öte yandan hem dinî içerikli, hem Osmanlı’nın aşırı yüceltildiği şovenist filmler, halkın üstüne boca edilmiştir. İçinden geçtiğimiz günler, işte bu simülasyonun eseridir.
Cumhuriyet’in sağladığı imkânlarla okuyup, Cumhuriyet’e kin besleyen bir jenerasyon daha 40’lı yıllarda imal edilmeye başlanmıştır. O yıllardan beridir sağcı ve emperyalist milliyetçilik, çeşitli fraksiyonlarda hem birbirleriyle mücadele etmekte, Cumhuriyet ile hesaplaşmakta, hem de NATO tarafından Batı çıkarları adına kullanılmaktadır. Hülasa etmek istersem, Atsız, söylemden ziyade söylem grubu kimliğine odaklanarak karşısına Cumhuriyet’in devrim ilkelerini, kendi zihniyeti dışında hemen her fikriyatı almış ve ırkçı milliyetçiliğinin tek doğru adres olduğunu savunmuştur.
Bugünün Türk milliyetçiliği yelpazesi içinde olanlar, Atsız imagosundan beslenenler; Cumhuriyetsiz, halksız, sınıf bilincinden yoksun Türk İslam sentezcisi ülküsüz ülkücülükler; toplumu temelinden kutuplaştırıcı yapay ve dışarıdan zerk edilmiş sekülerizm fikri etrafında öbeklenen Türkçülüklerdir. Bu spektrumun bütün bileşenleri Devrimcilik ve Cumhuriyetçilik karşıtlığında ortaklaşarak, Akçura’nın ortaya koyduğu teze aykırı biçimde NATO hizmetçiliğini yürütmeye devam etmektedirler.
Halksız milliyetçilikler en nihayetinde sermayenin siyasetini yapmaktadırlar. Yerli sermaye dahi dışa bağımlı ve küresel sermayeyle eklektik olduğu için sınıftan bağımsız milliyetçilik, işgalci sömürgeci sermayenin siyasetine katılmaktadır. Bugün gelinen nokta itibarı ile artık Türk milletinin hâne halkı mahremiyeti iğfal edilmek suretiyle kullandığı elektriğin fatura bedelleri, halkın cebinden çıkıp devlet hazinesine değil, bir Katolik-Yahudi ortaklığı olan Amerikan şirketine gitmektedir. Yönetenlerin bunu bir kalkınma politikası olarak gördüğü yerde, egemenliğin halkın elinde olduğundan bahsedilebilir mi?
Ekonominin politik niteliğini göremeyen milliyetçilik bilinçsizdir. Sonuç olarak, millî birliğe dayanmayan sınıflar bilinçsiz olduğu kadar, sınıf bilinci taşımayan, etnisiteye dayalı milliyetçilikler de sömürüye karşı bilinçlenmeyi sakat bırakmaktadır. Hürriyete mani, halkçı olmayan ve denetlenemeyen, emir altına alınamayan sermaye, her zaman tehdittir. Sermayenin dini ve milliyeti yoktur, ancak bir milliyetçiliğin tek meşru yönü, cumhuriyetçiliği ve halkçılığıdır.
Akçura’nın ifadeleriyle Türk Devrimi programının üç amacı vardır: “Milliyetçilik, Halkçılık ve Aydınlık!”
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, (Haz.: Erol Kılınç), Ötüken Yay., İstanbul 2024, 21-32.
Akçuraoğlu, Yusuf, Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair, I. Türk Tarih Kongresi 02-11 Temmuz 1932 Konferanslar Müzakere Zabıtları, TTK yay., Ankara, 2010, ss. 577-607, s. 606.
Akçuraoğlu, Yusuf, Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair, I. Türk Tarih Kongresi 02-11 Temmuz 1932 Konferanslar Müzakere Zabıtları, TTK yay., Ankara, 2010, ss. 577-607, s. 607.
Hüseyin Nihal Atsız, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”, Makaleler IV, İrfan Yay., İstanbul 1997, 9-16; “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”, Makaleler IV, 17-29.
Hüseyin Nihal Atsız, “Işık”, Altın Işık, Sayı: 1, 15 Ocak 1947, 1.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Haz.: Salim Çonoğlu), Ötüken Yay., İstanbul 2014, 62-63.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Erzurum Milletvekili Durak ve Arkadaşlarının, Şark Cephesi Kuvvetlerinin Mütecavizlere Karşı Mukabele Etmemeleri Sebeplerinin Bildirilmesi Hakkındaki Sual Takriri Üzerine, 14 Ağustos 1920.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Meclis Konuşmaları, 1920-1938, Inkilap Kitabevi, İstanbul 2020.
Serdar ŞAHİNKAYA, Mustafa Kemâl Paşa’nın Halkçılık Programı,
Memleket Siyaset Yönetim (MSY) Dergisi, Halkçılık Özel Sayısı, Cilt 14, Sayı 32
Aralık 2019, sayfa 183-194.
İsmail Arar, Atatürk’ün Halkçılık Programı ve Halkçılık İlkesinin Tarihçesi,
Eylül 1963, İstanbul. Baha Matbaası
Hâkimiyet-i Milliyye, 5 Mayıs 1920, nr. 27, İrâde-i Milliyye, 22 Nisan 1920 nr 10
Hüseyin Nihal Atsız, “Osmanlı Padişahları”, Tanrıdağ, Sayı: 10-11, 10-17 Temmuz 1942.
Hüseyin Nihal Atsız, “Millî Gaye”, Atsız Mecmua, Sayı: 9, 1932.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli”, Çınaraltı, Sayı: 35, 1942.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türk Kızları Nasıl Yetiştirilmeli?”, Orhun, Sayı: 13, 1 Şubat 1943.
Hüseyin Nihal Atsız, “30 Ağustos ve Türk Ordusu”, Millî Yol, Sayı: 31, 31 Ağustos 1962.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türkçü Kimdir?”, Orkun, Sayı: 3, 20 Ekim 1950.
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları / 3, (Çev.: İsmail Serin), İletişim Yay., İstanbul 2014, 40.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türkçülüğün Önemli Meseleleri”, Orkun, Sayı: 68, 18 Ocak 1952.
Hüseyin Nihal Atsız, Çanakkale’ye Yürüyüş – Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi, İrfan Yay., İstanbul 1997, 20.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (Söylev), İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Türkçesiyle, Say Yay., İstanbul 2018, 77-78.
Johann Gottlieb Fichte, Alman Ulusuna Söylev, 1807 https://www.cambridge.org/core/books/fichte-addresses-to-the-german-nation/D202F4C5E6D9CE2BCC326CFF61134FCC
Smith, W. D. (1980). Friedrich Ratzel ve Lebensraum'un Kökenleri. Alman Çalışmaları İncelemesi (German Studies Review), 3(1), 51–68.
Hüseyin Nihal Atsız, “Ülküler Saldırıcıdır”, Orkun, Sayı: 14, 1 Şubat 1944.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türkçülüğün Önemli Meseleleri”, Orkun, Sayı: 68, 18 Ocak 1952.
Hüseyin Nihal Atsız, “Millî Siyaset”, Ötüken, Sayı: 74, 26 Temmuz, 1972.
Hüseyin Nihal Atsız, “Türk Milleti’ne Çağrı”, Orkun, Sayı: 1, Şubat 1962.
Hüseyin Nihal Atsız, “İşin Başı”, Makaleler II, İrfan Yay., İstanbul 1997, 275- 281; Hüseyin Nihal Atsız‚ “3 Mayıs 1944”, Makaleler I, 209-213.
Mithat K Vural , II. Dünya Savaşı Sonrası Anti-Komünist Siyasal İklimin Köy Enstitüleri’nin Kapatılmasına Etkisi, 2014, MSGSU Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 10, syf 166-184.
Hüseyin Nihal Atsız, “Kurucular Meclisi”, Orkun, Sayı: 9, 1 Aralık 1950.
Hüseyin Nihal Atsız, “Kurucular Meclisi”, Orkun, Sayı: 9, 1 Aralık 1950.
Hüseyin Nihal Atsız, “Kurucular Meclisi”, Orkun, Sayı: 9, 1 Aralık 1950.
Hüseyin Nihal Atsız, “Osmanlı Padişahları”, Tanrıdağ, Sayı: 10-11, 10-17 Temmuz 1942.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 79-80.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 70, 148.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 71.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 150.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 152-153.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 156.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 161.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 127.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 200.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 163.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 192.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 202-203.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 166.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 202-203.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 205-206.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 210.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 117.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 128.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 88.
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, 74.
Emel Esin, “Yusuf Akçura Hakkında Bilinmeyen Kaynaklar ve F. Georgeon’un Araştırması”, Türk Kültürü, 1979, 432-437.
Emel Esin, “Yusuf Akçura Hakkında Bilinmeyen Kaynaklar ve F. Georgeon’un Araştırması”, Türk Kültürü, 437.
Yusuf Akçura, Damolla Âlimcan el-Barudî Tercüme-i Hâli, (Tatar Türkçesinden Çeviren ve Aktaran: Ahmet Kanlıdere), Ötüken Yay., İstanbul 2019, 103.